Allah’ın adıyla
İslâm coğrafyasının birçok bölgesinde kargaşalıklar, isyan hareketleri ve buna mukabil Emevî zulmü devam ederken tabiri caizse İmâm (a.s) eli-kolu bağlı bir vaziyette Medine’de âdeta hapis hayatı yaşıyordu. Zira İmâm (a.s) velâyet ve imâmet misyonundan dolayı asıl olması gereken yerde değildi.
İmâm (a.s), babası Seyyid-i Şühedâ’dan (a.s) sonra ilâhî bir görev olarak üstlenmiş olduğu “imâmet“ misyonu ile Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın insanlar üzerine hüccetiydi. Bu velâyet misyonunun en önemli ve en aslî yönü insanlara hidâyet yollarını göstermekle birlikte siyasî anlamda Allah’ın şeriatına uygun bir şekilde İslâm ümmetinin sevk ve idaresini yüklenmekti. Zira İslâm ümmetinin istikrar ve güvenliği buna bağlıydı.
Ancak bu ikinci şık olmayınca birincisinden feragat etmek de söz konusu olamazdı, yani siyasî rehberlik hakkı gasp edilmesine rağmen elbette ki insanlara hidayet yollarını gösterme sorumluluğu devam etmekteydi.İmâm (a.s), Medine’de bulunduğu süre bu görevini ifa etmenin uğraş ve çabası içerisindeydi. (İmâm (a.s), terk-i diyâr ederek Yûnus (a.s) peygamberin durumuna düşmek istemiyordu herhâlde..)
Daha önce de söz konusu ettiğimiz gibi İmâm (a.s) Medine’de yaşadığı süre içerisinde büyük bir ciddiyetle halkı irşad edip aydınlatmaya devam etmekteydi. Atalarından devralmış olduğu ilmî mirası insanlara aktarmakla meşgûldü. Mescid-i Nebevî bugünkü tabirle ilköğretimden tutun üniversiteye kadar her kademede eğitimin verildiği bir merkez üs hâline gelmişti. Emevîlerin gözetim ve murakabe altında tutmaları, Şam’daki saraya hakkında sürekli raporlar sunulması İmâm’ı (a.s) faaliyetlerinden alıkoymuyordu.
İmâm (a.s) büyük bir özveri ile eğitim ve irşad çalışmalarını sürdürürken diğer taraftan da ümmete miras bırakacağı ilmini ders müfredatı olarak da öğrencileriyle paylaşmaktaydı.Yine daha önce aktardığımız gibi, İmâm (a.s) tefsir, hadis, siyer, fıkıh, akaid, ahlâk ve ayrıca pozitif ilim olarak matematik, fizik ve tıp (özellikle koruyucu hekimlik) gibi dallarda da eğitim faaliyetlerini sürdürmekteydi.
İmâm’ın bu mektebinden yüzlerce hatta binlerce öğrenci yetişmişti.Bu öğrencilerin çoğu İmâm’dan (a.s) aldıkları eğitim ve terbiye ile birer fıkıh alimi, birer ahlâk hocası olmuşlardı. İmam (a.s) her türlü ilimle birlikte asıl olarak ahlâk, edep ve irfânî konular üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Zira ahlâk, edep ve irfân olmadan diğer ilimlerle mücehhez kılınmak erdem ve fazilet sahibi olmak için yeterli değildi. Ayrıca Emevî sarayındaki işret âlemlerinin ve fahşanın sosyal hayata da sirayet etmeye başladığı öylesi bir ortamda edep, ahlâk ve irfânî eğitimin öncelenmesi zorunluluk arz etmekteydi…
İmâm Seccad‘ın (a.s) dua olgusu ile insanları Allah Teâlâ’ya yönlendirmeye ve Allah Teâlâ ile sürekli irtibat hâlinde olmaya sevk eden en büyük ilimî mirasından biri Saife-i Seccadiye’dir. Dua kipinde yazılmış olan bu eser insanoğlunun hemen hemen her konuda ve her türlü ihtiyaç ve müşkülünü Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya arz edebileceği niteliktedir. Ayrıca duaların içeriği ve muhtevası ile bir taraftan Müslüman bireyin kişilik gelişimi sağlanmaya çalışılırken diğer taraftan da bireysel ve sosyal yükümlülükler hatırlatılmaktadır. Kısacası risalet nûrunu yansıtan bu mükemmel eser her Müslüman için baha biçilmez büyük bir kıymet ifade etmektedir.
Ancak ne yazık ki Sünnî dünyası, Ehl-i Beyt yolu ile İslâm ve insanlık dünyasına miras olarak aktarılmış ilmî kaynaklardan bi haber olduğu gibi bu esere de bigâne kalmış durumdadır. Son zamanlar bir takım teliflerin yapıldığına şahit olmaktayız. Bu da memnuniyet verici bir gelişme sayılır..(Rabbim devamını nasip etsin.)
Sahife-i Seccadiye’ye göz attığımızda bir ummanla, bir derya ile karşılaştığımızı görmüş olacağız. Tevhidî bir akide olarak Allah’u Teâlâ’yı birleyip, her türlü eksik ve noksan sıfatlardan tenzih eden duâlardan tutun, bir mü’minin günlük olarak yapmış olduğu ibadetlerin içeriği ve kabulü ile ilgili niyazlardan; günahlardan arınmak ve tevbe ile ilgili yakarışlara kadar.. Ebeveynlere ve komşulara yönelik dualardan; esenlik ve sağlık talepleriyle ilgili niyazlara kadar.. Şeytanın ve düşmanın şerrinden sakınma ile ilgili dualardan; helâl rızıkla ilgili niyazlara kadar.. Şükür ve üstün ahlâk sahibi olmakla ilgili dualardan; ukba ve ahirete yönelik niyazlara kadar.. Ehl-i Beyt’in fazilet ve velâyetini ibraz eden salâvatlardan; içerisinde İsm-i A’zam’ın geçtiği o büyük duaya kadar engin bir hazinedir Sahife-i Seccadiye..
Ayrıca Sahife-i Seccadiye’de dikkatimizi çeken bir başka husus ise, siyasî ve sosyal sorunlara da dua tarzında değinilmesidir. Bunun nedeni o dönemde İmâm (a.s) ve onun çevresindeki kadirşinâs insanların Emevî zalimlerince gözetim altında bulunmaları olsa gerek! Zerre kadar can emniyetinin olmadığı öylesi bir ortamda, başta Kerbelâ katliâmı olmak üzere birçok cinayetlere imza atmış Emevî zulmünün tasallutu altında İmâm’ın (a.s) böyle bir tedbire başvurması onun feraset ve hikmetinden kaynaklanmaktadır. Aksi takdirde kendilerine yönelik bir baskın ve bir katliam girişimi onca ilmî mirasın heba olması demekti. Allah’u Teâlâ’nın muradı ise Ehl-i Beyt yolu ile Müslümanlara aktarılması gereken ilmî kıyamete kadar muhafaza edip baki tutmaktı.
Anti-parantez hemen şunu da belirtmiş olalım ki, Sahife-i Seccadiye’nin dua kipinde ele alınmasını ve her türlü sosyal sorunun da bu bağlamda aktarılmasını sadece o günkü konjonktüre, o günkü baskı ortamına bağlamamak gerektiği kanaatindeyiz. Zira “dua“ İslâm’da ve hatta diğer dinlerde de başlı başına bir fenomendir ve bir olgudur. Öyle ki, dua etme eğilimi her insanın fıtratına nakşedilmiş bir haslettir. Tapınma, temayül, iltica ve bir takım beklenti ve taleplerin halîk ve rezzak olan Allah’tan istenmesi fıtrî bir yöneliştir. Kur’ân’a baktığımızda insanın Allah Teâlâ nezdindeki değeri bile “dua“ olgusu ile bağlantılanıyor:
“De ki: ‘Sizin duanız olmasaydı, Rabbim size değer verir miydi?“ (Furkan:77)
Elbette ki, dua kavramını dar kapsamda ele almamak gerekir. Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) buyurduğu gibi: “Dua, ibadetin ta kendisidir.“(Tirmizî) Şu halde, Allah Teâlâ’nın rızasına yönelik her türlü söz ve eylem dua kapsamındadır. Söz konusu âyet bu bağlamda değerlendirilmelidir. Sahife-i Seccadiye’nin içerik ve kapsamlılığına baktığımızda “dua“ olgusunun bireysel ve sosyal hayatı ihata ettiğini görmüş oluyoruz. Sonuç olarak, dua sözcüğü ibadet kevramını ihata etmekte, ibadet olgusu ise bir davranış biçimi olarak bireysel ve sosyal hayatı da kapsamaktadır.
“De ki: ‘Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.“ (En’âm: 162)
“O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı..“ (En’âm.165)
Söz konusu halifelik misyonunu yüklenmek hayatın Allah’a vakfedilmesini zorunlu kılmaktadır.Bir önceki âyetten de anlaşılan budur. Özellikle Sahife-i Seccadiye bize bu hakikati anlatmaktadır. Üstelik harikulade bir belâgat, eşsiz ve olağanüstü edebî bir üslûpla..
Ehl-i Beyt aşığı nice mümtaz şahsiyetli âlimlerimiz yazdıkları eserlerinde Sahife-i Seccadiye’de geçen duâların içerik ve kapsamlılığından, dile getiriliş tarzı olarak alışılagelmişin dışındaki belâgatından ve yüce edebî üslûbundan büyük bir övgü ile söz etmektedirler. Ayrıca aziz İmâm’ın (a.s) enfüsî aleminden süzülüp gelen en içten duyguların Allah Subhanehu ve Teâlâ karşısında tezellül ve haşyet halinde dile getirilmesini büyük bir hayranlıkla ifade etmektedirler.Bu âlimlerimizden biri de Seyyid Muhsin Emin el-Amulî’dir. Sahife-i Seccadiye hakkındaki hayranlığını şöyle dile getiriyor:
“Sahife-i Seccadiye’nin lafızlarının belâgati, rakipsiz fesahati, içeriğinin yüceliği, Allah’u Teâlâ‘nın karşısında tezellülü ifade eden, O’na övgüleri içeren olağanüstü ibareleri; Allah’ın affını, keremini talep ederken başvurulan akıl almaz yöntemleri ve Allah’a tevessül ederken esas alınan edebî üslubu en güçlü bir şekilde gösteriyor ki, İmâm’a nispeti sahihtir, bu inci o denizdendir, bu mücevher o madenden çıkarılmıştır ve bu meyve o mübarek ağaçtandır… Salât ve selâm onun, tertemiz atalarının ve mutahhar evlâtlarının üzerine olsun…“ (Hayatu’l-İmâm Zeynelabidin, s.375)
Sahife-i Seccadiye’deki bu dua ve niyazların içeriği, muhtevası ve kapsamlılığı öz itibariyle Kur’ân ve Sahih Sünnet öğretisinden neşet etmektedir. Bunun semeresi ise hiç kuşkusuz, nübüvvet ilmine tam bir arınmışlık içerisinde rabbanî ilhâm yoluyla yaklaşmaktan geçmektedir.
“Ona ancak arınmış olanlar dokunabilir.“ (Vâkıa:79)
Yani Kur’ân’ı ve gayr-i metluv vahiy olan Sahih Sünnet’i ancak arınmış (mutahhar) olanlar böylesine ilmî derinlik ve hikmetle yorumlayabilir. Zaten mutahhar olmayanlardan böylesine yüce ve böylesine ulvî içerikte fesahat ve belâgat örneği beklenemez. Şecere-i tayyibe (birbirinden türeyen seçkin ve pak) olan Ehl-i Beyt imâmları ise ilim, irfân ve hikmetle donanıp, takva ve haşyetin zirvesinde masumiyetle mücehhez kılınmış Allah’ın gerçek “veli“ kullarıdır.
“..Biz ona ilim ve hikmet verdik..“ (Kasas:14) “.. Ona hikmet ve güzel anlatım yeteneği vermiştik.“ (Sa’d:20)
Yüce Allah tarafından kendilerine bahşedilmiş olan ilim ve hikmetten dolayıdır ki Ehl-i Beyt imâmlarının her biri (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun) “Kur’ân-ı Nâtık“ idi. Yani konuşan Kur’ân idiler. Bir yönüyle de onlar âdeta mücessem anlamda yaşayan Kur’ân’dılar.Ki bu bağlamda Hadis-i Şerif’ler mevcuttur.
Büyük müfessirlerimizin tespitlerine göre Kur’ân’da 313 tane âyet Ehl-i Beyt’in faziletinden, Allah Teâlâ ve ümmet nezdindeki konum ve örnek kişiliklerinden söz etmekte.Onların Müslümanlar nezdindeki saygınlığı, onlara sevgi, ihtiram ve itaatin farziyeti çok açık bir şekilde ibraz edilmektedir. Kendilerine itaatin farziyeti ise kuşanmış oldukları nübüvvet ilmîni en yüce liyâkatte temsil ettiklerinden dolayıdır.
Bir âyeti kerimede Ehl-i Beyt imâmlarının risalet ilmini temsil etmeleri “nûr“ kavramı ile izah edilmektedir. Allah Subhanehu ve Teâlâ mutlak ilim sahibi olduğu için “nûr“ kavramını önce kendisine isnad etmektedir: “Allah, göklerin ve yerin nûrudur.“(Göklerde ve yerde yaratıp hilkâtini verdiği her şeyin bilgisi onun katındadır.Elbette ki, Allah’u Teâlâ için nûr kavramı çok daha geniş anlamlar ifade etemektedir.) Söz konusu âyeti İmâm Ali (a.s) şöyle tefsir etmektedir: “Şu âyeti okuyupta manasını bilmeyenlere şaşarım?“Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûru tıpkı bir kandile benzer. “Kandil Muhammed sallallahu aleyhi ve alihi dir. “Kandil bir sırça içinde.“işte o sırça benim. “O da bir camın içinde.“Cam Hasan ve Hüseyin‘dir. “O sanki parlak bir yıldız gibidir“ OAli bin Hüseyin‘dir. “Mübarek bir ağaçtandır.“ O Muhammed bin Ali‘dir. “Zeytin ağacından.“ O Câfer bin Muhammed‘dir. “Ne “doğuya aittir.“O Musa bin Câfer‘dir.“Ne de batıya aittir.“ O Ali bin Musa‘dır. “Yağı neredeyse kendiliğinden yanacak.“ O Muhammed bin Ali‘dir. “Ateş ona deymese dahi.“O Ali Bin Muhammed el Nâki‘dir.“Nûr üzerine nûrdur.“ O Hasan bin Ali el Asker‘diri . “Allah o nûra istediğini hidayet eder.“İşte o nûr Kâim el Mehdî‘dir, Allah‘ın salât ve selamı onlara olsun. “Allah, insanlar için böyle misaller verir. Allah her şeyi bilendir.“ (Nûr:35)
İmâm Ali’nin (a.s)tasvir edip açıkladığı üzere Ehl-i Beyt imâmları ilmi Yüce Allah’ın bahşetmiş olduğu nûr ile derk etmekteydiler ve Yüce Allah’ın nûru ile ilme bakmaktaydılar. Yani o mübârek zatlar kesbî ilimle birlikte vehbî ilimle de mücehhez kılınmışlardı.
Âyet-i kerimede geçen “Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir..“ ifadesi hem ilmin bizzat kendisidir, hem “ilmin mutahhar insan sıfatında mücessem hâle gelmiş şekli“ diyebileceğimiz Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ve 12 Ehl-i Beyt imâmıdır. Tıpkı “Kur’ân-ı Nâtık“ ifadesinde geçtiği gibi. “Nûr Muhammed“ (s.a.a) ve “Nûr İmâmlar“ (a.s) veya “Hidâyet Önderleri“tanımı da buna istinaden olsa gerek. Nûr, aydınlık, kandil, meşâle ve çerağ gibi kavramlar bilgiyi temsil ettiği gibi, karanlık da cehaletin simgesidir. Ayrıca şöyle bir anlatımla diyebiliriz ki, rabbanî ilim mutlak doğrunun kaynağı olduğuna göre nûr kavramı da aynı zamanda “hidayet“ anlamına gelmektedir. Örneğin şu âyet-i kerime:
“Allah, imân edenlerin velisidir.Onları karanlıklardan nûra çıkarır.Küfredenlerin velisi ise tağuttur.Onları da nûrdan karanlıklara çıkarırlar. İşt onlar, ateşin halkıdırlar, onda sürekli olarak kalacaklardır.“ (Bakara:257)
Biraz açacak olursak; Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın kelâmı nûrdur, bu nûru insanlara aktaran Elçi de nûrdur ve her ikisinin mutahhar temsilcileri de nûrdur. Yani, mutlak hidayetin kaynağı Allah’u Teâlâ’dır; Resûlullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imâmları ise hidayetin temsilcileri ve yol göstericileridir. Bir başka ifadeyle, Allah’u Teâlâ’nın nûr ile hidayete eriştirmesi demek, kulunu Kur’ân’a, Peygamber’e (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’ imâmlarına yöneltmesi demektir. Zira Mutahhar imamlarımızın bizlere aktarmış olduğu ilmî mirasın menşei ve kaynağı Kur’ân ve Sahih Sünnet’tir. Kur’ân’ın ve Sahih Sünnet’in müfessiri ve muhafızı da Ehl-i Beyt imâmlarıdır.İlmin kapısı, ilmin mümessili onlardır. Ehl-i Beyt imâmlarının “Hidayet Önderleri,“ “Kurtuluş Gemisi“ veya “İlmin Kapısı“ olarak tanımlanmaları da bundan dolayıdır. Sahih hadislerin güvenilirliği ravîlerinin Ehl-i Beyt imâmları olmasıdır.Bu bir kıstastır.
Ancak ne yazık ki, Sünnî kardeşlerimiz Kur’ân ile çeliştiği halde ravî zincirini bazı sahabelere dayandırarak sözde hadisleri sahih olarak kabul etmektedirler. Ve ne yazık ki, din anayışlarını böylesi bir mantık üzerine inşa etmektedirler.
Gün gelir, “Zalim de olsa, fasık da olsa yöneticilerinize itaat ediniz“ sözü hadis olarak kabul edilir ve Muâviye gibi hâinlere, Yezid gibi zalimlere itaat edilir. “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız sizi doğru yola iletir“ sözü de hadis olarak kabul edilir ve bu sözde hadisle Muâviye gibi bir kan dökücüye “dokunulmazlık“ atfedilir. Ve daha nicelerine kutsallıklar verilir.. Talût örneğinde olduğu gibi, Allah’ın vasî olarak tayin ettiğine değil de “oldu-bitti“ ile hak gasp edene itaat edilir. (Bakara:247)
Bu tutum, bu hak gaspı Muâviye ve Yezid gibilere zemin hazırlar.Muâviye’nin yapıp-ettikleri öncekilerin ona emsal olmasındandır. Velâyet şahının evi yakılmaya teşebbüs edildiğine göre o da İmâm’ın (a.s) şahsında İslâm Devlet’ine karşı savaşa girişir. Muâviye’den sonra oğlu Yezid babası gibi kan dökmeye başlar. Kerbelâ faciası ile insanlık tarihinin en büyük faciasını ve cinayetini işler. Bununla da yetinmez “Hirre“ olayı ile Medine’de namuslar payimâl edilir. Olmadı Mekke’ye-haram bölgeye baskın yapılır, Kâbe-Beytullah mancınıklarla hedef alınır.
Sonrasında Mervan b. Hakem saltanata konar ve o da zulüm ve katliâmlarda Yezid melunundan geri kalmaz. Sonra Mervan b. Hakem’in oğlu Abdulmelik ve torunu Velid gibi zalimler bu ümmete eziyetle, zulümle hükmeder ve Haccac gibi kan içici komutanlar da kesim yapar, katliâm yapar, o da diğeri gibi mancınıklarla Kâbe’yi-Allah’ın evini yıkar. En kutsal değerler bile ayaklar altına alınır, çiğnenir-çiğnenir…
Aziz İmâm’ın (a.s) ilmî mirasından söz ettiğimiz esnada bunları neden aktarma ihtiyacı hissettik?! Çünkü söz konusu ettiğimiz “ilmî miras“ toplumsal hayata-devlet düzenine yön ve şekil vermek için vardır. Bu Rabbanî miras toplumsal düzeni tanzim etmek için vardır.Bu ilâhî miras insan temel hak ve özgürlüklerini teminat altına almak için vardır.Bu nübüvvet mirası insanları barış ve huzur içerisinde yaşatmak için vardır. Bu velâyet mirası yeryüzünde adâleti temin için ve İslâm medeniyetini tesis için vardır. İşte söz konusu gasıpların devreye girmesiyle insanlık bu ilmî mirasın getireceği namütenâhi güzelliklerden mahrum bırakıldı.Yüzyıllarca ümmet sultanların boyunduruğu altında öz Muhammedî İslâm’ın hayat bahşeden nezafetinden-paklığından uzak ve yoksun yaşadı.
Sonra kan içici emperyalistler devreye girdi. Onlar da İslâm coğrafyasını bir baştan diğer başa işgal ve talan ettiler.Bu işgal ve katliâmlar İslâm coğrafyasının birçok bölgesinde bugün de devam etmektedir. Kısacası ilmî mirastan ve vasîlerin siyasî rehberliklerinden mahrumiyet bu ümmete çok pahalıya mâl oldu. Ümmetin maddî ve manevî zenginlikleri talan ve pâyimâl edildi.
Tarih’in hiçbir döneminde bu ümmet gereği gibi bu ilmî mirasa ne sahip çıktı ve de faydalandı. Elbette bu ilmî mirasla hemhâl olan ve onun mücadelesini verenler de vardı. Ancak İmâm Humeyni’nin (r.a) Milâdî 1963 yılında İmâm Rıza’nın (a.s) kız kardeşi Masume validemizin medfun bulunduğu Kum kentindeki Fevziye Medresesi‘nden bir hurûc hareketi başlatmasıyla bu ilmî mirasa tam bir tevekkül ve tevessülle sahip çıkılmaya başlanmış ve bu sahiplenmenin bir semeresi olarak İslâm Devleti’ne kavuşulmuş oldu.
Yeryüzünden âdeta süreyya yıldızına kadar uzaklaşmış olan din bu kutlu devrim sayesinde tekrar yeryüzüne inip hayata yön, şekil ve renk vermeye başladı. Rabbimize hamd ve şükürler olsun ki kan içici emperyalistlerin elleri bu coğrafyadan kesildi ve nicedir kaybedilen izzet ve onura kavuşuldu. Zaman ve süreç içerisinde diriliş ve devrim bir muştu olarak diğer coğrafyalarda yaşayan Müslümanlara emsal oldu, örnek oldu.
Ancak ne yazık ki, Müslüman halklara vaziyet eden sözüm ona bir takım cemaatler mezhep taassubu ile bu devrimin diğer coğrafyalarda makes bulmasına engel olmaya çalıştılar. Bir takım kara propagandalarla bu kudsî devrimi perdelemeye çalıştılar. Büyük bir bağnazlıkla Müslüman halklarla bu kutlu devrimin arasına bariyerler koydular. İran’a tahmil edilen savaş yıllarında “Sünnî’dir“ diyerek Saddam gibi bir kan içiciye destek oldular. “Humeynî Fitnesi“ isminde kitaplar bastırıp Ehl-i Beyt mektebine mensup Şiîler tekfir edilir oldu. Böylesi menfî ve müstekreh-iğrenç propagandalara rağmen Rabbimize hamd ve şükürler olsun ki, feraset sahibi Müslüman kardeşlerimiz bu devrime, önderlerine ve bu devrimin temel dinamiklerine ilgi ve alâka duymaya başladı.Bu devrim ilhâmını Kerbelâ’dan, ahlâk ve erdemini Resûlullah (s.a.a) ve tüm Ehl-i Beyt imâmlarından almaktaydı.Zamanla diğer coğrafyalardaki kardeşlerimiz bu hakikâte aşina olmaya başladılar.
Aziz rehberimiz İmâm Humeynî’nin (r.a) duası inşallah kabul olacaktır: “Allah’ım! İnkılabımızı, yeryüzünün zalim ve diktatörlerinin zulüm kalelerinin ve sultalarının yıkılması için bir başlangıç kıl. “İşte bu duanın karşılığı olarak hak ve adâlet aşığı kardeşlerimiz bulundukları bölgelerde tağutları yıkmak için yeni yeni arayışlar içerisine girmeye başladılar.
Belki bu süreçte bir takım sancılar çekilecektir. Ancak bu umut verici gelişmeler, bu kıyam hareketleri İmâm Mehdi’nin (f.a) zuhuruna zemin hazırlayacaktır. Ve hiç kuşkusuz ümmetin felahı asıl o zaman olacaktır. Ve bu güzel inkişaftan bütün dünya insanlığı da nasibini alacaktır. Yeter ki meseleye vâkıf Müslümanlar İslâm Devrimi’nin temel dinamiği ve ilhâm kaynağı olan Ehl-i Beyt hakikatini ve onlardan bize miras olan Rabbanî ilmi asrın idrakine sunmak için büyük bir özveri ve çaba içerisinde olsunlar. Ayrıca şu hakikatte bilinmeli ki, ümmetin vahdeti ve selameti bu ilmî mirası sahiplenmede yatmaktadır.
Zira Ehl-i Beyt imamlarından biz İslâm ümmetine miras bırakılan ilim bütün Müslümanlar için hüccettir ve bağlayıcılık arzetmektedir. Çünkü mutlak hakikâtin menşeî olan risalet ilminin yegâne mümessilleri ve emanetdârları onlardır.Nübüvvet ilminin hazinedârları onlardır.Bu bahâ biçilmez hazine ümmete hediye ediliyor; ancak ne yazık ki İslâm Devrimi ile başlayan müspet gelişmelere ve bu devrimin bereketi ile Ehl-i Beyt ilmine aşinalık sürecine rağmen, halâ bir takım mezhebî taassup manialarıyla ve bir takım hizip fanatizmi bariyerleriyle bu hazine ile ümmetin arasına mesafeler, engeller konulmaya çalışılıyor. Açık bir ifadeyle belirtecek olursak söz konusu mânia ve bariyerlerle bu kutsal devrimi perdelemeye çalışanlar bilmedikleri halde din adına ahkâm kesen veya bildikleri halde Bel’âm misali az bir dünyevî menfaat karşılığı dinlerini satan gürûhtan başkası değildir.
“Gerçek, apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitapta açıkladığımız hidayeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lânet eder, hem de lânet ediciler lânet eder.“ (Bakara:159)
“Allah’ın indirdiği Kitaptan bir şeyi göz ardı edip saklayanlar ve onunla değeri az dünyevî metaı satın alanlar; onların yedikleri, karınlarında ateşten başkası değildir. Allah da kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları arındırmaz. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.“ (Bakara:174)
“Allah’ın âyetlerine karşılık az bir değeri satın aldılar, böylece O’nun yolunu engellediler. Onların yapmakta oldukları gerçekten ne kötüdür.“ (Tevbe:9)
Bu âyetler Emevî saraylarındaki din tacirlerini ve günümüzdeki ardıllarını tasvir etmektedir. Bunların dinî literatürdeki genel ismi Belâm’dır. Bilmedikleri halde ahkâm kesenler ise şöyle uyarılmaktadır:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?“ (Zümer:9)
“Emaneti ehline verin..“ (Nisâ:58)
“Kendilerine doğru yol gösterilmediği süre doğruyu bulamayan mı uyulmaya layıktır, doğruyu bilen mi uyulmaya layıktır?“ (Yûnus:35)
Ehl-i Beyt imâmlarına ihtiram ve itaatin farziyeti ümmet nezdindeki konumlarından dolayıdır. İlmin haznedârları dediğimiz Ehl-i Beyt imâmlarını İmâm Muhammed Bakır (a.s) şöyle tarif etmektedir:
“İster doğuya gidin, ister batıya gidin sahih ilmi biz Ehl-i Beyt’ten başka bir yerde bulamazsınız.“ (Usûl-u Kafî: 3/1042)
Şimdiye kadar kaydettiklerimizin özetini bu mübarek söz ibraz etmektedir. Hidayete tabi olmak isteyenler için açık adres de bundan ibarettir.Genel olarak İslâm ümmetinin Kurân-ı Kerim’de öngörülen medeniyete hâlâ ulaşamamış olması hakikât ilminin başka adreslerde aranmasından dolayır.Adres şaşıran veya şaşırtılan kardeşlerimizi incitmeden, örselemeden ve tahkiratta bulunmadan sevgi, şefkât ve merhametle ellerinden tutup hakikâtin adresine götürmeye çalışmalıyız.
Elbette ki bu zor bir durum, zira bugüne kadar içerisinde bulunulan mahâl “doğru“ olarak telakki edildiği için söz konusu adrese “yanlış“ demek incinmelere ve hatta reaksiyonlara neden olmaktadır. Oysa aklın yolu birdir. Bu mesele sağlıklı bir zeminde, akl-ı selimce tetkik edildiğinde hiç kuşkusuz “doğru mahâl-doğru adres“ ortaya çıkacaktır.
Olay bir yönüyle de şöyle zuhur etmektedir: Sünnî kardeşlerimiz istisnasız hepsi Ehl-i Beyt imamlarının manevî rehberliklerine inanmaktadır. Ancak iş, vâkıanın siyasî vechesine sirayet edince hemen adres değişikliği yapılmaktadır. Bu tenakuz, bu pardoks tutum süreç içerisinde öylesine bir hâl almaktadır ki, sadece ehil olmayanlara değil zalim sultanlara da itaat eder oldular. Oysa kuşanmış oldukları Rabbanî ilim ve yüklenmiş oldukları Nebevî misyon Ehl-i Beyt imâmlarının siyasî rehberliklerini de zorunlu kılmaktadır.
Konumuz İmâm Zeynelâbidin’in (a.s) ilmî mirası olduğuna göre buradan örnek vermiş olalım: İmâm (a.s) Emevî zulmünün cenderesinde bütün kuşatılmışlığına rağmen bizlere bıraktığı ilmî miras birçok yönüyle siyasî boyutlar içermektedir. Bunu o ilimle hemhâl olanlar çok iyi bilmektedir. Daha önce söz konusu ettiğimiz gibi “Sahife-i Seccadiye“ dua kipinde yazılmış olmasına rağmen içerik olarak ve sunduğu mesaj bakımından siyasî boyutlar ihtiva etmektedir. Biz bunu İmâm’ın (a.s) “Hukuk Risalesi“ isimli eserinde de görmekteyiz.
İslâm ümmetindeki siyasî handikap, sosyal hercümerçlik ve bireysel anlamdaki erdem eksikliğinin giderilmesi İmâm Zeynelâbidin’in (a.s) “Hukuk Risalesi“ isimli eseriyle mümkündür. Zira, bu risale bir taraftan insanın Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya karşı kulluk hukukundan söz ederken, diğer taraftan insanın beden ve uzuvlarının hukukunu anlatmaktadır. Dil, kulak, göz, el, ayak, mide ve avret gibi organların hak ve hukuku açıklanıp, bu uzuvlara karşı sorumluluklar izah edilmektedir. Ardından bir Müslümanın ifa etmiş olduğu namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin hukukunu ortaya serdetmektedir. Ki bunlar bireysel hukuka tekâbül etmektedir.
Sosyal ve siyasal bağlamda ise bu risale maddeler halinde insanın diğer insanlarla, insanın eşya ve tabiat ile münasebetlerine hukukî olarak mükemmel kriterler ve ölçüler koymaktadır. Kadın, anne, baba, evlat, kardeş, komşu hak ve hukukundan işçi, işveren, şirket ve mülk tasarrufu hukukuna kadar geniş bir yelpazede anlaşılır ve sade bir uslûpla meselelere açıklık getirilerek kurallara bağlanmış. Köleye, zımmiye ve düşmana karşı nasıl muamele edileceği hukuksal anlamda vuzuha kavuşturulmuş.Burada mesele hukuksal olsada şefkât ve merhamet öncelenmektedir. Kısacası bir başka ifadeyle olması gereken anayasal düzenin temel kriterleri rabbanî merhamet ve ilâhî ahlâk prosedürüne bağlanmaktadır.
Öte yandan aynı eser engin bir edep ve yüce bir ahlâk hazinesi olarak insanların istifadesine sunulmaktadır. Ki insanlar bu kriterlerle, bu ahlâk ve edep ölçüleriyle yüce şahsiyet ve manevî faziletler elde etsinler. Burada dikkatimizi çeken mükemmellik ise hukukun sadece adâlet zemininde ortaya koyulması değil, aynı zamanda edep, ahlâk, şefkât ve merhamet ögeleriyle beşerî hukuktan ayrışan çok farklı bir kisveye büründürülmüş olmasıdır. Yani bu risalede hukukî normlarla ahlâkî kriterlerin içiçeliğidir söz konusu olan.. Eser bu yönüyle “efradını cami, ağyarını mani“ yetkinliği ile mükemmel bir bütünlük arzetmektedir.
Son zamanlar olumlu bir gelişme olarak Sünnî kardeşlerimizin de Ehl-i Beyt imâmlarımızın ilmî mirasıyla ilgili teliflerde bulunduğunu ifade etmiştik. Bunlardan bir tanesi de “Hukuk Risalesi“dir. Ağustos 2010’da Nesil Yayınları tarafından tercüme edilip basılmış olan bu eserin içeriği ile ilgili tanıtımını (yazdıklarımızla paralellik arzetmesi hasebiyle) okuyucularımızla paylaşmak istedik:
“İslâm’ın “hak“ gerçeğine verdiği önem ve konuya gösterdiği duyarlılıktan hareketle kaleme alınan elinizdeki kitap, İslâm edebiyatının kıymetli eserlerinden birisidir. Peygamber (a.s.m.) torunu Hz. Hüseyin’in (r.a.) oğlu İmam Ali Zeynelâbidîn’e aittir. İnsan hayatı için uyulması gereken çok önemli ve canlı prensipler ihtiva etmektedir. İnsanı olumlu yönde geliştirmeyi hedef alır.İnsan hayatı için bir medeniyet inşasını amaçlar. Bu prensipler ışığında hayatını düzenleyen bir toplumda tüm psikolojik ve sosyal istikrar faktörleri mevcut demektir. Böyle bir toplumda, hayatı yaşanmaz hale getiren, başıbozukluğa, kargaşaya ve dolayısıyla huzursuzluğa da yer yoktur.“
“O büyük İmâm, insan hayatına derinlemesine ve genişlemesine bakmış ve insanı bütün boyutlarıyla ele alıp incelemiştir. İnsanın gerek Yaratıcısı, gerek kendi varlığı, gerek ailesi, gerek toplumu, gerek yöneticileri, gerekse hocası vs. ile ilişkilerine tek tek değinmiş, bu ilişkilerden doğan hak ve yükümlülükleri bir bir saymış, bunların titizlikle korunup gözetilmesini tavsiye etmiştir. Çünkü sosyal adâletin egemen olduğu, fertlerinin güven ve sevgi bağlarıyla birbirine sıkı sıkıya bağlı bulunduğu bir toplum, ancak böyle oluşturulabilir.Bunlar olmadan, sosyal gelişme ve ilerleme mümkün olmaz. Öyle görülüyor ki, bu prensipleri daha önce hiçbir âlim bu şekilde sistematik olarak sunmamış, hiçbir eğitimci böylesi orijinal tespitlerde bulunamamıştır.“
Takdire şayân bu ifadelere ek olarak diyeceğimiz o ki; eğer Müslümanlar bu ahlâkî kriterleri ve bu hukuk normlarını bir yaşam biçimi ve bir yönetim şekli olarak toplumsal hayatlarına hakim kılarlarsa hiç kuşkusuz bunun semeresi de son derece müspet sonuçlar doğuracak ve ümmet genelinde özlemi çekilen medeniyete kavuşulmuş olacaktır. (İran örneğinde olduğu gibi.)
İmâm Zeynelâbidin (a.s) İslâm ümmetine armağan ettiği bu Hukuk Risalesi ile dost-düşman herkesin takdirini kazanmıştır. Örneğin 38’nci maddede “Düşmanının bile senin üzerinde hakkı vardır“ deyip sadece hukukî zeminde değil ahlâkî anlamda da haddi aşmama konusu çok güzel bir tarzda izah edilmektedir.
(Günümüzden örnek verecek olursak; Kaddafi’nin vahşiyâne bir şekilde linç edilerek öldürülmesi İslâm hukukuna aykırı bir durumdur.Bugün Libya’da aşiret egemenliği için acımasızca birbirlerinin kanını döken gruplar var. Aşiretler kendi kontrolleri ve egemenlikleri altına aldıkları bölgelerde özerklik ilân etmektedir. Kısacası Ehl-i Beyt ilminden mahrumiyet İslâm adına ortaya çıkmış grup ve cemaatleri haddi aşan farklı tutumlara, ifrata saplanan farklı kulvarlara ve etnosantrik duyguların hakim olduğu farklı mecralara sürüklemektedir.)
(Müslüman halklar öncelikle muhtaç oldukları bu ilmî mirasa sahip çıkıp, onunla hemhâl olmalıdır.İran İslâm Cumhuriyeti mesulleri bu ilmî mirasa sahip çıktığından dolayıdır ki düşmanına bile şefkatle muamele ediyor. Hatırlanacağı üzere, İran karasularını ihlâl ettiği için bir İngiliz gemisine baskın düzenlenmiş ve 16 asker esir alınmıştı. Onlara nasıl muamele yapıldığını ve nasıl insancıl davranıldığını ve bilâhire ailelerine iade edilişlerini hatırlayın.Bir de ABD askerlerinin Guantanamo ve Ebu Garib hapisanelerinde Müslümanlara yaptığı işkenceleri gözönüne getirin!)
Sonuç olarak, bir takım yorum ve analizlerle İmâm Seccad’ın (a.s) ilmî mirasından kısmen de olsa söz etmiş olduk.Aslında bu konu çok daha geniş kapsamlı olarak ele alınıp insanlarımızın istifadesine sunulmalıdır.İran üniversitelerinde mutahhar imâmlarımızın (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun) ilmî mirası mastır ve doktora tezlerine konu olmaktadır.Bunun benzerini Türkiye’deki hukuk ve ilâhiyat fakültelerinde görmek isterdik.Yani asıl olarak tüm İslâm aleminin bu ilmî mirasa akademik seviyede sahip çıkmasını temenni etmekteyiz.
Hazım Koral