1968'de Yemen'de dünyaya gelen İsam el İmad, Suudi Arabistan'ın üniversitelerinde tahsil görmüş bir Vahhabi âlimi iken, Şia ile tanışmasının ardından bu mezhebe geçmişti. Yemen Husi hareketinin kurucusu Hüseyin Husi'nin öğrencilerinden olan Dr. İmad, Kum'da tahsilini sürdürmektedir ve pek çok kitap kaleme almış önemli bir muhakkiktir.
Bismillahirrahmanirrahim. Salat ve selam Hz. Muhammed Mustafa'ya (s.a.a.) ve O'nun tertemiz Âl'ine olsun. Öncelikle tüm Müslüman âlemini, dünya kadınlarının efendisi Seyyide Zehra'nın (a.s.) kutlu doğumu vesilesiyle tebrik ediyorum.
Bu haftaki programın konusu olan fitne olaylarına geçmeden önce, hepimizin canını yakan bir korsanlık olayına kısaca değinmek istiyorum. Ambargo altındaki Gazzeli mücahid kardeşlerimize gitmek üzere yola çıkan bir yardım gemisine (Mavi Marmara) saldıran İsrail, büyük bir cinayet ve skandala imza attı. İsrail, yarım yüzyıldan bu yana medya sayesinde bazı Batılı ülkeleri aldatmayı başarıyor. Ancak uluslararası sularda yaşanan bu elim saldırı hadisesi, güya Ortadoğu'da demokrasiyle yönetilen tek ülke olan bu devletin, hakikatte korsanlık yapan ve adaletsizlik temelleri üzerine kurulan Siyonist bir devletten başka bir şey olmadığını tüm dünyanın gözleri önüne serdi. Ardından tüm halklar, İsrail'in gerçekleştirdiği bu terör hareketinin İsrail'in politikalarını ortaya çıkardığı ve onu dünyaya rezil ettiği konusunda küresel bir görüş birliğine vardılar. Bu olayda uyguladığı gibi İsrail, yarım asırdan fazladır sürdürdüğü zorba politikası ile insanları katlediyor ve baskı uyguluyor. Ancak şimdiye kadar gizli yürütülen işleri artık gün yüzüne çıkmaya başladı. Derler ya "Köpeğin ipi kısa olur". Hz. Ali'nin (a.s.) söylediği gibi, "Batılın yönetimi kısadır, insanlar ona güler ama hakkın yönetimi kalıcıdır." Şimdi insanlar İsrail'in gerçek yüzünü öğrendi, Müslümanlardan başka terörist olduğunu düşünmeyen insanlara sesleniyorum; İsrail sömürge devletidir ve kendi topraklarının dışında toprakları işgal etmiş, Filistin halkını öldüren ve "demokratik" bir devlet olduğunu iddia eden sömürgeci bir ülkedir. İnsanlık tarihinde İsrail gibi başka bir sömürgeci yoktur. İsrail'in sömürüsünü diğer tüm sömürgeci ülkelerden farklı kılan şudur; Cezayir'i işgal eden Fransa ya da İngiltere gibi sömürgeci ülkelerin amacı, işgal ettikleri toprakların hammadde vs. doğal zenginliklerinden faydalanmaktır. Ancak hiçbiri sömürdükleri ülke halkını topraklarından sürmemiştir. Yani Fransa, sömürdüğü Cezayir halkından ülkelerini terk etmelerini istememiştir. Ya da İngiltere sömürü sırasında Yemenlilerin Aden'i terk etmesini istememiştir. İtalya da Libya'yı işgalinde halktan topraklarını bırakıp gitmesini istemedi. Ancak Siyonist İsrail, sömürdüğü Filistin halkından Filistin'i terk etmesini istiyor. Bu insanlık tarihi boyunca hiçbir sömürü esnasında yaşanmamış bir olaydır.
Fitne olayları konusunu anlatırken bugün birkaç nokta etrafında konuşmak istiyorum. İlk nokta, Ehl-i Beyt'in rolünü ısrarla görmezden gelme çabasıdır. Özellikle On İki İmamın (a.s.) ve Hz. Fatıma Zehra'nın (a.s.) İslam'daki rolünü konuşacağız. Bu Masumların rolü bazı kesimler tarafından nasıl göz ardı edildiyse, Benî Hâşim ailesinin Resulullah (s.a.a.) dönemindeki rolü de aynı şekilde yok sayıldı. Mesele Temiz İmamları ve Seyyide Fatıma'yı (a.s.) görmezden gelmek ile sınırlı kalmamış, İslam'ın zaferinde büyük katkısı olan Peygamber ailesi Hâşimilerin Hz. Resulullah (s.a.a.) dönemindeki rolü de açık bir şekilde görmezden gelme girişimine maruz kalmış, üzeri örtülmüş ve gizlenmiştir. İnsanlık, bu önemli rolün planlanmış ve hedeflenmiş bir şekilde açıkça görmezden gelinmesine ve bunun kendi kendine gelişen bir şey olmayışına hayret ediyor. O zamandan bugüne kadar hala devam eden bir yöntem uygulanmaya devam ediyor. Biz Vahhabi İslam Enstitülerinde, İmam İbn-i Suud Üniversitesinde veya Yemen'deki Vahhabi Enstitüsünde eğitim gördüğümüz sırada, İmam Ali'den (a.s), Fatıma Zehra'dan (a.s) veya geriye kalan 9 İmamdan, yani Tahir Ehl-i Beyt'ten özel olarak bahsedilmediğine açık açık şahit olmuşuzdur.
Öte yandan Vahhabi Enstitülerinde Nebevî siyer konuları işlenirken, Resulullah'ın zaferlerinde Ensar'ın rolünü çokça gördük. Ensar'ın ve Muhacirlerin İslam'ın zaferindeki yardımlarını asla inkâr etmiyoruz, elbette Peygamber Efendimize (s.a.a.) yardım ettiler ve İslam'a büyük hizmetlerde bulundular. Biz sahabenin rolünü asla inkâr etmiyoruz. Ancak ben çok önemli bir noktaya vurgu yapmak istiyorum, Vahhabî siyer derslerinde Ensar ve Muhacir'in Resulullah dönemindeki destekleri çokça zikredilirken, Benî Hâşim'in rolüyle ilgili hadis yoktur. Bu ciddi bir haksızlıktır. Ensar'ın Resulullah'a desteğini görmezden gelirsek o zaman Ensar'a, Resulullah'ın zaferinde Muhacirler'in rolünden bahsetmezsek de Muhacirler'e haksızlık etmiş oluruz. Aynı şekilde Uhud ve Bedir savaşlarındaki sahabenin rolünden bahsedilmez ise, sahabeye haksızlık edilmiş olunur. Ve kim Hâşimilerden, Mekke ve Medine dönemlerinde İslam'ı savunmak için verdikleri mücadeleden söz etmezse Nebevî aileye zulmetmiş olur. Peygamber Benî Hâşim'den idi. Bunda hiçbir ihtilaf yok, ümmet, hatta insanlık aynı görüştedir. Müslümanlar ve gayrimüslimler, Resulullah'ın Benî Hâşim'den olduğu konusunda aynı fikirde. Aynı şekilde Peygamberin (s.a.a.) en hayırlı evden çıkmış olduğu konusunda da hiçbir ihtilaf yoktur. Hiçbir Müslüman çıkıp Benî Hâşim ailesinin evinden daha hayırlı ev vardı demez. Bunu herkes söylüyor, bazı kişiler değil. Bu konuda mütevatir hadisler geçiyor. Vahhabiler de, Sünniler de, Şiiler de Resulullah'ın, "Allah Benî Hâşim'i seçti. Beni de Benî Hâşim'den seçti" hadisine dayanarak en hayırlı evin Hâşimoğullarının evi olduğunu konusunda hemfikirdir. Öyleyse bu konuda herhangi bir ihtilaf yok. "Allah Benî Hâşim'i seçti. Beni de Benî Hâşim'den seçti", bu hadisi iyi anlamamız gerekiyor. Hz. Resulullah (s.a.a.) iltifat etmek ve gönül almak için söylemedi bunu, zaten O'nun ismet sıfatı buna elvermez. "Allah Benî Hâşim'i seçti" hadisini Müslümanların nebevî siyerde iyi araştırması gerekir.
Allah, Vahhabilerin görmezden geldiği Benî Hâşim'i niçin seçti peki? Nebi "Allah Benî Hâşim'i seçti" diyor. "Beni de Benî Hâşim'den seçti." Çünkü İlahî seçme eylemi, gerçeklik dışında iş görmez. Diğer bir deyişle, onlar (Hâşimîler) Allah'a belirli bir şey sundular, belirli işler yaptılar, bu yolla da seçilme ve ihtiyar edilme hakkını elde ettiler. Çünkü Peygamber hadislerinde kendisinin Benî Hâşim'den seçildiğini söylemeden önce, Allah'ın Benî Hâşim'i seçtiğini söylüyor. Bu maalesef Vahhabilerin görmezden geldiği noktadır. Aynı şekilde daha önceki oturumlarda da zikrettiğim gibi burada büyük bir görmezden gelme, cahilliğe vurma var. Daha önce delillerle de kanıtladık, aynı şeyleri tekrarlamak istemiyorum. Hicretten öncesine baktığımızda, Vahhabilerden hiç kimse Benî Hâşim'in Mekke'deki rolünden söz etmiyor. İbn-i Hişam'ın Siyer'ine veya Halebî'nin, Muhammed Hasan el-Heykel'in, merhum Şeyh Muhammed el-Gazalî veya Suriyeli müftü ve büyük âlim Muhammed Said Ramazan el-Butî'nin siyerlerine veya bunların dışında yazılanlara baktığımızda, Mekke döneminde Kureyşli kabilelerin ve yandaşlarının Resulullah ile uğraştığını görüyoruz. Hz. Muhammed'i (s.a.a.) öldürmeye çalıştılar, ancak Hâşimî ailesinin koruması onlar için büyük bir problem ve engel idi. Hz. Peygamber'e (s.a.a.) siper olanların en önde geleni ise, Hâşimî ailesinin direği olan Ebu Talip idi. Kureyş kabilesi toplandığı vakit, 20'den fazla kabile ile Nebi'yi öldürme konusunda ittifak ettiler, tek itiraz eden kişi Benî Hâşim ailesinin reisi Ebu Talip oldu. Muhammed'in (s.a.a.) “şiirini” ortadan kaldırmak için Kureyş kabilesiyle savaşıp onları öldürmeye karar verdiler.
İşte bu sırdır, Resulullah seçilme konusunda Allah'ın kendisini Nebi olarak seçmesinden önce Benî Hâşim ailesini seçtiğini söylüyor. Bu konuda Allah Resulü diyor ki, ben seçilmişin seçilmişinin seçilmişiyim. Ve yine diyor ki, Allah-u Teâla Benî Hâşim'i Kureyş'ten seçti. Yüce Allah iltimas ile muamele etmez ve ülfet ile iş görmez. Allah onu seçtiyse yaptıkları amellerden dolayıdır. Çünkü Allah seçilmeyi hak etmeyeni seçmez. Fakat biz bunu onların kaynaklarında bulamıyoruz, yani Hâşimîlerin rolü neydi? Ben nebevî siyer okumalarında, (abluka sırasında) Benî Hâşim ailesinin dışında, herhangi birinin Müslümanlara yardım ulaştırdığını gördüğünü söyleyecek herkese meydan okurum. Benî Hâşim ailesi üç yıldan fazla süre boyunca, susuzluğun şiddetinden toprağı kokladı ve sadece sebze yedi. Ölüme çok yaklaştılar, Hâşimî ailesi ve evleri bu üç yıl boyunca abluka altında kuşatılmıştı. Benî Hâşim ailesi dışında birinin onlara ulaşabildiğini söyleyen her tarihçi ve siyer uzmanına meydan okurum. Neden? Çünkü onlar Nebiyy-i Azam'ı (s.a.a.) Kureyş'e teslim etmeyi reddettiler. Benî Hâşim ailesi Hz. Muhammed'i (s.a.a.) savunmasaydı O şehid edilir ve risalet biterdi. Biz burada bunları konuşamazdık. Çünkü ben biliyorum ki Allah-u Teâlâ dini sebeplere, sünnete göre, kanunlara ve nizama göre yönlendirdi. Eğer Allah irade ederse sebepler verir.
İslam tarihinde Hâşimîlerin çok büyük bir rolü vardır. Neden bu rolü görmezden geliyoruz? Neden Vahhabi ekolünde bunu açık bir şekilde söylemiyorlar? Ben, Yemen ve Suudi Arabistan'daki Vahhabi enstitülerinde bu gerçeğin söylenmediğini ve öğretilmediğini gördüm. Benî Hâşim ailesine karşı olumsuz bakış açılarını ve onlara karşı saldırgan tavırlarını okudum. Hepimiz onlara İslam'da herhangi bir rolleri yokmuş gibi bakıyorduk. Ensar'dan, Muhacir ve sahabelerden bahsediyorduk ama Haşimilerin rolünü unutmuştuk. Ben açık yüreklilikle şunu söyleyebilirim; onlar Seyyide Zehra'yı (a.s.) görmezden geliyor, Hâşimi evinin önde gelen kızını önemsemiyorlar. Oysa Allah O'nu Benî Hâşim topluluğunun arasından seçti, tıpkı Hz. Muhammed'i (s.a.a.) Benî Hâşim'den seçtiği gibi. Yüce Allah Hz. Muhammed'i (s.a.a.) Benî Hâşim'den seçtiği gibi, 12 İmamı da, Hz. Fatıma'yı da onların arasından seçti.
Onlar yani tüm Hâşimî ailesi, Allah'ın seçmek üzere karar kıldığı kişilerdir. Kimse, Resulullah (s.a.a.) zamanında Benî Hâşim'den bir kişinin dahi Hz. Resulullah'a itiraz ettiğini söyleyemez. Hasaneyn niçin seçildi, ya da İmam Ali (a.s.), Hz. Fatıma (a.s.) ve Hüseyin'in (a.s.) 9 çocuğu neden bizim önümüze geçti diye kimse itiraz etmemiştir. Resulullah Benî Hâşim'den başka kimseyi abasının altına almadı. Çünkü abanın içindekiler, Benî Hâşim'in seçilmişlerinin seçilmişleriydiler. Allah-u Tela İmam Ali'yi de muhakkak Benî Hâşim'den seçti. İmam Zeynel Âbidin de (a.s.), İmam Bakır (a.s.) da Benî Hâşim'den seçildi.
Bunlar Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) Müslim ve Buharî'de yer alan, "Benden sonra 12 imam vardır" hadisinde beyan ettiği kişilerdir. Onlar İslamî, İlahî, Rabbanî hilafeti temsil ettiler. Bu hilafet, belirli bir siyaset yoluyla kurulan tarihi ve siyasi hilafet değildi. Siyasi hilafet Yüce Allah'ın irade ettiği İlahî hilafetle çelişir, çarpışır.
Mekke döneminde Resulullah'ı (s.a.a.) koruyan ve destekleyen Hâşimî ailesinin rolünün aynı şekilde Medine döneminde de görmezden gelindiğini görüyoruz. Onlar 13 yıl boyunca Mekke'de Resulullah'ı (s.a.a.) savunan kişilerdir. Mekke döneminde çok büyük bir rolleri vardı. Ancak pak Ehl-i Beyt özellikle görmezden gelindi, Hâşimî ailesinin rolüyse genel olarak görmezden gelindi. Yani Hâşimîleri ve özellikle de Ehl-i Beyt-i Mutahhara'yı tanımak istemiyorlardı.
Hâşimîlerin Medine'deki rolüne gelirsek; Resulullah Bedir Savaşı'ndan önce Benî Hâşim'den üç kişiyi savaşmak için öne çıkarmadı mı? Ve Bedir Savaşı'nda ilk öldürülen kişi Benî Hâşim'den idi. İmam Ali onlardandı, Resulullah O'nu öne sürdü, o bir müşriki yere serdi ve ardından Hamza ilerledi. Bu kişilerin Bedir Savaşı'ndaki rolleri neydi? Hendek'teki ve diğer savaşlardaki rolleri neydi? Benî Hâşim ailesinden tek bir kişinin bile Bedir Savaşı'ndan kaçtığını iddia eden herhangi bir araştırmacı yoktur. Uhud'dan, Hayber'den kaçan bir Hâşimî olmamıştır. Muhacirlerden bazıları, ya da herkesin bildiği bazı halifeler gibi kaçmamıştır Haşimiler. Ancak bunlar tabi ki Rabbanî, İlahî halifeler değil, tarihsel halifeler. Yani hilafetleri şerî ve Rabbanî hilafet değil, tarihî hilafettir. Öyleyse bu görmezden gelme, maalesef kasıtlıdır ve üzerinde çalışılmıştır. Bu konuda ilk bakmamız gerek şey, Resulullah'ın (s.a.a.) ne düşündüğüdür.
Karşımıza onların ictihad etmedikleri, çünkü şerî bir kural bulamadıklarını gösteren birçok örnek çıkıyor. Kuran'ın açık, anlaşılır ve kesin bir şekilde bildirmesine rağmen ictihad etmediler. Bu konuya daha sonra değiniriz. Ele almak istediğim bir diğer nokta, iki başkanlık dönemindeki "ictihad" konusudur. İlk aşama, halife Ebubekir, ikinci ve üçüncü halifenin zamanlarıdır. Bu halifelerin zamanında, sahabe döneminde "müctehid" kelimesi kullanılmadı, başka bir ifadeyle "ictihad" Kuranî ve Nebevî nasslar ile ihtilaf anlamında kullanılmadı. Ebubekir zamanında Hz. Peygamber'e (s.a.a.) muhalefeti gerekçelendirmek için kullanılan başka bir kelime vardı, bu ihtilaf "tevil" olarak adlandırılırdı. Eğer halife nebevî hadise karşı gelirse, şerî hükme veya İlahî hukuk sisteminde yer alan İslam kanunlarından birine karşı gelirse, bu işi yapana "muteevvil" denirdi ve bunun karşılığında "sevap" kazanırdı. Sahabe döneminden sonra "tevil" kelimesi ictihad yerine kullanıldı veya iki kelimeyi bir araya getirdiler ve "muteevvil müctehid" dendi. Bu da sevap kabul edildi.
Bazı Vahhabî araştırmacıların çalışmalarına baktığımızda, halifeler zamanında sahabeler ve halifelerin "nassa muhalif ictihad" yapmadıklarının söylendiğini görüyoruz. Biz de buna cevaben diyoruz ki; evet yapmadılar ama nassa aykırı "tevil" yaptılar. Nassla çelişen ictihad, halifeler zamanında "tevil" olarak isimlendirilirdi. Bu konuda oldukça fazla örnek görüyoruz. Örneğin sahabenin öldürülmesi konusunda... Halid bin Velid'in büyük sahabe Malik bin Nüveyra'yı (r.a.) öldürmesi olayı. Bu Malik bin Nuveyra, âlim sahabeler arasındaydı; salihlerden, müminlerden ve doğru yolda gidenlerdendi. Öyle ki Resulullah (s.a.a.) ona şahitlik etmiştir. Halid bin Velid bu kişiye saldırdı ve onu öldürdü, sonra da eşiyle güya "evlendi". Onu öldürdükten sonra hemen evlendi. Bu olay birçok kaynakta mevcuttur, İmam İbn-i Kesir de altıncı kısım 323. sayfada bu hadiseyi zikrediyor. Sünnî alim, o dönem "ictihad" kelimesinin kullanılmaya başlandığını ama anlamının bizim bildiğimiz şekilde olmadığını söylüyor. Asr-ı Saadet ve asr-ı tabiin dönemine gittiğimizde, Halid bin Velid'in yaptığını gerekçelendirmek için yeni bir kelime ortaya atıldı. Halid bin Velid Ebubekir'e büyük sahabeyi öldürdüğü ve aynı anda karısıyla evlendiği olay hakkında suçunu aklamak için bir şey söyledi. İlk ve ikinci suçunu aklamak için uğraştı. İlkinde sahabeyi katletti ki sahabe öldürmekle mümin öldürmek arasında bir fark yok. Çünkü mümin olmak yüksek bir makamdır ve bu meselede fark yoktur. Halid bin Velid Ebubekir'e dedi ki; "Ey Resulullahın halifesi, ben tevil yaptım." Demek ki Ebubekir zamanında "tevil" kelimesi nassa muhalif olma anlamında kullanılıyor. "Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır" (4/93) ayetine karşı çıkıyorlar ve işte burada asıl tevil vardır. Yani, Kuran nassına aykırı bir olay "tevil" edilmiştir. Tevilde de onlar için sevap var! Ömer bin Hattab, konu hakkında Ebubekir'e "Halid, Malik bin Nuveyra'nın eşiyle zina etmiştir" dedi. Yani sahabeyi öldürdüğü gün karısıyla birlikte olmuş. Bu kadın o zaman daha hala evli sayılıyordu, çünkü iddet süresi geçmemişti ve kocası öldürülmeden önce kadını boşamamıştı. Ömer bin Ebu Hattab buna dayanarak dedi ki; "Bu zinadır, onlar recmedilmelidir." Ebubekir de ona, o "tevil" edildi, diye cevap verdi.
Burada yeni ictihad problemi başlıyor. İctihad konusunda ayet ile çelişen yeni bakış açısı, onlara güya sevap kazandırıyor. Ve bu tevile göre Halid bin Velid o kadınla zina ettiğinde sevap kazandı. Allah'ın "Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedî olarak kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azab hazırlamıştır" ayetine karşın katil olan Halid, onlara göre sevap kazanıyor. Sanki bu ayet değil de sadece bir şiirmiş gibi, adam öldüren ve zina işleyen bir katil sevap kazanıyor! Sanki bu ayet yokmuş gibi muamele ediliyor, ayet bir kenara itiliyor! Çünkü tevil kapısı ve yeni ictihad anlayışı her şeye açıktır.
Diğer bir örnek de Ehl-i Sünnet âlimi İmam Zuhrî'nin zikrettiği bir konudur. Diyor ki, Urve bin Zubeyr bana dedi ki; "Müminlerin annesi Aişe'nin yolculuğa çıkması da nedir?" Bu Nebi'ye karşı çıkmaktır. Urve, Aişe'yi haklı göstermek için, "O Osman'ın tevil ettiği gibi tevil etmiştir" dedi. Gördüğümüz üzere o zaman "tevil" kelimesi Hz. Resulullah'ın (s.a.a.) nasslarına, hadislerine muhalefet için kullanılıyor. Sahihü Müslim'in Salatu'l Musafirin (yolcunun namazı) babına bakabilirsiniz.
Üçüncü örneğe gelecek olursak, bu aşamada "ictihad" ve "tevil" kelimelerinin bir arada, tek manada kullanıldığını görüyoruz. İmam İbn-i Hazm ez-Zahirî, sahabe olarak bilinen Ebu'l Ğadiye'nin sahabe Ammar bin Yasir'i öldürmesini aklamak için diyor ki; "Bu büyük sahabe, yani Ebu'l Ğadiye, tevil yapan müctehiddir, tevilinde hata etmiştir ve bir sevap almıştır." Hz. Peygamber (s.a.a.) Ammar bin Yasir için "Onu bâği (asi) bir grup öldürecek. Bu, onları cennete çağırır, onlar da bunu ateşe çağırır!" diyor oysa! Yani, İbn-i Hazm'ın engin anlayışına ve büyük ictihadına göre, Ammar bin Yasir'in ateşe çağırılan katili müctehittir ve ona bir sevap vardır! Eğer bunlara Peygamber Efendimizin Ammar'ın katili hakkındaki "Ammar, onları cennete çağırır, onlar da Ammar'ı ateşe çağırır" hadisi varken, nasıl ona sevap kazandırırsınız diye sorarsanız, derler ki; bize ne, sevap ateşle bir araya geldi! Bunun vaat edildiğinde ayak diretirler. Allah'ın onu affetmemesi mümkün değil derler, ateşe girmezler, hatta sevap kazananlardan olurlar! Vallahi bu, insan aklını hafife almaktır, insanların düşüncesiyle dalga geçmek ve dinle alay etmektir. Nebi (s.a.a.) İlahî bir kanundan bahsettiği zaman, insanların onunla oynayıp evirip çevirmesinden razı olmaz. Biraz ara verelim, sonra dördüncü örnekle devam edelim.
Devam edecek...
Çev: Merve Soydaş Gök
source : abna24