Vehhâbîlik dininin fikir olarak ortaya çıkması, Hicrî 661, Milâdî 1263 yılında Harran’da doğan İbn-i Teymiyye ile başlamıştır. Asıl adı Ahmed bin Abdülhalim olup, İbn-i Teymiyye lâkabıyla şöhret bulmuştur.
Tatarların zulmünden dolayı âilesiyle birlikte Şam’a geldi. Babası Abdülhalim kısa zamanda Şam’da parmakla gösterilmeye başladı. Şöhreti her tarafa yayıldı. Şam’ın en büyük camiinde vaaz ve ders kürsüsü vardı.
İbn-i Teymiyye küçük yaşlarda Kur’an-ı kerim’i ezberledi, daha sonra Hadis tahsiline yöneldi. Kısa zamanda tahsilini tamamladı. Henüz yirmi yaşına varmadan geniş mâlumat ile şöhret bularak ders okutmaya ve fetvâ vermeye başladı. Babası ölünce de onun yerine geçti. Bütün gözler kendisine çevrilmişti. Bir çok hayranı ve taraftarı oldu.
Başlangıçta İslâm şeriatını ihyâ ve İslâm’a karışan hurafeleri temizlemek gayesiyle ortaya çıkmıştı. Şu kadar var ki bazı itikadî ve amelî meselelerde cumhûr-u ulemâya, büyük müçtehidlere muhalefet etti. Salâhiyeti umumiyetle kabul edilmiş bulunan nüfuzlu şahsiyetleri çürütmeye çalıştı. Cami minberinde: “Ömer bin Hattab bir çok hatalar yapmıştır.” dediği gibi, Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- ve İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- gibi büyük zâtlara şiddetli hücumlarda bulunmuştur.
İmam-ı Süyutî onun hakkında:
“İbn-i Teymiyye kibirli bir adamdı. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek ve büyüklerle alay etmek âdeti idi.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın dinini kendisinin düzelttiğini, Kur’an-ı kerim’in mânâsını sadece kendisinin anlamış olduğunu söyleyen İbn-i Teymiyye; ehl-i sünnet âlimlerinin Kur’an-ı kerim’i ve Hadis-i şerif’leri yanlış anladıklarını iddiâ edecek kadar ileri gitmişti.
Sâlih kullar ve evliyâullah vasıtasıyla Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmanın İslâm’da yeri olmadığını iddiâ etmiş, eserlerinde şiddetle tenkit etmiştir. Yaşayan kullar vasıtasıyla da Allah-u Teâlâ’ya yakın olunamayacağı, onlardan yardım istenemeyeceği gibi, kim olursa olsun, ölenlerin de vasıta olunamayacaklarını ve kendilerinden yardım istenemeyeceğini söylemiştir.
İbn-i Teymiyye sâlih kulların ve peygamberlerin kabirlerini, Allah-u Teâlâ’ya yaklaştıracaklarını ümit ederek ziyaret etmenin câiz olmadığını iddiâ ettiği gibi; “Resulullah Aleyhisselâm’ın kabrini teberrüken ziyaret etmek caiz değildir.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı âlâ’nın kadim olduğuna kaniydi. Derinleştirdikçe isabetsizliği meydana çıkan bazı içtihatları da vardı.
Sapık fikirleri haddi aşınca Mısır’da iki defa hapse atıldı. Görüşlerinde isabet edemediği, bir çok âlimlerin tenkitleriyle sübut bulmuş, dalâlete düştüğü vesikalarla ispat edilmiştir.
Yaşadığı devirde büyük bir fikir hareketi meydana getirmiş, etrafında büyük bir çevre edinmiş, etkisini kendisinden sonraki nesillerde de devam ettirmiştir.
Hakiki âlimler tarafından “Beynel-ulemâ muallâk aam” diye anılan İbn-i Teymiyye, 1328 yılında ölmüştür.
Muhammed bin Abdülvehhâb (1703-1792):
Muhammed bin Abdülvehhâb 1703 yılında Arabistan’ın Riyad şehrine yetmiş kilometre uzaklıkta bulunan Uyeyne köyünde doğdu. İlk tahsilini kadı olan babasından aldı, daha sonra Mekke ve Medine’de tahsiline devam etti. Bu tahsili esnasında İbn-i Teymiyye’nin akâid ve fıkha dâir eserlerini ciddiyetle incelemiş, onun çarpık görüşlerinin etkisi altında kalmış, katı bir taassupla büyük bir bağlılık göstermiştir. Daha sonra da kendisini müçtehid zannedip çıkmıştır.
Mekke ve Medine’yi merkez edinerek çalışmaya başladığında pek ciddiye alınmadığı için Basra’ya geçti. Babası Abdülvehhâb bin Süleyman iyi bir müslümandı, çevresinde âlim olarak tanınıyordu. Oğlunun bozuk fikirler yaydığını görünce karşı çıktı, peşinden gidilmemesini var kuvvetiyle halka duyurmaya çalıştı.
İbn-i Abdülvehhâb birçok yerler dolaştıktan sonra tekrar doğum yeri olan Uyeyne’ye geldi. Oranın emiri olan Osman bin Hamd ile yakınlık kurdu ve onu kendisine inandırarak görüşlerini kabul ettirdi, altıyüz kişilik gücünden faydalandı. Daha sonra Uyeyne’nin mühim bir ismi haline geldi. Etrafında kendisini dinleyen ve destek veren büyük bir kalabalık çevrelendi.
İbn-i Abdülvehhâb kendi sapık görüşlerini yaymak için “Kitabu’l-Tevhid” adında bir kitap yazmıştır.
Kendine uymayanları kılıçla yola getirmek gerektiği üzerinde duruyordu. Ona göre bu hususta her türlü baskı uygulanabilirdi.
İbn-i Abdülvehhâb sadece sapık fikirlerini yaymakla kalmıyor, bunları zorla kabul ettirmeye çalışıyordu. Bu durum halkı korku ve endişeye sevketti. Bunun üzerine o civarın kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman bin Üreyir’e başvurarak yardım istediler. O da Uyeyne emiri Osman’dan İbn-i Abdülvehhâb’ı oradan sürmesini istedi.
İbn-i Abdülvehhâb orada barınamayarak Riyad’a yakın bir yer olan Der’iyye’ye yerleşti. Oranın emiri ve en nüfuzlu adamı Muhammed bin Suûd ile anlaştı ve işbirliği yaptı. Böylece görüşlerine siyasi bir güç kazandırmış oldu. Bu işbirliğinden Vehhâbî isyanları doğdu. İsyancılar Osmanlılar’dan bağımsız olarak kendi inanç ve düşüncelerine göre şekillenen bir devlet kurmak istiyorlardı. İbn-i Abdülvehhâb sapık fikirlerini yaymak için sağlam bir maddî desteğe kavuşurken, Muhammed bin Suûd da kendi nüfuzunu genişleterek Arap yarımadasına sahip olmak için fırsat elde etmiş oldu.
Bazı kabile reisleri de İbn-i Suûd gibi yaptılar ve İbn-i Abdülvehhâb’ın bâtıl fikirlerini kabul ettiler. İbn-i Abdülvehhâb da güçlenerek daha rahat çalışma fırsatı yakaladı. İslâm dinini saflaştırmak bahanesiyle bedevîleri etkisi altına almaya başladı. Çünkü onlar İslâmiyet hakkında şümullü bilgiye sahip değillerdi.
Arabistan topraklarının Osmanlı idaresinde olduğu dönemde bu bölgede Vehhâbî dininin temeli 1744’te işte böyle atıldı. Hicaz bölgesini istilâ ederek, oraları abluka altına aldı.
İbn-i Abdülvehhâb Der’iyye’de sapık fikirlerini yaymaya başladı, orada dersler düzenledi. Komşu kabilelerin emirlerine mektuplar yazarak fikirlerini aktardı. Kısa zamanda etrafında kalabalıklar toplandı.
Bu sapık adam kendisine uyanlara “Muvahhidler” adını veriyor, kendisine uymayanları “Hak dine girmeyenler” olarak görüyordu. Vehhâbîlik dinini resmen bu şekilde yaydı ve bu noktada ilâhlık dâvâsında bulundu.
Halkın dalâlete düştüklerini, tarikata girme ve benzeri şeyler yüzünden tevhidin bozulduğunu, bu gibi kimselerin müşrik olduğunu ileri sürerek kan ve mallarının kendisine inananlara helâl olduğunu, onları kılıçla yola getirmenin gerektiğini ilân etti.
Bölge halkına ganimet vaad eden bu sapık fikirler Necd bölgesinin halkına cazip gelmişti. Bu bölge asırlardır bir çok sapıklıklara sahne olmuştu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkan Müseyleme’tül-Kezzab, Secah, Tüleyhâ, Esved’ül-Ansî gibi sahtekârlar bu bölgede ortalığı karıştırmışlar, taraftar bulmuşlardı. Bölge daima isyancı grupların merkezi olmaya devam etmişti. Halk yağmacılığa, talana, isyan etmeye, baş kaldırmaya her zaman için meyilli idiler. Çok yaygın bir cehâlet hüküm sürüyordu.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Tevrat’taki âyetleri tebdil ve tahrif eden yahudi âlimlerinin durumunu anlattıktan sonra, onların peşinden giden avam halkın durumunu da haber vermekte ve her iki grubun aynı derecede sapıklık içerisinde olduklarını beyan buyurmaktadır:
“Onlardan bir kısmı okuma yazması olmayan ümmidirler, kitabı anlamazlar. Bir takım bâtıl şeyleri onlar sadece zanneder dururlar.” (Bakara: 78)
Saptırıcı önderleri izleyen kimseler, hiçbir bilgiye sahip olmaksızın körü körüne ve aptalca peşlerinden gittikleri, hakikata kulak vermedikleri, bir takım zan ve kuruntulara saplandıkları için dalâlete düşmüşlerdir.
Sonra Allah-u Teâlâ mal, menfaat, makam ve şöhret için peşlerinde sürükledikleri halkı sapıklığa düşüren önderleri Âyet-i kerime’sinde şu şekilde açıklamaktadır:
“Kitab’ı elleriyle yazıp da sonra onu az bir para ile satabilmek için: ‘Bu Allah katındandır.’ diyenlere yazıklar olsun!
Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline onların!” (Bakara: 79)
Bu Âyet-i kerime her ne kadar İsrâiloğullarından söz ederken zikredilmişse de hükmü elbette ki umûmidir.
İnsanları Hakk’tan uzaklaştırarak, ebedî azaba sürükleyen bu saptırıcılığın vebali şüphesiz ki çok büyüktür.
O bölgede pek çok kanlı baskınlar yapıldı. Vehhâbîliği kabul etmeyenler kılıçtan geçirildi, elde edilen malların beşte biri ganimet olarak hazine adı altında Muhammed bin Suûd ve avânesine ayrıldı, kalanı ise savaşa katılan süvari ve yaya çapulcular arasında ikili-birli bölüştürüldü. Bu durum doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı açılan bir başkaldırmadır. Vehhâbilik dinine girenleri himâye etti, İslâm dininde olanların mahvına çalıştı.
İşte bu Vehhâbî bozmalarının bu yaptıklarından bazılarını örnek olarak gösteriyorum, müslüman olan bunu yapar mı?
Bununla bir kâfirin arasında ne fark görebilirsin? O da kâfir, o da kâfir! Vehhâbîlik dinini savunanların kâfir oldukları buradan da görülebilir.
Babası...
Babası Abdülvehhâb bin Süleyman iyi bir müslümandı, çevresinde âlim olarak tanınıyordu. Oğlunun bozuk fikirler yaydığını görünce karşı çıktı, peşinden gidilmemesini var kuvvetiyle halka duyurmaya çalıştı.
Halkın dalâlete düştüklerini, tarikata girme ve benzeri şeyler yüzünden tevhidin bozulduğunu, bu gibi kimselerin müşrik olduğunu ileri sürerek kan ve mallarının kendisine inananlara helâl olduğunu, onları kılıçla yola getirmenin gerektiğini ilân etti.
Abdülaziz bin Muhammed bin Suûd
İbn-i Abdülvehhâb’ın başlattığı bu hareket, Muhammed bin Suûd vasıtasıyla siyasi bir cephe kazandığı için hızla yayıldı. Muhammed bin Suûd pek çok toprak ele geçirdi. Onun 1766’da ölümünden sonra bu toprak kazanma işi ve Vehhâbî isyanlarının askerî ve siyâsî liderliği oğlu Abdülâziz bin Muhammed bin Suûd tarafından devam ettirildi. Bu adam da babasından daha büyük heyecanla İbn-i Abdülvehhâb’a bağlandı.
Abdülaziz bin Muhammed Vehhabîler’in ikinci reisidir. Başa geçtikten sonra, babasının siyasetini takip ederek Vehhâbîlik dinini yaymak için otuz yıl Orta Arabistan’daki muhtelif kabilelerle mücadele etti, çok büyük katliamlar yaptı, pek çok müslümanın canına kıydı. Sözle, kitapla ve mektuplarla başlayan hareket; kılıçla, silâhla sıcak savaşa dönüştü.
1802 yılında Kerbelâ’yı yağmaladılar, Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh-in türbesinin damını yıktılar, mücevherlerle süslü olan sandukasını alıp götürdüler ve bölge halkını vahşice katlettiler.
Abdülaziz 1803 Şubat’ında Tâif’i ele geçirerek orayı yağmalattırdı. Kendisi de aynı yıl Kasım ayında Der’iyye’de bir câmide bir Şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü.
O tarihlerde Osmanlı Devleti’nin dış düşmanlarla savaş hâlinde olması ve zayıflamaya başlamasıyla İslâm âleminin her köşesinde iç karışıklıklar ve sapık fikirler günden güne artmaya başladı. Bu durum Vehhâbîler’in işini oldukça kolaylaştırdı, hızla taraftar kazandılar. Batılı devletlerin, bilhassa İngilizler’in de yardım ve teşvikleriyle bozguncu düşünceler halk arasında yayıldı. Kimileri bulundukları bölgelerde etkili oldular, İslâm’a ve müslümanlara büyük darbeler vurdular.
Osmanlı Devleti yıkılırken kışkırtıcı ve sapık mezhepler kendilerine bolca taraftar buldu, onlarla mücadele edecek kimse de kalmadı.
Din ve mezhep adına ortaya çıkan Vehhâbîlik, başlangıçta ciddiye alınmadı. Gelişi güzel bir mahkeme ile reddedilerek iş geçiştirildi.
Vehhabîler’in ikinci reisi
Abdülaziz bin Muhammed Vehhabîler’in ikinci reisidir. Başa geçtikten sonra, babasının siyasetini takip ederek Vehhâbîlik dinini yaymak için otuz yıl Orta Arabistan’daki muhtelif kabilelerle mücadele etti, çok büyük katliamlar yaptı, pek çok müslümanın canına kıydı. Sözle, kitapla ve mektuplarla başlayan hareket; kılıçla, silâhla sıcak savaşa dönüştü.
Vehhâbîler kendi inancında olmayanları küfürle itham ettikleri için Hâricîler’e benzemektedirler. Kendi fikirlerine olan zıt fikirleri İslâm’ın dışında olarak kabul ettiler, o fikirde olmayanları tekfir ettiler. Kanlarının mübah olduğunu, mallarının ganimet olarak alınabileceğini, kâfirlere yapılan muameleyi yapmanın onlar için de bahis mevzuu olduğunu söylediler.
Suûd bin Abdülaziz
Muhammed bin Abdülvehhâb’ın 1792 yılında ölmesine rağmen Vehhâbî hareketi durmadı, hatta daha da hız kazandı. Osmanlılar’ın devlet otoritesinin zayıflığından istifade eden Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular.
Abdülaziz bin Suûd bin Muhammed’in ölümüyle onun yerine geçen Suûd bin Abdülaziz, sınırlarını genişletmek için saldırılarını artırdı.
Vehhhâbîler 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke’yi ele geçirdiler.
İlk olarak Tâif’i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil oldukları için, Kur’an-ı kerim’leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i kerime’lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur’an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur’an-ı kerim’le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.
Bunu bir müslüman yapabilir mi? Kâfir olduklarını hâlâ görmüyor musunuz?
Vehhâbîler Tâif’ten sonra Mekke’yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtının doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.
Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.
Tevbe sûre-i şerif’indeki:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık Mescid-i haram’a yaklaşmasınlar.” (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime’sini delil göstererek müslümanları müşrik saydığını ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme’ye sokmadı.
Vehhâbîler kalabalık yerlere tellâllar çıkartarak: “Suûd bin Abdülaziz’in dinine girin!” diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb’ın görüşlerini kabule zorladılar.
Görülüyor ki doğrudan doğruya İslâm dinine cephe aldı, Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Buyurduğu halde Hazret-i Allah’a ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı geldi, Kitabullah’ı inkâr etti ve kendi dinini ilân etti.
Ey Vehhâbî bozmaları! Buna bir itirazınız var mı? Bunu hangi Âyet-i kerime ve hangi Hadis-i şerif’le izah edebilirsiniz?
Bütün bu zulümler olurken, Vehhâbîler’e karşı savaşan Şerif Galip, Osmanlı Devleti’nin yardım göndermemesine, Hicaz bölgesinin Vehhâbîler’in eline geçmesine ve Haremeyn halkının eşkiyanın esaretine düşmesine çok üzülüyordu. Bir yandan da hâlâ yardım geleceği ümidini besliyor, hatta Suûd bin Abdülaziz’i tehdit etmekten geri durmuyordu.
Ancak bütün bu tehditler Suûd’un zulmünü azaltmadı, aksine gurur ve kibrini daha da artırdı.
Bundan sonra Vehhâbî ordusu Medine’ye yöneldi. Suûd bin Abdülaziz, Medine halkına bir mektup yazarak, asırlardır hak din üzere olan müslümanları kendi dinine dâvet etti. Medine halkı bu mektup üzerine hayli korktularsa da müsbet veya menfî bir cevap veremediler. Bunun üzerine Vehhâbîler Medine üzerine yürüdüler ve halkı muhasara ederek aç ve susuz bıraktılar. Kendi görüşlerini kabul ederlerse onları affedeceğini söylediler. Onlar da başka çare kalmadığından ve en azından oyalamak için onun bu ağır tekliflerini kabul ettiler.
Vehhâbîler ilk iş olarak Medine’de ne kadar kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i hadrâ’yı bıraktılar.
Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:
“Peygamber’in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir davranıştır ve çirkin bid’atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır.” dedi.
Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.
Zira Allah-u Teâlâ:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
Âyet-i kerime’si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes’inin ve meleklerin salât-ü selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed’e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ’nın emrini hiçe sayıyor, hakikatin yerine bid’atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.
İslâm dininden çıkıp Vehhâbîlik dinine girdikleri gibi, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’sini inkâr edip arzularını hüküm yerine koyuyorlar. Bunları İslâm olarak mı kabul edeceksiniz, kâfir olarak mı tanıyacaksınız?
Medine halkı bu zulümlere sabrediyor, Vehhâbîler’i oyalamaya çalışıyordu. “Hilâfet-i İslâmiye merkezinden elbette asker gönderirler.” diye düşünüyorlardı. Tam üç sene sabırla beklediler, asker gelmeyince İstanbul’a bir heyet gönderdiler. Fakat görüştükleri kimseler, durumu padişaha etraflıca bildirmediler. O sıralarda da devletin başında bir hayli gâile vardı, bunun içindir ki bu mühim husus ile ilgilenemediler.
Vehhâbîler 1811 yılında kuzeyde Halep’den Hint okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıldeniz’e kadar yayıldılar.
Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti Vehhâbîler’in bir tehlike olmaya başladığını farketti, bunlara bir “Hâricî” hareketi olarak bakıldı. Bastırmak için çabalar gösterildi, Mısır ve Bağdat valilerine emirler verildi.
Osmanlı padişahı İkinci Mahmud, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı bu tehlikeyi bertaraf etmesi için görevlendirdi. Kavalalı, 1812-1813 yılında oğlu Tosun emrinde Vehhâbîler’in üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordu Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Tâif’i Vehhhâbîler’in elinden kurtardı.
Daha sonra Kavalalı bizzat kendisi, Abdullah bin Suûd’un üzerine yürüdü. Vehhâbîler her ne kadar direndilerse de, 1814’te Abdülaziz’in âni olarak ölümü üzerine bozguna uğradılar, kuvvetleri dağıldı.
Abdülvahhab’ın oğlu Der’iyye kadısı Süleyman’ı da öldürdü. İbn-i Abdülvehhâb’ın diğer oğlu Ali de Hacc’da yakalanarak öldürüldü. Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah’ı ve çocuklarını yakalayarak İstanbul’a gönderdi. Bunlar 17 Aralık 1819’da burada idam edildiler. Böylece Vehhâbîler’in ilk dönemi kapanmış oldu.
Ancak Vehhâbî hareketi durmadı. Savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Suûd hânedânından Türkî bin Abdullah, Vehhâbî kuvvetlerini toplayarak Necd bölgesinde yeniden faaliyete geçti. Riyad’ı başşehir yaparak 1821’de ikinci Vehhâbî devletini kurdu.
Bu yönetim başlangıçta askeri hareketlerle, 1843’ten sonra da Osmanlı Devleti’ne tâbi olmayı kabul ederek 1891’e kadar ayakta kalmayı başardı.
Allah-u Teâlâ:
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.
Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.” (Ahzâb: 56)
II. Abdülaziz, Arabistan yarımadasında gücünü artırmak için İngilizler’le işbirliği yaptı. Sonraki yıllarda Arabistan’ın diğer bölgelerini de ele geçirerek topraklarını genişletti. Abdülaziz 26 Aralık 1915’te İngiltere ile özel bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı olan bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanındı. İngilizler de muazzam paralarla bunlara destek sağladı. Anlaşmaya göre Abdülaziz’in ele geçirdiği toprakların kesin yönetimi ona âit olacak, ondan sonra da yönetim çocuklarına geçecekti. Ancak bu toprakların yöneticileri hiçbir şekilde İngiltere’nin aleyhinde olmayacaklardı.
Birinci Dünya Savaşı’nın Osmanlı devletinin aleyhine sonuçlanması üzerine, İngilizlerin de araya girmesiyle Osmanlı devleti 1918 yılı sonlarında Medine’den çekildi. Vehhâbîler bundan sonra, Hâşimîler’in elinde kalan Mekke, Medine, Cidde ve Tâif’i ele geçirdiler. Abdülaziz bin Suûd 1926 yılının Ocak ayında “Necd ve Hicaz kralı” olarak kabul edildi. 17 Mayıs 1927’de İngilizler’le yapılan Cidde anlaşmasından sonra tam olarak bağımsız hâle geldi.
18 Eylül 1932’de Abdülaziz bin Suûd, ünvanını “Suûdî Arabistan Kralı” olarak değiştirdi. 4 Kasım 1953’de ölümüne kadar da Arabistan kralı olarak yaşadı. Krallığı boyunca Vehhâbî zihniyetini canlandırmak için çalıştı.
Onun arkasından oğlu Suûd bin Abdülaziz kral oldu. Onun 2 Kasım 1964’te ölümünden sonra yerine kardeşi Faysal bin Abdülaziz geçti. Onun 13 Haziran 1982’de ölümünden sonra da yerine kardeşi Fahd bin Abdülaziz geçti. Fahd, kardeşleri ile arasındaki saltanat rekabetinde Amerika’dan destek gördü ve krallığa geçmesinden sonra bu memleketi tamamen Amerika’nın güdümüne soktu.
Vehhâbîlik sadece Arap yarımadasında kalmamış, kısa zamanda harice de taşmıştır. Hacc için bu bölgeye gelenler Vehhâbîlik’ten etkilenmişler, memleketlerine dönünce bu sapık fikirleri yaymaya çalışmışlardır.
İngiltere ile özel bir anlaşma
Anlaşmaya göre Abdülaziz’in ele geçirdiği toprakların kesin yönetimi ona âit olacak, ondan sonra da yönetim çocuklarına geçecekti. Ancak bu toprakların yöneticileri hiçbir şekilde İngiltere’nin aleyhinde olmayacaklardı.
Vehhâbîlik sadece Arap yarımadasında kalmamış, kısa zamanda harice de taşmıştır. Hacc için bu bölgeye gelenler Vehhâbîlik’ten etkilenmişler, memleketlerine dönünce bu sapık fikirleri yaymaya çalışmışlardır.
Bugünkü Durum
Bilindiği üzere bugün Suûdî Arabistan yönetiminin elinde olan topraklar İslâm’ın beşiği olan topraklardır. Bu itibarla bu toprakların İslâmî tarihi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamber olarak gönderilmesiyle başlamıştır. Bazı küçük karışıklıklar ve ayaklanmalar müstesnâ tutulursa, bu dönemlerde bu topraklar devamlı olarak hilâfeti temsil eden devletin yönetimi altında olmuştur.
Bugünkü Suûdî Arabistan’da kral çok geniş yetkilere sahiptir. Kanun yapma yetkisi kralın elindedir. Anayasalarına göre memlekette tatbik edilecek kanunların şeriata dayanması gerekir. Fakat bunun tatbikatı hiçbir zaman yapılmamaktadır. Uyguladıkları şeriat değil krallıktır. Eğer krallığın korunmasında şer’î bir hüküm varsa, onu çok sıkı uygularlar. Vehhâbîler krallarını “Sahîh imanın temsilcisi”, “Şeriatın savunucusu” olarak sayarlar.
Anayasayı değiştirme yetkisi kralın elindedir. Kral 1993’te altmış üyeli Danışma meclisi kurdu ve üyelerin tamamını bizzat kendisi belirledi. Ancak bu meclisin yetkileri oldukça sınırlıdır ve kral istediği zaman toplanmaktadır.
Şeriatın normalde bütün herkese karşı işlenmesi gerekirken Suûdî Arabistan’da “Siyade” denilen ve kralla onun çevresindeki kişilerin meydana getirdiği sınıfın dokunulmazlıkları vardır.
Yönetim kadrosunu meydana getirenlerin büyük çoğunluğu Suûd âilesine mensuptur. Kendilerine “Emir” denilen idari bölge yöneticilerinin tamamı Suûd âilesine mensuptur. Bütün üst kademe yöneticileri kral tarafından tayin edilir. Onlar da kendi emirlerinde çalışacak kişileri tayin ederler. Bütün yetkili kişiler tayinle belirlenir, hiçbir yerde seçim yoluna gidilmez.
Suûdî Arabistan’daki kraliyet rejimine ve insan hakları ihlâllerine karşı tepkiler son yıllarda iyice su yüzüne çıkmaya başladı. Bu yüzden çeşitli üniversitelerde ve bakanlıklarda görevli olan ve tanımış kişiler 1993 yılının Mayıs ayında bir bildiri yayınlayarak yönetimi ilâhî hükümlere dönmeye ve İslâmî hükümlerin insanlara sağlamış olduğu hakları güvence altına almaya çağırdılar.
Şu kadar var ki bu bildiriye imza atanların hepsi görevlerinden uzaklaştırıldı, birçoğu da tutuklandı. Buna rağmen üniversite çevresindeki rahatsızlık devam etti. Aynı yılın Ağustos ayında altmış öğretim görevlisi kraldan, tutuklananların serbest bırakılmalarını istediler. Çok geçmeden bazı imamlar ve ulema da yönetimin baskıcı ve İslâm’a aykırı uygulamalarından duydukları rahatsızlığı dile getirdiler. Bu gelişmeler üzerine de çok sayıda imam görevden uzaklaştırıldı ve birçoğu tutuklandı.
Şu anda yönetim kendisine yönelik tenkitleri ve tepkileri zorla susturmaya çalışıyor. Gittikçe yaygınlaşan bu rahatsızlığın ileride çok ciddi bir patlamaya yol açacağı şüphesizdir.
Yüzbin kişi civarında bir ordusu olan Suûdîler’in üç yüz bin kişinin çalıştığı istihbarat ajan örgütü bulunmaktadır.
Kraliyet’i tenkit eden kişiler olduğu halde, üç-beş tanesi bir araya gelince bu eleştiriyi yapamazlar, herkesten ajan diye şüphe ediyorlar. Diktatör idarenin ayakta durması esasını da bu ajanlar teşkil ediyor, yani her yan ajan kaynıyor.
2000 yılında, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında hazırlanan “Hazret-i Kur’an’da Yahudilerin Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü” adıyla 624 sayfalık büyük boy bir eserimiz neşredilmiştir.
Ey küfre imrenen kâfirler ve câhiller! Bu kitabı bir okuyun da ibret alın! Yahudilerin hıristiyanların ve münafıkların sahtekârlıklarını güzel bir öğrenin, küfre imreneceğinize aslınıza dönün ey gâfiller!
Uyguladıkları şeriat değil krallıktır.
Eğer krallığın korunmasında şer’î bir hüküm varsa, onu çok sıkı uygularlar. Vehhâbîler krallarını “Sahîh imanın temsilcisi”, “Şeriatın savunucusu” olarak sayarlar.
2000 yılında, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında hazırlanan “Hazret-i Kur’an’da Yahudilerin Hıristiyanların ve Münafıkların İçyüzü” adıyla 624 sayfalık büyük boy bir eserimiz neşredilmiştir.
Ey küfre imrenen kâfirler ve câhiller! Bu kitabı bir okuyun da ibret alın! Yahudilerin hıristiyanların ve münafıkların sahtekârlıklarını güzel bir öğrenin, küfre imreneceğinize aslınıza dönün ey gâfiller!
Yaratmak da Emretmek de Ancak Allah-u Teâlâ’ya Mahsustur
Ulemâ-i kiram’dan Muhammed İbn-i Âbidîn -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Vehhâbîler’in hakkında “Reddül-Muhtar” adlı eserinde buyurur ki:
“Zamanımızda Abdülvehhâb’a tâbi olanlar Necid’den çıkarak Harameyn’e musallat olmuş, Hanbeli mezhebinin yanısıra, edindikleri bazı itikatlarla ancak kendilerinin müslüman olduklarını, muhaliflerinin müşrik olduklarını iddia etmiş, ehl-i sünnet ile savaşı ve ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mübah saymışlardır.” (Cilt: 4, sh: 262)
Bunu bir müslüman yapar mı? Aslâ yapmaz!
Mâlikî ulemâsından Es-Sâvî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri de Celâleyn Tefsiri’ne yaptığı Şerh’in ilgili bölümünde şöyle buyurur:
“İbn-i Abdülvehhâb ve mukallidleri: ‘Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Resulullah’ diyen Ehl-i sünnet’i kendi rey ve te’villeriyle tekfir ettiklerinden dolayı Hâricî zihniyetindedirler.”
Bunların içyüzlerini öğrenin, müslüman olmadıklarını bilin!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.
Kurtuluş ise tek bir fırkadadır. Onlar da Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emrine tâbi olanlardır.
Bu müjde; ona inanmış, onun yolunu seçmiş olanlara, onun izinden ayrılmayanlara âittir. Öyle ki ona kendinden fazla inanmış, onun yolunu beğenmiş, hüve hüve o yoldan gidiyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:
“Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.” (Sebe: 20)
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her zaman için mevcuttur. İşte bu bir fırkanın mevcut olması sebebiyle bu dalâlet üzerine gidilebiliyor.
Görünüşte bunlar da müslüman. Fakat bunlar Resulullah Aleyhisselâm’ın yolunda değil. Yetmişüç fırkanın yetmişikisi cehennemlik olduğuna göre, Hadis-i şerif aynen tezahür etmiş oluyor ve bunlar da cehennemlikler arasındadır.
“Bunlar da müslüman!” demeyin. Hadis-i şerif’e bakın, cehennemlik olduğunu öğrenin.
Onlar zaten ümmet olmayı bile kabul etmiyorlar, Ümmet-i Muhammed fırkasından olmaya bile râzı değiller.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Daha önce hem kendileri sapmış, hem de birçoklarını saptırarak doğru yoldan ayrılmış bir topluluğun hevâ ve heveslerine uymayın.” (Mâide: 77)
İşte iman ile küfrün, hak ile bâtılın ayırım noktası budur.
Onun içindir ki bu hususta sizi uyarıyorum. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle gerçeği ispat ediyorum.
Bu kadar izah ve ispattan sonra Hakk’tan sapar onlara meylederseniz, ateşin size dokunacağını katiyetle bilin! Şayet imanınız varsa!
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Zulmedenlere meyletmeyin, sonra size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra yardım da görmezsiniz.” (Hûd: 113)
Kendilerinde zulüm bulunan kimselere meyletmek insanı ateşe götürürse, zulmü kökleşmiş olanlara eğilim duymanın, üstelik tamamen meyletmenin neticesini düşünmek gerekir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.” (Nisâ: 140)
Onlardan hiçbir farkı kalmaz. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhâl oldukları gibi, cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Dünyada iken şer kapısını açıp onun tellâllığını yapan, kendilerine tâbi olanları yoldan çıkarıp saptıran küfür liderleri; kendilerine uymalarından gurur duydukları kimselerle beraber o gün cehenneme atılırlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın nimetini nankörlükle karşılayanları ve (peşlerine taktıkları) toplulukları helâk olacakları yere, yaslanacakları cehenneme götürenleri görmedin mi?” (İbrahim: 28)
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların, dinden diyanetten mahrum bırakanların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Fakat Allah-u Teâlâ’nın kendilerine verdiği aklı kullanmayıp, dinin ilâhî beyanlarını dinlemeyip, bu gibi saptırıcıların gösterdikleri çıkmaz yollara sapan kimseler de onlar gibi azaba müstehak olmuşlardır. Kendilerini mazur göstermeye asla salâhiyetleri olamaz.
Aslında Suûdî Arabistan’da halk da Vehhâbîler’den ve yönetimden memnun değildir. Halk sindirildiği için kimse ses çıkaramamaktadır. Halkın arasında çok sayıda ajan mevcuttur.
Bizim beyanlarımız aslâ Ehl-i sünnet vel-cemaat olan Araplar’a değildir. Onlara saygı ve sevgimiz sonsuzdur. Zira ben de Arab’ım, Resulullah Aleyhisselâm’ın aslındanım ve onun yolundayım.
Sözümüz Araplar’a değil; İslâm dininden çıkmış, dinini kurmuş Vehhâbîler’edir.
Nitekim 1995 yılında da Arabistan’daki katliâma haklı olarak müdahalemiz olmuştur. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle hakikati ortaya koymuşuzdur. O zamanki beyanlarımızı da bu kitabımızın sonunda bir bölüm olarak önünüze seriyoruz.
Elhamdülillâh ilmim vehbidir, şimdiye kadar yirmibeş cilt büyük boy kitabımız neşredilmiştir. Otuzbeş kadar da kitapçık mevcuttur. Bu eserler onaltı bin sayfayı bulmuş ve Kur’an-ı kerim’in tamamı kitaplarımızda yer almıştır. Bütün mevzular hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle mühürlüdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (A’râf: 54)
Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, kitap O’nun kitabıdır.
Hükmünü hiç kimse değiştiremez, verdiği kararı hiç kimse bozamaz. Emir, yasak, tedbir ve irade, tam tasarruf O’na âittir. Dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. Mahlukun hiç hükmü yoktur. O yaratıyor, hükmü de O veriyor.
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur.
Eğer onlar “Allah-u Teâlâ’ya inandık, iman ettik!” diyorlarsa bu Âyet-i kerime’ye de inanmaları gerekir.
Ya inanacak iman edecekler, veyahut da alenen kâfir olduklarını ilân edecekler.
Biz ilân ediyoruz, onlar da ilân etsinler!
Mâlikî ulemâsından Es-Sâvî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri buyurur ki;
“İbn-i Abdülvehhâb ve mukallidleri: ‘Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Resulullah’ diyen Ehl-i sünnet’i kendi rey ve te’villeriyle tekfir ettiklerinden dolayı Hâricî zihniyetindedirler.”
Aslında Suûdî Arabistan’da halk da Vehhâbîler’den ve yönetimden memnun değildir. Halk sindirildiği için kimse ses çıkaramamaktadır. Halkın arasında çok sayıda ajan mevcuttur.
source : abna24