Dünya hayatı iki kere değildir (ki birinde tecrübe kazanasın, diğerinde ise tecrübelerinden yararlanarak mükemmel bir yaşam sürdüresin).
Büyük Arif Şahabadî
Ey kardeşim, sen varsın ve ölmeyeceksin. Ölecek olan, şu bedenindir. Sen sürekli yaşayacaksın. Ahiret hayatı için bir hazırlık gördün mü? Kalıcı olmadığını bildiğin şu üç günlük dünya için ne kadar çabalıyorsun, bir bak! Kalıcı ve ebedî olan "orası" için hangi çabayı gösterdin, ne hazırladın?! Orada yaşayış tek başınadır, ihtiyaçlarını da yalnız başına görmelisin. Borç ve ödünç alma imkânı da yoktur. Aslında oraya hazırlık yapmak için buraya gelmiş bulunuyorsun.
Masum İmam (a.s) şöyle buyuruyor:
"Dünya hayatı iki kere değildir (ki birinde tecrübe kazanasın, diğerinde ise tecrübelerinden yararlanarak mükemmel bir yaşam sürdüresin)."
İşini azim ve iradeyle düzeltmelisin. İradeni kullanarak ahiret hayatına yön vermelisin. Orası aklın, nefsin ve duyularınla kazandıklarının sonucudur. Yani, aklın hak maarif ve sahih inançla, nefsin güzel ahlâkla ve duyuların sahih ve salih amellerle aydınlanmalıdır.
Berzah ve ondan sonraki âlemin önemli hedeflerine ulaşmada ölçü, Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve Hidayet İmamları'nın (a.s) mukaddes şahsiyetleridir.
Doğru inanç, Hz. Peygamber'in (s.a.a) inancına uyduğu zaman doğru, güzel ahlâk onun ahlâkına benzediği zaman güzel ve salih ameller onun amelleriyle örtüştüğü zaman salihtir.
Burada ne yaptıysan, orada onu bulacaksın.
Berzah âlemi bu ilke üzerine kurulmuştur. Nitekim Hak Teala Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Her insanın yaptığı işleri boynuna astık ve kıyamet gününde onun önüne bir kitap çıkaracağız, herkes ne yapmışsa hepsini o kitapta yazılmış bulacak."[1]
Berzahta, insanın duyu organlarıyla yaptığı her iş, berzahtaki suretiyle karşısına çıkacaktır. Dünyada namahreme bakmışsa, burada göz ile gördüğü yüz arasındaki mesafe ışık dolu olduğu gibi, orada ateşle dolacak. Burada kavuşmak istediği yüzler berzahta o kadar çirkin olarak karşısına çıkacak ki, "Keşke seninle benim aramda doğuyla batı kadar bir uzaklık olsaydı!"[2] diyecek.
Burada haram kazançla piliç kızartıp yemiş ve duyularıyla ondan zevk almışsa, orada kızartılmış piliç ateş olarak ortaya çıkacak ve bütün duyuları azap görecektir.
Hatem'ül-Enbiya Hazretleri'nin (s.a.a) insanın kurtuluşu için yaptığı, "Yetimlerin mallarını zulümle yiyenler, ancak ateş yerler; o mallar onların karınlarında ateştir âdeta ve onlar alevli ateşe atılacaklardır."[3] şeklindeki keşfi bunun bir örneğidir sadece. Çünkü bu, genel bir şeydir; yalnız yetimin malını yemekle sınırlı değildir.
Burada zahmet ve zorluklar var. Hak Teala'ya kulluk sunmak amacıyla soğukta abdest almak, sıcakta oruç tutmak ve mal harcamak var. Berzahta bunlar, Hakk'ın rızasının suretini görmek ve ilâhî nimetlerle mükâfatlandırılmak olarak ortaya çıkacak.
Kısaca ahiret hayatı, ilim ve edeple elde edilir ancak. Kurtuluş, iman ve amele bağlıdır.
"Ey iman edenler" hitabı, kulluk mertebesinde Hak Teala'dan başkasını görmeyenlere yönelik bir hitaptır.
Oradaki hürriyet, buradaki Allah'a kulluğun neticesidir. Gerçek anlamda Allah'a kul olan bir kimse, ne kendisini görür, ne de ibadetini. Onun için "Yalnızca sana tapıyorum." der.
Yine berzahta, kalbin kazandıkları da ortaya çıkacak, insanın boş ya da dolu olduğu belli olacak. Dünyada sabır melekesini taşıyor muydu? Hayâ ve iffet melekesine sahip miydi? Adalet melekesi var mıydı? Yoksa bu meleke ve sıfatlardan yoksun muydu? Bütün bunlar bir bir ortaya çıkacak. Bunlara sahip olana değer verilecek, olmayana itina edilmeyecek.
Yine berzahta, aklın neyi kabul, neyi reddettiği, neye inanıp neye inanmadığı da araştırılacak. Kabul ettiği ve inandığı şeyler, sahih, hak ve ilâhî öğretiler ise, cennet ve ebedî saadetle müjdelenecek; batıl, bozuk ve şeytanî inançlar ise, ateş ve ebedî şekavetin kendisini beklediği bildirilecek.
Âlemlerin Rabbi, insana gerçekleri anlama idraki vermiştir. İnsan bununla, âlemin başlangıcını, sonunu ve yaratıcısının kim olduğunu anlar. Bütün bu gerçekleri keşfetmek, gaybin gizliliklerinden haberdar olabilmek için, insana "akıl" verilmiştir.
Bu yüzden berzah âleminde akıl sorguya çekilir: "Dünya okulunda yirmi, kırk, yetmiş sene ya da daha çok kaldın; bu süre içinde neler elde ettin? Ne idin, ne oldun ve ne kadar bilgi edindin?" diye.
Dünya bir okuldur; bu okulun öğretmenleri peygamberler ve alimlerdir. Semavî kitaplar, özellikle de bu kitapların en üstünü olan Kur'ân-ı Kerim, bu okulun ders kitaplarıdır. Bu yüzden "Bu imkânlarla ne yaptın?" diye soracaklar.
Bu nedenle de cenaze mezara konunca hak inançlar ve gerçek bilgiler ona telkin edilir. Ancak telkin, öğretmek amacıyla yapılmamaktadır. Çünkü mezar öğrenmek yeri değildir. Telkin, sadece bir hatırlatmadır.
Berzah, sürekli kalınacak âlem de değildir. Orası amel, ahlâk ve inançların arıtıldığı, tasfiye edildiği âlemdir. Berzah âleminde muhtaç olduğumuz şey, salih ve iyi ameller ve doğru inançlardır. Orada onların doğru ve yanlışlığı ortaya koyulacaktır. Bu salih ameller ve doğru inançların gerçek ve kutsal içyüzleri ise büyük kıyamette ortaya çıkacaktır.
Alimlerden biri, Merhum Allâme Meclisî'yi (r.a) rüyasında çok yüce ve büyük bir mertebede gördü. Ondan, "Başından neler geçti?" diye sordu. Allâme (r.a) şöyle cevap verdi:
"Benden; 'Bize ne hediye getirdin?' diye sordular. Ben de; 'Bihar'ul-Envar kitabını.' diye cevap verdim. Sustular, sonra; 'Yanımızda bir şeyin (amelin) var. O da Yahudi bir çocuğa bizim rızamız için verdiğin elmadır.' dediler."
Rüyayı gören, Bihar'ul-Envar'ın reddedildiğini zannetmiştir. Ama yanılmıştır. Çünkü bu konuda sessiz kalınmıştı. Bihar'ul-Envar gibi değerli bir eseri meydana getirmek, ilmî bir çalışmanın ürünü olduğundan dolayı, berzah, onun mükâfatının tecelli edeceği yer değildir. Ancak elma, çocuğa bir lezzet, bir tat verdiği için berzahta ortaya çıkmıştır.
Enbiya (a.s) silsilesine bakıldığında da, yüz yirmi dört bin peygamberin (a.s) hepsinin hedef ve maksadı aynı olduğu hâlde, maarifi yaymakta bilinç ve şuurlarının fark ettiği görülmektedir. Kimi sadece kendisinden sorumludur; kimi bu maarifi sadece ailesine tebliğ etmekle yükümlüdür; kimisi bu maksatta biraz daha açılarak mahallesiyle, kimisi ise bir memleketle ilgileniyor. Ve bazıları öyle bir yere ulaşıyor ki, bilinci daha nurlu, fikri daha açık, ruhu daha geniş olduğundan, âlemi aydınlatıyor, bütün nebi ve resullerin üstadı, başöğretmeni oluyor. Ve neticede herkes ona itaatle mükellef oluyor. Öyle ki Emir'ül-Mü'minin Ali (a.s) gibi biri; "Ben, Muhammed'in (s.a.a) kölelerinden bir köleyim." diye buyuruyor.
Fahr-i Kâinat Hazretleri'nin (s.a.a) sahip olduğu bu makam, kendisinden sonra da, ilâhî vahiyde onun nefsi sayılan Ali bin Ebî Talip'te (a.s) tecelli etmiş ve İmam Hasan Askerî'ye (a.s) kadar Ehlibeyt İmamları'nda (a.s) devam etmiştir. Bu makam, İmam Hasan Askerî'den (a.s) sonra da onun oğlu Hz. Mehdi'ye (a.s) aittir. Sırlar ve gerçekler onun vasıtası ve onun zamanında ortaya çıkacaktır. Nitekim Emir'ül-Müminin Ali (a.s) Kumey'le şöyle buyuruyor:
"Benim açmadığım ilim, Kaim olan Mehdi'nin de mühürlemeyeceği, sonuçlandırmayacağı sır yoktur." [4]
Hz. Mehdi'den (a.s) başka kim bu makamı iddia ederse, rezil olacaktır. Nasıl ki iddia ettiler ve rezil oldular, cehaletlerini ortaya koydular.
Kaynaklar
[1]- İsrâ, 13.
[2]- Zuhruf, 38.
[3]- Nisâ, 10.
[4]- Thef'ul-Ukûl, s.114.