Allah-u Teala, Yasin Suresi’nin başlarında (altıncı ayette) şöyle buyuruyor: “(Bu Kur’an)ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” ancak diğer bir ayette (İsra Suresi, on beşinci ayet) şöyle buyuruyor: “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” Bu iki ayet arasındaki görünür uyuşmazlığı nasıl çözebiliriz?
Kısa Cevap
Bu iki ayet arasında herhangi bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Çünkü ikinci ayette (İsra Suresi, on beşinci ayet) bir peygamber göndermedikçe azap olmadığını söylüyor ancak birinci ayette (Yasin Suresi, altıncı ayet) “ataları uyarılmamış” diyor ve herhangi bir azaptan bahsetmiyor.
Ayrıntılı Cevap
Allah-u Teala, Yasin Suresi’nin başlarında (altıncı ayette) şöyle buyuruyor: “ (Bu Kur’an) ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” (Elbette, eğer “مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ ” ayetindeki “مَّا ” kelimesini nefiy manasında kabul edersek, ayetten, yukarıda zikrettiğimiz mana anlaşılmaktadır ve bu konu ileride bahsedilecektir.) Ancak bu ayette uyarılmamış topluluğun azabı hakkında hiçbir söz söylenmemiştir. Diğer taraftan söz konusu olanb diğer ayette (İsra Suresi, on beşinci ayet) şöyle buyuruyor: “Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” Bu iki ayet arasında uyuşmazlık olmadığı çok açıktır.
Ancak soruyu, üzerinde tartışma olabilmesi için şu şekilde ortaya koyabiliriz:
Eğer Yasin Suresi’nin altıncı ayetindeki “مَّا ” kelimesini nefiy manasında kabul edersek[1], cümle “ ataları uyarılmamış” anlamına gelmektedir. Diğer bir taraftan ise, Fatır Suresi’nin yirmi dördüncü ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Her millettin mutlaka bir uyarıcısı vardır” İlk bakışta, bu iki ayet arasında bir uyuşmazlık düşünülebilir, bu uyuşmazlığı halletmek için aşağıdaki noktalara dikkat etmeliyiz.
Uyuşmazlığı çözümlemenin yolları:
- Yasin Suresi’nin altıncı ayetindeki “مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ ” cümlesinde aşağıda zikredilen ihtimaller vardır:
a-) “مَّا ” nefiy manasında olabilir: “Ataları uyarılmamış toplumu uyarmalısın.”
b-) “مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ ” cümlesi, sıfat olabilir ve sonuç olarak şu anlama gelmektedir: “Ataları uyarılmış toplumu uyarmalısın.”
c-) “مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ ” cümlesindeki “مَّا ” mastar olabilir: “Toplumu, onların atalarını uyardığın gibi uyarmalısın.”
d-) “مَّا أُنذِرَ آبَاؤُهُمْ ” cümlesindeki “مَّا ” mevsul, mensup ve ikinci mef’ul olabilir: “Toplumu, atalarının uyarıldığı azaptan uyar.”[2]
İkinci, üçüncü ve dördüncü ihtimallere göre, bu iki ayet arasında hiçbir uyuşmazlık yoktur. Bu mana, Kur’an’ın, Nisa Suresi, yüz altmış beşinci ayeti ve Fatır Suresi, yirmi dördüncü ayeti gibi, diğer ayetleri tarafından doğrulanmaktadır. İmam Cafer-i Sadık (a.s.) nakledilen bir rivayette, şöyle buyurmaktadır: “Bu ayette kastedilen mana şudur: “Bu toplumu, atalarının uyarıldığı gibi uyar.”[3]
Sonuç olarak, ayetin diğer ihtimalleirne dayanarak ve diğer ayet ve rivayetlerin yardımıyla, söz konusu uyuşmazlık ortadan kalkmaktadır.
- Yasin Suresi’nde geçen, “atalarının uyarılmaması” cümlesinden kasıt, geçmiş ümmetler olmayabilir ve şayet kasıt, sadece bir takım nedenlerden dolayı peygamberlerin uyarısı onlara ulaşmayan insanlar olabilir.
Açıklama: Kur’an kültüründe, hiçbir ümmet uyarıcısız (peygambersiz) bırakılmamıştır. Ancak bazı kişilerin bir takım engellerden dolayı, peygamberlerin çağrısını duyamamaları mümkündür. Eğer bu kişiler, işledikleri hatalarda kendi payları yoksa, Allah katında özürlü sayılmaktadırlar.
Merhum Allame Tababai, Nisa Suresi’nin doksan sekizinci ayeti hakkında şöyle buyuruyor: “Ayetten anlaşıldığına göre, dinsel konular bağlamında cahillik, insanın kendisinden kaynaklanmayan bir kusurdan veya yetersizlikten ileri geliyorsa, bu insan, Allah katında mazurdur. Bu konuyu şöyle açıklayabiliriz: Yüce Allah, dini bilmemeyi ve dinsel şiarları egemen kılmaktan alıkonmanın her türlüsünü, ilâhî affın kapsamına girmeyen zulüm olarak nitelendiriyor. Sonra mustazafları, (zayıf bırakılmışları) bu genellemenin dışında tutup, zayıf bırakıldıkları için de mazeretlerini kabul ettiğini belirtiyor. Ardından onları, başkalarını da kuşatacak bir nitelikle yani, karşılaştıkları engeli kendilerinden defedecek imkânı bulamamak ve hiçbir çareye güç yetirememek vasfıyla tanımlıyor.
Bu anlam, etrafı kuşatılmış bir yerde tutulan ve bu nedenle dini bilen, dinin ayrıntılarından haberdar olan bir âlim bulunmadığı için dinsel bilgileri öğrenemeyen ya da bu bilgilere sahip olduğu hâlde dayanılmaz ağır işkencelerden dolayı onları pratiğe dökmenin bir yolunu bulamayan, bunun yanında düşünce zayıflığı, hastalık, bedensel noksanlık veya malî yetersizlik gibi bir olumsuzluk yüzünden, bulunduğu yerden çıkamayan, İslâm yurduna hicret edip Müslümanlara katılamayan bir kimse için geçerli olduğu gibi, zeka ve bilgisi dinsel bilgiler bağlamında sabit gerçekleri kavrayamayan, düşünsel olarak hakka ulaşamayan, hakka karşı inatçı, burun kıvırıcı bir tavrı kesinlikle söz konusu olmadığı ve hatta hakkın net bir şekilde önüne konulması durumunda ona kesinlikle tâbi olacağı hâlde bir takım etkenler yüzünden hakkı algılayamayan bir kimse için de geçerlidir.[4]
Elbette, bu açıklama (“uyarılmadıkları” ifadesine), Kur’an’ın yukarıda belirtilen diğer temelleriyle uyumlu olarak nasihat ve uyarının onlara ulaşmadığı şeklinde mana verdiğimiz zaman geçerli olur.