Aban b. Taklib şöyle demektedir: “İmam Sadık’tan (a.s) yeryüzü ne üzerine kurulmuştur diye sordum. İmam Sadık (a.s) balık üzerine diye buyurdu. Ben balık ne üzerine kurulmuştur diye sordum, İmam su üzerine diye cevap verdi. Ben suyun neyin üzerine kurulduğunu sorunca, İmam sarp bir taşın üzerine diye buyurdu. Ben sarp taş neyin üzerine kuruludur diye soruverince, İmam bir ineğin boynuzları üzerine diye söyledi. Ben inek neyin üzerindedir diye sordum ve İmam (a.s) nemli toprak üzerinde diye cevap verdi. Ben nemli toprak neyin üzerindedir deyiverince de İmam heyhat burada bilginlerin bilgisi kaybolmuştur diye cevap verdi.” Bu hadisin senedi doğru mudur? Nitekim Allame Meclisi (r.a) bu hadisi sahih bilmiştir. Bu hadisin şerhiyle ilgili olarak büyük Şia âlimlerinin görüşü nedir?
Kısa Cevap
Bahse konu olan hadis senet açısından sahihtir. Bazı âlimler belirtilen hadisi şerh etmiş, hadisin değişik boyutlarına değinmiş ve bu ilmi diyalogun bilimsel, fiziksel konularla ilgili olup yeryüzünün düzeninin sırlarını ve yeryüzündeki kimyasal maddeleri anlamaya dönük olduğunu belirtmişlerdir. Lakin genel olarak bu hadis varlık âlemi hakkındaki hakikatleri açıklamak hakkındadır; bu nedenle bazı âlimler hadisi açıklamak ve şerh etmekten kaçınmış ve onu ehline bırakmıştır.
Ayrıntılı Cevap
Aban b. Taklib şöyle demektedir: “İmam Sadık’tan (a.s) yeryüzü ne üzerine kurulmuştur diye sordum. İmam Sadık (a.s) balık üzerine diye buyurdu. Ben balık ne üzerine kurulmuştur diye sordum, İmam su üzerine diye cevap verdi. Ben suyun neyin üzerine kurulduğunu sorunca, İmam sarp bir taşın üzerine diye buyurdu. Ben sarp taş neyin üzerine kuruludur diye soruverince İmam bir ineğin boynuzları üzerine diye söyledi. Ben inek neyin üzerindedir diye sordum ve İmam (a.s) nemli toprak üzerinde diye cevap verdi. Ben nemli toprak neyin üzerindedir deyiverince de İmam heyhat burada bilginlerin bilgisi kaybolmuştur diye cevap verdi.”[1]
Hadisin orijinali hakkında birkaç nokta:
1. Bahse konu olan hadis senet açısından sahihtir.[2]
2. Bu hadisin bir benzeri İmam Sadık’tan (a.s) nakledilen ve “ıtır satan Zeynep” hadisi olarak meşhur olan uzun bir rivayettir. Itır satan Zeynep Hz. Peygamber-i Ekrem’den (s.a.a) yüce Allah’ın azamet ve celali hakkında sorar ve Hz. Peygamber de (s.a.a) sözlerinin bir bölümünde göklerin ve yerin tabakalarına işaret eder. Bu hadis delalet açısından bahse konu olan hadise çok benzemektedir.[3] Aynı şekilde bazı Ehlisünnet kaynaklarında da bu hadisin bir benzeri az bir farklılıkla Muhammed b. Ka’ab, Sedi ve Cabir b. Abdullah Ensari’den nakledilmiştir.[4]
3. Bazı müfessirler “göklerdeki, yerdeki bu ikisi arasındaki ve toprağın altındaki her şey, yalnızca O’nundur”[5] ayet-i şerifesinin altında bahse konu olan hadisi ve de ıtır satan Zeynep hadisini zikretmiş ve bir ölçüye dek bu iki hadisten birine istinatta bulunmuşlardır.[6]
Hadisin Şerhi Ve İncelenmesi
Bazı âlimler belirtilen hadisi şerh etmiş ve onun değişik boyutlarına değinmişlerdir. Aşağıda bunun bir özetini aktarıyoruz. Bu hadisin anahtar kelimeleri şunlardan ibarettir: 1. Yeryüzü, 2. Balık, 3. Su, 4. Sarp taş, 5. İnek boynuzu, 6. Nemli toprak, 7. Bilginlerin anlamaktan aciz kaldığı şey.
Aban b. Taklib’in İmam Sadık’tan (a.s) sorduğu sorular ve İmam Sadık’ın (a.s) verdiği yanıtlar, birkaç açıdan bakılabilecek ilmi ve inançsal bir diyalogdur:
Birinci Açı: Yapı ve inşa boyutu: Yeryüzünün ve temellerinin yapısı ve inşası her nerede olursa olsun yedi tabaka olarak tanzim edilmiş ve sınıflandırılmıştır.
İkinci Açı: Burada bayındırlık ve yeryüzünde insanın tarihi yaşam devreleri kastedilmiş olabilir. Başka bir ifadeyle yeryüzünün bayındırlığı yaratılışın ve insanlık toplumunun ilk gününde hangi esas üzerine kurulduğu ve hangi etkenlere dayandığı hususu işlenmiş olabilir. Böyle bir durumda balık beşerin haysiyetli yaşamının açıklayıcısıdır; zira yaratılışın başlangıcında toplulukların kurulması ve yeryüzünün bayındır edilmesi nehir ve denizlerin kenarında gerçekleşmiştir ve insanın ilk normal yiyeceği balık avlayarak elde edilmekteydi. O halde balık insan hayatının ilkel dönemleri için bir simge olabilir. Aban b. Taklib’in kastettiği şey, insanın hayatının bu şekilde nasıl başladığı konusu olabilir ve İmam Sadık da (a.s) ilkel yaşam dönemlerinde insan hayatının balık yiyeceği ile sürdüğünü, deniz ve nehirden avlanma suretiyle bunun elde edildiğini ve bu durumun binlerce yıl sürdüğünü söylemek istemiş olabilir. Sonra insanın ilkel yaşam dönemi evrimleşme sürecinde çiftçiliğe ve ekim dönemine girmiştir. Bu da sığır ve demir ile gerçekleştirilmiştir. Bundan dolayı yeryüzünün ve insan hayatının bayındır kılınması ekim ve ziraata dayalıdır ve bu da eski dönemden bu güne dek bazı bölgelerde de görüldüğü üzere ineğin boynuz gücüne dayalıdır. Elbette bugün ekim ve ziraat daha çok mekanik araçlar ve traktör ile gerçekleştirilmektedir. Ziraat işini yapan inek nemli toprak üzerinde bunu yapmaktadır. Bundan kastedilen şey, erkek ineğin boynuzu vesilesi ile gerçekleştirilen ziraat hayatının toprak ve yeterli suya ihtiyaç duymasıdır. İnek ancak nemli toprak üzerinde ziraat işini gerçekleştiren bir vesiledir. Nemli toprak neye dayanmaktadır? Burada sorunun kastettiği şey yeryüzünün ve insan hayatının sonu olabilir. Aynı şekilde soru yeni sanayi araçları ile ziraat işlerinin yapılması gibi inek ile ziraat işlerinin yapılmasının yerine geçen yeni ziraat işinin nasıl yapıldığına dair de olabilir. İmam Sadık’ın (a.s) bu soruya verdiği yanıt her iki manaya da matuf olabilir; yani İmam Sadık (a.s) kıyametle sona eren yeryüzü hayatının son dönemlerini veya dönemin bilimi esasınca sığır ile ziraat işlerinin yürütülmesinin makine ile ziraat işlerinin yürütülmesine dönüşeceğini, insanların henüz buna ulaşmadıklarını ve bunun kendi dönemindeki bilginlerin kavrayış alanı dışında olduğunu belirtmiş olması muhtemeldir. Bu yüzden İmam Sadık (a.s) sorunun sorulduğu dönemde bundan başka bir yanıt verme imkânına sahip değildi.
Üçüncü Açı: Soru, bilimsel ve fiziksel açıdan ve de yerin düzeninin sırlarını anlamak ve onun kimyasal maddelerini öğrenmek için sorulmuş olabilir. Başka bir ifadeyle yerküre hangi vesileyle kendi bulunduğu yerde sabit bir feza bölümünde yer almakta ve bulunduğu yerde sağa ve sola hareket etmemektedir? İmam cevap olarak şöyle buyurmaktadır: Balığa dayalıdır; yani yer soğuk ve nemli bir doğaya dayalıdır. Bu mana, soğuma neticesinde yerin içinde meydana gelen ve onu güneş merkezinden ve diğer yıldızlardan belirli bir fasıla ile sabit kılan ve stabile eden itici gücün gizemidir. Bu itici güç, balık sözcüğüyle sembolik olarak beyan edilmiştir. Balık olarak tabir edilen bu itici güç, soğumanın sebebi olan suya dayalıdır. Su da soğumuş ve dağ ve denizdeki çıkıntılar halini almış yerin katılaşmış ve ağır maddelerine dayanmaktadır. Bu anlam, dağları yerkürenin sabiteleri bilen Kur’an-ı Kerim ayetleriyle de uyuşmaktadır. “Onları sarsmasın diye yere de sabit dağlar yerleştirdik ve (varacakları yere) yol bulabilsinler diye ondan geçitler, yollar meydana getirdik.”[7] Aynı şekilde şöyle okumaktayız: “Ondan sonra da yerküreyi döşedi. Kendiniz ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak üzere, yerden suyunu ve otlağını çıkardı ve dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi.”[8] Sarplık da sıvı halinde olan boynuz kıvılcımlarına dayalıdır. Bunun açıklaması şudur: Gerçekte yeryüzündeki bu katı sarplıklar, içte bulunan ve tıpkı inek boynuzu gibi başkaldırıp harekete geçmek isteyen sıvı kıvılcımlar üzerinde bir kapak gibi durmaktadır. Eğer sönmüş yanardağları ve volkan patlamasında onların ağzından nasıl alevler fışkırdığını göz önünde bulundurursak, bu maddelerin katılaştıktan sonra bu boynuzlar üzerinde nasıl kapak işlevi gördüğünü ve onları nasıl kontrol ettiğini kavrarız. Arapçadaki “emles” kavramı da bu manayı teyit etmektedir; çünkü bu kelime yumuşaklık ve katılık karşıtı bir anlam taşır.[9] Bu durumda katı ve sert tabakanın kuşatmış olduğu yeryüzünün iç sıvı kısmı Arapçada “sur-i emles” olarak adlandırılmıştır. Eğer “sur-i emles” tabirini yumuşak bir müteharrik olarak yorumlarsak, bundan kastedilen yeryüzünün iç sıvısıdır ve kinaye olarak “karn” kelimesi ona eklenmiştir. Yahut “sur-i emles” eril inek şekli ve arka düzgünlüğü anlamında olup kinaye ve teşbih açısından belirtilen manada kullanılmıştır. Yeryüzünün bu iç sıvısı nemli bir toprağa sahiptir; yani suyu oluşturan maddeler oksijen ve hidrojenden ibarettir. Yahut İmam Sadık’ın (a.s) kastettiği şey, dinamizm yeti ve gücüne sahip olan ve tabii olarak tüm maddi varlıkların var oluşlarının kaynağı addedilen maddenin asıl atomlarıdır. Maddi bir varlığın meydana gelmesi için zorunlu olarak bir hareketin elementi ve gücü olması gerekir. Bu ilk madde/element ve yeti bugün doğa bilimlerinin en zor konularındandır. En büyük bilginler bile onun hakikatinin resmini çizmede şaşkın ve aciz kalmış ve onun iki şey mi yoksa bir şey mi ve de madde mi yoksa yeti mi olduğunu henüz anlayamamışlardır. İmamın yanıtında bulunan “es-seri” kelimesi “eser” manasında olup günümüz Arap doğa bilimcilerinin literatüründe maddenin batını veya maddenin derin eseridir. Lakin ilk madde[10] veya yerin içinde bulunan gazdan ibaret olan “seri” hangi şeye bölünüp dönüşmektedir? Bilginlerin bilgisinin ulaşmadığı ve kavramaktan aciz kaldığı yer işte burasıdır. Bundan dolayı, eğer soru ilk yöne (ilk madde) yöneltilirse, İmam Sadık’ın kasti, ilk maddenin içeriğini anlamak olacaktır. Bu maddenin hakikati, bilginlerin kavrayışından çok uzaktır. Eğer soru ikinci cihet (yer içindeki gaz) olarak yorumlanacak olursa, İmam Sadık’ın (a.s) sözü şudur: Beşerin bilgisinin belirli bir dereceye gelip gazın hakikati ve iç cüzlerini tespit edebilmesi ve analize tabi tutabilmesi için Aban b. Taklib’in zamanından asırlar geçmesi gerekmektedir. Şimdi bu diyalogu yerin tabakaları ve yapı temellerinin sorulmasına matuf birinci bakış çerçevesinde değerlendirmenin makul gözükmediği hatırlatılmalıdır. Ne soru açısından ve ne de yanıt açısından bu İmam Sadık’ın (a.s) bilge sahabelerine isnat edilemez. Kendi döneminin meşhur bilgelerinden olan Aban b. Taklib gibi bir şahsiyete ise asla isnat edilemez.
Aban b. Taklib’i onaylayan veya kendisine karşı olan İslam rical otoritelerinin onun hakkında yaptıkları övgüler ve bilgeliğine dair sarf ettikleri sözler göz önünde bulundurulduğunda onun kesin olan böyle bir meseleye dönük bir bilgisi olmadığı ve cahil olduğu söylenemez; çünkü yer küreseldir, atmosferde ve tüm taraflarda havayla temas içindedir ve bir temel üzerine kurulmamıştır. Bu mesele, Aban b. Taklib’den binlerce yıl önce kesinleşmiştir. En sıradan bilginler dahi bunu biliyordu. Artı İmam Sadık (a.s) zamanında İslam tüm dünyada yayılmış ve Yunan, İran, Mısır ve diğer ülkeler İslam kültürünün bir parçası haline gelmiş idi. Aban’ın gelişip rüşt ettiği yer Kufe ortamıydı. Cendi Şapur üniversitesine yakın olan ve Sasani devletinin ilmi ve felsefi başkenti olan Medain’in kenarında yer alan Kufe şehrinde Aban’ın yerin altyapı tabakalarından haberdar olmadığı, İmam Sadık’tan bunu sorduğu ve İmamın da ona bu bakış açısıyla cevap verdiği asla söylenemez. İmam Sadık’ın (a.s) bu tür bir soruyu normal karşılaması, yer ve tabakaları hakkında bu bilgileri Aban b. Taklib’e vermesi ise daha düşündürücüdür. Nitekim böyle bir muhtevayı Aban b. Taklib ve İmam Sadık arasında gerçekleşmiş bir diyalog olarak herhangi birinin uydurmuş olması da tasavvur edilemez; zira yerin yapısı hakkında böyle bir düşünce hurafe üretenlerden bile hiçbir yerde duyulmamıştır. Dolayısıyla böyle bir hurafenin İmam Sadık (a.s) hakkında uydurulması hiç düşünülemez. Çünkü belirttiğimiz gibi yerin küresel oluşu ve Yunan felsefesinin bir esası olarak maddi dünyanın ağırlık merkezi sıfatıyla atmosferde bulunması, bu dönemde bilinmekte ve kesinlik addetmekteydi. Tam bilimsel olamayan ortamlar da bile böyle sözler dile getirilmiyordu. Dolayısıyla İmam Sadık (a.s) ile Aban b. Taklib gibi bir bilge arasındaki hakikatleri keşfetmeye matuf ilmi bir oturumda bunun gerçekleşmesi imkânsızdır. Her haliyle, bu rivayetin senedinin sahih olması nedeniyle onu görmezlikten gelemeyiz.[11] Lakin genel olarak bahse konu olan hadis varlık âleminin hakikatlerini açıklamaya matuftur; bu nedenle bazı âlimler hadisi açıklamak ve şerh etmekten kaçınmış ve bu işi ehline bırakmıştır.[12] Bazıları da belirtilen hususlar dışında, bu hadis hakkında başka tefsirler de yapmışlardır.[13]
[1] Kuleyni, Muhammed b. Yakup, el-Kâfi, c. 15, s. 221, Daru’l-Hadis, Kum, çapı evvel, 1429 h.k.
[2] Meclisi, Muhammed Bakır, Mir’atu’l-Ukul fi şerhi AhbarıA’lir- Resul, Muhakkık ve Musahhıh: ResuliMahallati, Haşim, c. 25, s. 201, Daru’l-Kutubu’l-İslamiye, Tahran, çapı dovvum, 1404 h.k; Kuleyni, Muhammed b. Yakup, er-Rovzemine’l-Kâfi (GulistanıA’li Muhammed), Tercüme ve şerhi Kemere-i, Muhammed Bakır, c. 1, s. 172, Kitapfuruşiyiİslamiyye, Tahran, çapı evvel, 1382 h.k; İbn. Karyagdı, Muhammed Hüseyin, el-Bezaeti’l-Mezace (Şerhi kitabı er-Rovzeminel-Kafi), Muhakkık ve Musahhıh: AhmediCulfai, Hamid, c. 2, s. 87, Daru’l-Hadis, Kum, çapı evvel, 1429 h.k.
[3] el-Kafi, c. 15, s. 367 – 370; Şeyh Saduk, et-Tevhid, s. 275 – 277, Müessesei en-Neşri’l-İslami, Kum, çapı evvel, 1398 h.k.
[4] İbn. Kesir Demeşki, İsmail b. Amr, Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, Tahkik: Şemsuddin, Muhammed Hüseyin, c. 5, s. 242, Daru’l-kutubu’l-İlmiye, Menşuratı Muhammed Ali Beyzun, Beyrut, çapı evvel, 1419 h.k; Suyuti, Celaluddin, ed-Durru’l-Mensur fi Tefsiri’l-Me’sur, c. 4, s. 289 ve 290, Kitaphane-i Ayetullah Mer’aşi Necefi, Kum, 1404 h.k; Alusi, Seyit Mahmut, Ruhu’l-Meani fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim, Tahkik: Atiyye, Ali Abdulbari, c. 8, s. 477, Daru’l-Kutubu’l-İlmiye, Beyrut, çapı evvel, 1415 h.k.
[5] Taha Suresi, 6. ayet.
[6] Kumi, Ali b. İbrahim, Tefsiri’l-Kummi, Muhakkık ve Musahhıh: Musevi Cezairi, Tayyib, c. 2, s. 58 ve 59, Daru’l-Kitap, Kum, çapı sevvum, 1404 h.k; el-Arusi, el-Huveyzi, Adbu Ali b. Cuma, Tefsiri Nuru’s-Sakaleyn, Muhakkık ve Musahhıh: ResuliMahallati, Haşim, c. 5, s. 364 ve 365, İsmailiyan, Kum, çapı çaharum, 1415 h.k; Feyzi Kaşani, Molla Muhsin, Tefsiri’s-Safi, Tahkik: A’lami, Hüseyin, c. 3, s. 300, İntişaratı es-Sadra, Tahran, çapı dovvum, 1415 h.k.
[7] Enbiya Suresi, 31. ayet.
[8] NaziatSuresi, 30 - 32. ayet.
[9] Tureyhi, Fahruddin b. Muhammed, Mecmeu’l-Bahreyn, Muhakkık ve Musahhıh: Hüseyni Eşkuri, Seyit Ahmet, c. 4, s. 108, vajei “el-Melase”, KitapfuruşiyiMurtezevi, Tahran, çapı sevvum, 1375 h.ş; İbn. Menzur, Muhammed b. Mukrim, Lisanu’l-Arap, c. 6, s. 221, vajehayi “el-Meles, el-melaseve’l-muluse” Daru Sadır, Beyrut, çapı sevvum, 1414 h.k; Bestani, FuadEfram, Mehyar, Rıza, FerhengiEbcediyi Arabi – Farsi, s. 134, Vajei “el-Emles” ve s. 860, vajei “Melase”, İntişaratı İslami, Tahran, çapı dovvum, 1375 h.ş.
[10] Madde-i Evveliyeyi Cihan, pasuh 272.
[11] Kuleyni, Muhammed b. Yakup; er-Rovzemine’l-Kafi(GulistanıA’li Muhammed), Tercüme ve şerhi Kemere-i, Muhammed Bakır, c. 1, s. 167 - 172, Kitapfuruşiyi İslamiyye, Tahran, çapı evvel, 1382 h.k; Muvelli Salih Mazenderani, Şerhi Usulu el-Kafi, Ta’likat: MuhakkıkŞe’rani, Tashih: Gaffari, Ali Ekber, c. 11, s. 440 ve 441, Daru’l-Kutubu’l-İslamiye, Tahran, 1388 h.k.
[12] Feyzi Kaşani, Muhammed Muhsin b. Şah Murtaza, el-Vafi, c. 26, s. 472, Kitaphane-i İmam Emiri’l-Müminin Ali (a.s), İsfahan, çapı evvel, 1406 h.k.
[13] SüleymaniAştiyani, Mehdi, Dirayeti, Muhammed Hüseyin, Mecmuayı Resail der şerhi ehadisi ez Kafi, c. 2, s. 467 – 472, Daru’l-Hadis, Kum, çapı evvel, 1387 h.ş.