Ey Ebu Talib'in oğlu senden özür dilemek gerekir...Hıristiyan yazar Süleyman Ketan
Bunca sınırsız araştırmalara rağmen açık söylemek gerekirse Hz. Ali'nin (a.s) şahsiyeti yine de gizli kalmış, daha fazla düşünme ve araştırmayı gerektirmektedir. Peygamber-i Ekrem de (s.a.a) Hz. Ali'nin (a.s) sonsuz faziletlerini ve sınırsız kemallerini övmüş; alimler ve bilginler de uzun araştırmalarıyla bu gerçekleri itiraf etmişlerdir. Nitekim Lübnanlı bir araştırmacı, “Ali Mecme'ul-Fezail” (Hz. Ali bütün faziletlerin sahibidir) başlığı altında şöyle yazmaktadır. Dünya, Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra Hz. Ali (a.s) gibi sonsuz faziletleri ve ahlaki üstünlükleri kendinde toplayabilmiş birine şahit olmamıştır. Hz. Ali (a.s) herkesten öne geçmiş, sonradan gelenleri bu konuda aciz bırakmıştır. Faziletleri sayılamayacak kadar çok, üstünlükleri sınırlandırılamayacak kadar yücedir. Resul-i Ekrem'in (s.a.a), Amr bin Abdud el-Amiri ile karşılaştığı gün, hakkında “Ali'nin (a.s) Hendek günü Amr'a vurduğu darbe insan ve cinlerin ibadetine denktir.” diye buyurduğu kimsenin faziletleri ve üstünlükleri nasıl sayılabilir ki?
Bir araştırmacı da Hz. Ali'nin (a.s) hayatı hakkında şöyle demiştir: “Biz müminlerin emiri Ali Bin Ebi Talib (a.s) hakkında fazla bir bilgiye sahip olduğumuzu iddia ediyoruz. Hatta Hz. Ali'yi (a.s) diğer imamlardan daha çok tanıdığımızı sanıyoruz. Oysa Hz. Ali'nin (a.s) gerçek hayatı hakkında çok az bir bilgiye sahibiz.
Hz. Ali'nin (a.s) hayatı o kadar çok boyutlu ve geniş bir anlama sahiptir ki sabit ve tümel bir betimlemede bulunmak çok zordur. Hz. Ali'nin (a.s) hakikati, teklik formatında çokluk ve çokluk formatında teklik hakikati olduğundan dağınık bilgilerde ortaya çıkışı, tecelli edişi mümkün değildir. Dolayısıyla oldukça geniş ve derin anlamda tüm hareketlerini, hasletlerini, sıfatlarını, hedeflerini, sözlerini ve davranışlarını etüt etmemiz gerekir. Neticede şimdiye kadar elde ettiğimiz bilgilerin Hz. Ali'nin (a.s) sadece şahsiyetinin bir bölümünü kapsadığını ve bunun da eksik bir şekilde olduğunu rahatlıkla anlayabilir ve ifade edebiliriz. Dolayısıyla onu tanıma noktasında henüz sadece bir kaç adım atabilmiş, bir kaç sokak yürüyebilmişiz demek daha doğrudur." [1]
Ayetullah Cafer Sübhani de Furuğ-i Velayet adlı kitabında İmam Ali (a.s) hakkında şöyle demektedir: "Söylemem gerekir ki bu kitapta Hz. Ali'nin (a.s.) nurlu yüzünü hakkıyla gösterebilmiş değilim. Ama her ne kadar bu az değer ile zamanının Yusuf'unun bir tek saç telini bile elde edememiş olsa da, Yusuf'u alıcılar safına katılmış olduğuna inanıyorum. Ama ne yazık ki:
“İnsan arzu ettiği her şeye ulaşamaz.
Rüzgarlar bazen gemiyi istemedikleri yöne sürükler durur.”[2]
Hakeza Hıristiyan yazar Süleyman Kettani de bu dalda ödül alan ünlü “İmam Ali” adlı eserinde Müminlerin Emiri Hz. Ali'nin (a.s) azameti karşısında şöyle demektedir: “Hz. Ali'nin (a.s) büyük adı karşısında tevazu ile eğiliyorum, onun hakkında yaptığım yanlış değerlendirmeler için kendisinden özür diliyorum, çünkü onu bundan daha fazla yazmaya gücüm yetmedi. Zira dünyanın eşsiz dahisi olan bu büyük insanın ruhu sürekli uçmakta, ele geçmemektedir. Ben sadece onun sonsuz gülistanından sadece bir demet gül toplamaya çalıştım. Böylece o büyük insanın dergahından bağışlanmayı ve temiz niyetimin kabulünü ümit ediyorum. [3]
Ehl-i Sünnet'in büyük alimlerinden ve Nehc'ul Belağa'nın şarihi olan (şerhini yazan) İbni-i Ebil Hadid Mutezili söz konusu eserinde İmam Ali'yi (a.s) bütün “faziletlerin sahibi” ve “asrın yegane insanı” saymakta ve Nehc'ul Belağa'yı “kitapların efendisi” kabul etmektedir. Ardından bir çok Ehl-i Sünnet aliminin de İmam Ali'yi (a.s) diğer halifelerden üstün bildiğini nakletmektedir. [4]
Okyanustan bir Damla
Hz. Ali (a.s) hakkındaki bilgimiz her ne kadar sınırlı da olsa; hayatı, şahsiyeti, mücadelesi, düşünceleri ve inançları hakkında yazılan sayısız eserler okyanustan bir damla da olsa netice de o büyük insanın hayatından bizlere dersler sunmakta, faydalı bir kesit sunmaktadır. Bu yüzden bu konuda uzman olanlar sahip oldukları ilmi uzmanlıkları esasınca Hz. Ali'nin hayatının boyutlarından sadece birini ele almış ve incelemeye çalışmıştır.
Beşeri ilimler ve ilim tarihi hakkında araştırma yapan bilginler Hz. Ali'nin (a.s) Arabistan yarımadasında o günkü koşullarda sahip olduğu derin ilmi karşısında şaşkınlığa düşmekteler.
Feodal ve diktatör düzenlerin, özellikle de toplumsal adalet hususunda toplumda yarattığı zarar ve ziyanları detaylıca etüt eden araştırmacılar, Hz. Ali'nin (a.s) çok çeşitli boyutlarda, toplumsal adaletin hakimiyeti için verdiği mücadele karşısında adeta parmak ısırmakta, şaşırıp kalmaktalar. Ayrıca sadece bu değil; Hz. Ali'nin (a.s) takvası, hutbeleri, idareciliği, terbiyesi, mustaz'af insanları himayesi, insan severliği, övülen cesareti, ilginç hükümleri, erişilmez imanı, sonsuz aşkı, hak ve hakikat savunuculuğu, tahammülü, sabrı, genişliği… de bilgin ve araştırmacıların dikkatini çekmiş, incelemelerine konu teşkil etmiştir. Şimdi de bazı uzmanların konu ile ilgili görüşlerini aktarmak istiyoruz.
Hz. Ali'nin (a.s) Adaleti
Şehid Murtaza Mutahhari adaletin tanımını yaptıktan sonra şöyle demektedir: “Gerçekten de Hz. Ali (a.s) adalet abidesi; rahmet, mahabbet ve ihsan örneği bir şahsiyet idi.”
“Hıristiyan Corc Cardak'ın da dediği gibi imam Ali (a.s) adaletin kurbanı olmuş, adalet yolunda şehit olmuştur. Hz. Ali'nin (a.s) adalet hususundaki tavizsizliği ve uzlaşmazlığı, adaletten zarar görenlerin fitne ve fesat çıkarmasına neden olmuştur. Bu adalet nasıl bir adaletti? Sadece ahlaki bir adalet miydi? Sıradan bir cemaat imamı veya hakimin sahip olduğu adalet miydi bu adalet? Öyle olsaydı bu tür bir adalet, insanın öldürülmesine neden olmazdı Hatta insanın daha fazla meşhur olmasına, sevilmesine ve saygın bir konuma gelmesine neden olmaktadır.
O halde bu adalet, toplumsal bir felsefe ve düşünce tarzıydı; İslami toplumsal adaletin bizzat kendisiydi. Hz. Ali (a.s) sürekli islami toplumsal adaletin ve felsefenin de bunu gerektirdiğini söylüyordu. O sadece adil bir insan olmakla kalmamış, adaletin yılmaz bir savunucusu da olmuştu. O adaleti seven biriydi. Adil bir insan ile adaleti seven ve savunan bir insan arasında büyük bir fark vardır. Özgür insan ile özgürlükçü insan arasında da bu fark söz konusudur. Birisi özgürdür; yani şahsen özgür bir insandır. Diğeri ise özgürlükçü, yani toplumsal özgürlüğün savunucusudur. Özgürlük onun bir hedefi ve toplumsal idealidir. Hakeza adalet de böyledir. Birisi şahsen adil bir insandır, ama diğeri adalet taraftarıdır. Toplumsal adaletin savunucusudur. Hakeza salih ile ıslahatçı arasındaki fark da böyledir.”[5]
Şehid Murtaza Mutahhari daha sonra Hz. Ali'nin (a.s) adalete verdiği önem hakkında ise şöyle demektedir: “Hz. Ali (a.s) toplumsal adalet hususunda uzlaşmaz ve tutucu bir yapıya sahipti. Hz. Ali (Allah'ın selamı üzerine olsun); hilafeti de toplumsal adalet bozulduğu ve insanların açlar ve toklar diye iki sınıfa ayrıldığı için kabullendiğini beyan etmiştir.”
Ehl-i Sünnet alimlerinden Abdulfettah Abdulmaksud da “ İmam Ali” adlı değerli eserinde Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti sadece adaleti uygulamak için kabullendiğini söylemektedir. Bu adalet Osman'ın hilafeti döneminde büyük bir zarar görmüş ve bu yüzden de İslam toplumu çok çeşitli açılardan sayısız bozukluk ve kötülüklere düçar olmuştu. Ona göre Hz. Ali (a.s) kendinden önceki bozuklukları ıslah etmek için hilafetin başına geçmiştir. Sadece adaleti ve hakkı sevdiği için idareciliği kabullenmek zorunda kalmıştır.”[6]
Corc Cardak adlı Hıristiyan yazar da İmam Ali (a.s) hakkında kaleme aldığı “el-İmam Ali, Savt'ul-Adalet'il insaniyye” adlı ünlü eserinde Hz. Ali'nin (a.s) tüm amel ve sıfatlarının insanlık camiasını yüceltmek ve toplumda adaleti hakim kılmak yolunda karar kıldığını dile getirmekte ve onun adalet şehidi olduğunu ifade etmektedir. Hakeza Hz. Ali'nin (a.s) adalet abidesi bir insan olduğunu beyan ettikten sonra bizzat Hz. Ali'nin (a.s) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Vallahi, karıncanın ağzındaki arpanın kabuğunu alarak Allah'a isyan etmem için bana yedi iklim ve bunun altındakiler verilse gene de kabul etmem. Benim nazarımda dünya, bir çekirgenin ağzıyla ısırdığı yapraktan daha değersizdir. Yok olacak nimetlere kanmak, baki olmayan lezzetlere aldanmak Ali'ye çok uzaktır.”
Corc Cardak adlı Hıristiyan yazar ardından da şöyle demektedir:
“Hz. Ali (a.s) diğer insanlar gibi önce söyleyen, sonra amel eden birisi değildi. Hz. Ali'nin (a.s) sözleri, her zaman bizzat onun amellerinden ve tabiatından dışarı sızan, kaynaklanan sözlerdi. Hz. Ali (a.s) her zaman için hayatını mazlumlar ve mustaz'aflar yolunda savaşarak geçirdi. Dolayısıyla Hz. Ali'nin (a.s) insanların en adili oluşunun şaşılacak bir tarafı yoktur. Ali'nin (a.s) adalet severliği, insanlık ruhunu yücelten ve şereflendiren bir hazine olarak kendisine miras kalmıştı. Hz. Ali dost ve düşman, yakın ve uzak, akraba ve yabancı, özetle herkes hakkında adalet üzere davranıyor ve bizzat şöyle diyordu: “Dost ve düşman herkese adaletle davranın.”[7]
Hz. Ali'nin (a.s) İslam Peygamberi ile eşsiz bağı
Tarihçilerin de kaydettiği üzere Hulefa-i Raşidin'den hiç birisi Hz. Ali (a.s) kadar İslam Peygamberine (s.a.a) bu kadar yakın değildi. Nitekim Ehl-iSünnet tarihçilerinden birisi şöyle diyor: Dört halife ve diğer ashab arasında hiç kimse Peygamber'e (s.a.a) soy açısından Hz. Ali (a.s) kadar yakın olmamıştır.”[8]
Başka bir Ehl-i Sünnet alimi de Hz. Ali'nin (a.s) fazileti hususunda şöyle demektedir: Hz. Ali (a.s) İslam Peygamberine (s.a.a) soy açısından insanların en yakını idi ve Resulullah'ın mevlası olduğu herkesin mevlası idi.”
Ardından da Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakletmektedir: “Ey Ali sen bana oranla Harun'un Musa'ya oranı gibisin, ancak benden sonra Peygamber yoktur.”[9]
Hıristiyan yazar Süleyman Ketani bu konuda şöyle diyor: “Ey Ebu Talib'in oğlu senden özür dilemek gerekir. Zira senin İslam hareketindeki yerin, değirmen milinin değirmendeki taşındaki yeri gibidir.
Resulullah (s.a.a) ile birlikte kat ettiğin yollar da senin salih amellerini, metanetini ve yol dostluğunu göstermektedir.
Sen her zaman Peygamber'in (s.a.a) yanında oldun, ondan hiç ayrılmadın ve onu asla yalnız bırakmadın. Düşüncelerine, duygularına, hayatına, mücadelesine, kaderine ortak oldun. O inişli ve çıkışlı, tehlikeli ve sorumluluk dolu yolda bile onunla birlikte yürüdün.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) için ne güzel bir dost oldun! Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) sevincine ve dertlerine hep ortak oldun, kalpten sevdin, iki bedende tek ruh gibiydin. Onun yatağına yattığında aynı ruhu taşıyordun. Peygamber (s.a.a) can verdiğinde de senin kucağında can verdi. Senin kucağından Allah'ın rahmet kucağına geçti. Sen Peygamber'in (s.a.a) bir parçası olan kızının da eşiydin. Senin onunla var olan bağın, kalbin beden ile var olan bağı gibidir. [10]
Hz. Ali'nin (a.s) Fedakarlığı ve Cesareti
Savaşların büyük bir rol oynadığı Arabistan yarımadasında cesaret ve korkusuzluk, büyük bir üstünlük sebebi sayılan niteliklerdi. İnsanların geneli de bu sıfatlara sahip idi.
Hz. Ali (a.s) sayısız fazilet ve üstünlüklerinin yanı sıra büyük bir cesarete de sahipti. Cesaret ve kahramanlık adeta etine ve kanına sızmıştı onun. Bu gerçeği hayatının bir çok diliminde görmek mümkündür. Düşmanları bile elinde olmadan onu övmüş ve “Allah'ın aslanı” diye adlandırmıştır.
Süleyman Ketani burada bakınız ne diyor: “Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) aldığı her kararı uygulamayı bir görev bildin. Çektiğin her kılıç ile düşmanların kanını döktün.”[11]
Hz. Ali'nin (a.s) bu uzlaşmazlığı ve fedakarlığı sadece hakkı elde etmek, zulmü ortadan kaldırmak ve “kelimetullah” adını yüceltmek içindi. Hz. Ali bu konuda da şöyle buyurmaktadır: “Zelil ve aşağılık bir hale düşen kimse benim nezdimde hakkını (zalimden) alıncaya dek aziz ve üstündür. Güçlü-kuvvetli olan kimse benim nezdimde (mazluma ait bir) hakkı ondan alıncaya dek güçsüz ve zayıftı.”
Hakeza şöyle buyurmuştur: “Allah'a yemin olsun ki ölüme gitmeme veya ölümün bana gelip çatmasına aldırış bile etmem.”[12]
Hz. Ali'nin (a.s) savaş meydanlarında da eşsiz bir kahraman, şahadet aşığı bir er ve cesur bir savaşçı olduğu herkesin bildiği bir gerçektir. Bunu bizzat düşmanları da itiraf etmişlerdir.
Birbiriyle görünürde çelişkili niteliklere sahip olan bu kahraman ve cesur insan, bütün bu niteliklerinde de herkesten önde ve hepsine de örnek konumda bulunmaktadır.
Lübnanlı Mesihi yazar bu konuda şöyle diyor: Hz. Ali (a.s) sadece savaş meydanlarında değil, tüm meydanların kahramanıydı. Gönül sefası, vicdan temizliği, büyüleyici ve çekici beyan tarzı, gerçek insanlığı, iman heyecanı, derin huzuru, mazlumların yardımına koşuşu, her yerde ve her zaman hakka teslim oluşu ve daha bir çok insani yücelikleri tek kelimeyle eşsizdi. Bütün bu meydanların hepsinde de o rakipsiz bir kahramandı.”[13]
Meşhur materyalist Dr. Şibli Şemil ise İslam peygamberinden (s.a.a) sonra Hz. Ali'n (a.s) eşsiz bir insan olduğunu beyan ederek şöyle demiştir: “Ali dünya büyüklerinin en büyüğüdür. Ne geçmişte, ne şimdi, ne doğuda ve ne de batıda hiç kimse onun bir benzerini asla görmemiştir.”[14]
Fransız düşünürlerinden Baron Karadifu ise Hz. Ali (a.s) hakkında şöyle demektedir: “Ali toplumsal olayların bir ürünü değildir. Aksine o toplumsal olayları yaratan bir insandır. Amelleri onun fikir, duygu ve hayallerinin ürünüdür. Ali (a.s) kahraman olmakla birlikte çok merhametli bir insandı. Ali elindeki bütün imkanlara rağmen asla dünyaya itina etmemiş, hakikat yolunda canını vermekten çekinmemiştir. Oldukça derin ve kökleri bilinmez bir ruha sahipti. Her yerde ilahi korku içinde yaşıyordu.”[15]
Ali'nin (a.s) Velayeti
Hz.Ali (a.s) hakkında inceleme yapan bir çok araştırmacı insan peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) veda haccından sonra Gadir-i Hum'da onu halife ve vasi tayin ettiğini açıkça dile getirmiş ve Hz. Ali'nin (a.s) diğer halifelere oranla daha üstün faziletlere ve liyakate sahip olduğunu ifade etmiştir. Bilginlerin de itiraf ettiği üzere Hz. Ali (a.s) Peygamberin gerçek halifesi olup kendisinden sonra hak ve İslam bayrağını göklerde dalgalandırmış ve gelecek kuşaklara taşımıştır. Bir Sünni olan Mısırlı meşhur yazar bu konuda şöyle diyor: “Hz. Ali'nin (a.s) hareketlerini düşündüğümde ve onun sorunlar karşısındaki direncini müşahede ettiğimde onun gerçekten de bütün bu ahlaki, fazilet ve yüceliklere sahip olduğunu taktik etmekteyim. Hz. Ali (a.s) gerçekte de insanları aydınlığa ve doğru yola götürecek üstün bir kabiliyete ve liyakate sahipti. Eğer imkan bulabilseydi bütün bir insanlığı gerçek mutluluk ve huzura kavuşturacak aydınlık sahillere çıkaracaktı. Nitekim her yeri fitne ve fesadın kuşattığı bir zamanda insanlar Hz. Ali'ye (a.s) koşmuş ve büyük bir arzuyla ona biat etmişlerdir.”[16]
İbn-I Ebi'l Hadid Mutezili de İmam Ali'nin (Allah'ın selamı üzerine olsun) eşsiz fesahat ve belağatini beyan etmenin yanı sıra cesareti hususunda da şunları söylemektedir: “İmam Ali (a.s) Kahramanlar ve cesur insanlar nezdinde terbiye olmuş bir insan değildi. Zira Mekke halkı ticaretle uğraşıyordu ve asla savaş ehli değildi. Hz. Ali (a.s) yeryüzündeki insanların en cesuruydu. Nitekim Halil bin Ahmed'e, “Ali mi daha cesurdu, yoksa Unbe ve Bitam mı?” diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir: “Unbe ve Bitam'ı sıradan insanlarla mukayese etmek gerekir, Ali ise insan üstü bir şahsiyetti.”
Hz Ali (a.s) sahip olduğu bütün bu üstünlüklerle diğer ashap ve halifelerden çok daha yüce bir konuma sahipti. Ama buna rağmen siyasi oyunlar ve feodal düşünceler esasınca Hz. Ali'nin (a.s) hakkını gasb ederek insanlığı bu faziletler kaynağından mahrum bıraktılar. Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai Şia'nın tanıtımın yaparken şöyle diyor: “Şia çoğunluğun karşısında yer alan ve kaynağı kitap ile sünnet olan mukaddes İslam dininin temel ilkeleri hususunda ihtilafa düşen bir azınlık değildir. Hakeza Şia siyasi bir takım sebepler, kabileci bağnazlıklar, milli düşünceler, intikam alma içgüdüsü, yabancıların oyunları ve benzeri sebeplerden dolayı Müslümanlardan ayrılıp İslami vahdeti bozan bir oluşumun adı da değildir. Aksine Şia sürekli Kur'an ve sünneti savunmuş ve Müslümanları birlik ve beraberliğe davet etmiştir.”[17]
Hz. Ali'nin (a.s) Peygamber-i Ekrem (s.a.a) ve ashab arasındaki yüce konumu da gerçek hilafetin sahibi olduğunu göstermektedir. Ayrıca Peygamber-i Ekrem'in vefatından sonra ortaya çıkan olaylar da açık bir şekilde bunu teyit etmektedir. Nitekim Ehl-i Sünnet'in meşhur müfessirlerinden olan İmam Fahr-u Razi de Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) sonra Hz. Ali'nin (a.s) insanların en üstünü olduğunu kabul etmekte ve şöyle demektedir: “İslam ümmetinin ittifak ettiği üzere insanların en yücesi Resul-i Ekrem'dir. Bu da Hz. Ali'nin (a.s) diğer insanlardan daha üstün olduğunu ifade etmektedir. Zira mübahale ayetinde Allah-u Teala Hz. Ali'yi (a.s) Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) bizzat canı ve nefsi saymıştır.”[18]
Bir çok alim ve bilginler de Gadir-i Hum hadisini incelemiş, hakkında çeşitli bağımsız eserler yazmışlardır. Hilafet ve vesayetin Ali'nin (a.s) hakkını olduğunu açık bir şekilde beyan etmişlerdir. Zira Peygamber (s.a.a) Gadir-i Hum olayında açık bir dille Ali'yi (a.s) kendi yerine halife olarak seçmiş, Müslümanlara tanıtmış ve şöyle buyurmuştur: “Ben kimin mevlası ise Ali de onun mevlasıdır.” Peygamber (s.a.a) Hz. Ali'ye muhalefet edenlerin hakikatte kendisine muhalefet ettiğini ve ona biat edenlerin de kendisine biat ettiğini ilan etmiştir. Allame Emini de El-Gadir adlı kitabında bu hadisi çeşitli fırkaların alim ve muhaddislerinden mütevatir olarak nakletmiştir. Ondan önce ve sonra da bir çok alimler ve bilginler bu hadisin mütevatir olduğunu araştırmalarıyla isbat etmişlerdir.
Ali'nin (a.s) Kelamı
Hz. Ali (a.s) fesahat ve belağat dalında da eşsiz ve yüce bir makama sahipti. Öyle ki Ehl-i Sünnet alimlerinden birisi Nehc'ul Belağa'yı “kitapların efendisi” ve “sözlerin büyüğü” diye tanıtmıştır. Hz. Ali'nin (a.s) sözleri; ilmi, felsefi, irfani, fıkhi, siyasi, tarihi ve tefsiri sözler olmakla birlikte göze çarpan fesahat ve belağatın sebebiyle bir çok şair ve edebiyatçıların dikkatini çekmiş, ilgi odağı haline gelmiştir. Zaten bu yüzden beşinci asrın ünlü edibi merhum Seyyid Razi de telif ettiği Hz. Ali'nin (a.s) sözlerinden oluşan eserini “Nehc'ul Belağa” (Belağat yolu) diye adlandırmıştır.
Meşhur İslam tarihçilerinden birisi Müminlerin Emiri Hz. Ali'nin (a.s) sözleri hakkında şöyle demektedir: Hz. Ali'nin (a.s) çeşitli yerlerde beyan ettiği hutbelerinden 480 küsurunu insanlar ezberlemiştir. Oysa Hz. Ali bu hutbeleri hiç bir ön hazırlığı olmaksızın, yazmaksızın ve düşünmeksizin beyan etmiştir. İnsanlar da bu hutbeleri olduğu gibi ezberliyor ve amel ediyorlardı.”
Bu meşhur tarihçi kendisinden yüzyıl önce Seyyid Razi'nin telif ettiği Nehc'ul Belağa hakkında ise şöyle demektedir: “Seyyid Razi özellikle edip olduğundan ve Ali'nin (Allah'ın selamı üzerine olsun) insani yüceliklerine aşık bulunduğundan dolayı sadece fesahat ve belagat açısından zirveye ulaşmış sözlerini bir araya toplamıştır. Zaten bu yüzden de kitabını “Nehc'ul Belağa” diye adlandırmıştır.”
Hz. Ali (a.s), Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) sonra sözleri önemsenen ve büyük bir titizlikle ezberlenen yegane insandı. İbn-i Ebil Hadid yazarlık konusunda bir deyim haline gelen ve H. 2. asrın başlarında yaşayan Abdulhamit Katip'ten Hz. Ali'nin (a.s) yetmiş hutbesini ezberlediğini, ondan sonra da zihninin açıldığını nakletmektedir.
Hakeza Arapların büyük edebiyat üstadı olan Abdurrahim bin Nebate de şöyle demektedir: “düşünsel ve estetik anlamda edebi zevkimi Ali'den (a.s) aldım.”
Daha sonra da İbn-i Ebil Hadid'in “Şerh-u Nehc'il Belağa” kitabının önsözünden şöyle nakletmektedir: “Hz. Alinin (a.s) sözlerinden yüz bölüm ezberledim; bu ömrümün sonuna kadar benim için büyük ve bitmeyen bir hazine oldu.”
Edebiyat dahilerinden olan, H. 3. asırda yaşayan, “el-Beyan ve't-Tebyin” adlı kitabı Arapların meşhur dört kitabından biri sayılan meşhur hatip ve edib Cahiz ise defalarca Hz. Ali'nin (a.s) sözlerinden övgü ile bahsetmiş ve şöyle demiştir: “Kınanmış olan fazla ve gereksiz konuşma (gevezelik), sadece gereksiz konuşmaları ifade etmektedir; faydalı sözleri değil. Nitekim Hz. Ali bin Ebi Talib ve Abdullah bin Abbas da çok konuşmuş, sayısız açıklamalarda bulunmuştur.”
Cahiz aynı eserinin birinci cildinin 83. sayfasında Hz. Ali'den (a.s), “Herkesin değeri övdüğü şeyledir.” sözünü naklettikten sonra bu cümleyi bir sayfa dolusu övmekte ve şöyle demektedir: “Bütün kitabımızda bu cümleden başka bir şey olmasaydı yine yeterliydi. Sözlerin en güzeli; azlığı, insanı çokluğundan müstağni kılan, tüm manası lafzında gizlenmeyen, aksine açık ve görünür olan sözdür. Adeta Allah-u Teala sahibinin takvası ve temiz niyetiyle uyumlu olarak bu cümleye celal elbisesini ve hikmetli nur perdesini giydirmiştir.”
Başka bir yerde ise Sa'saa bin Suhan'dan bahsederken şöyle demektedir: “Bu şahsın güzel hatip olduğunu en büyük delili ise Hz. Ali'nin (Allah'ın selamı üzerine olsun) bazen oturup ondan konuşmasını istemesidir.”
Seyyid Razi de Hz. Ali'nin (a.s) sözlerini överek şöyle demektedir: “Hz. Ali (a.s) fesahat ve belagatın kaynağı, kökleri ve temelidir. Belagat ondan vücuda gelmiş, ilkeleri ondan alınmıştır. Tüm konuşmacılar onu takip etmiş, vaaz edenler ondan yardım almıştır. Buna rağmen hiç kimse ona erişememiş, hep geri kalmıştır. Zira onun sözlerinde ilahi bilginin bir nişanesi ve nebevi sözlerin bir kokusu vardır.”
H. 7. asrın alimlerinden olan İbn-i Ebil Hadid de usta bir edib ve şair olduğu halde Hz. Ali'nin (a.s) sözlerine aşık olmuş ve defalarca bunu eserlerinde dile getirmiştir. Örneğin Şerh'inin önsözünde şöyle demektedir: “Şüphesiz ki Hz. Ali'nin (a.s) sözleri Allah'ın sözlerinin altında, yaratıkların sözünün üstündedir. Bütün hatip ve yazarlar ondan istifade etmiştir. İnsanların bir araya getirdiği, ancak Hz. Ali'nin (a.s) sözlerinin sadece onda birini, hatta yirmide birini ifade eden bu şaheser sözler, diğer ashaptan hiç biri hakkında nakledilmemiştir. Cahiz gibi usta edebiyatçılar bile eserlerinde Hz. Ali'yi (a.s) övmüş, fesahat ve belağatı karşısındaki şaşkınlığını dile getirmiştir.”[19]
İbn-i Ebil Hadid başka bir yerde Hz. Ali'nin (a.s) mektuplarından birini şerh ederken de şöyle demektedir: “Sözdeki fesahate bir bak, nasıl da yularını eline vermiş, kendisini sahibine teslim etmiştir. Kelimelerin ilginç düzenine bir bak, birbiri ardınca gelmekte, sahibinin iradesine göre hareket etmektedir. Adeta hiç bir zahmet olmaksızın yerden kaynayan kaynak sular gibi coşmaktadır. Sübhanallah! Mekke gibi bir şehirde bir Arap genci büyüyor, hiç bir filozofla karşılaşmadığı halde Eflatun ve Aristo gibilerine ders verecek kadar güzel hikmet dolu sözler beyan ediyor; pratik hikmet ehliyle görüşmediği halde Sokrat gibilerine adeta taş çıkartıyor.”[20]
Mısır eski müftüsü Şeyh Muhammed Abduh da Nehc'ul Belağa'nın Kur'an-ı Kerim ve Peygamberin sözlerinden sonra sözlerin en yücesi olduğu hususunda tüm Arapların ittifak ettiğini beyan etmiştir. “Emir'ul Beyan” (Sözlerin efendisi) diye adlandırılan ve Mısır'da adına düzenlenen bir panelde “Hz. Ali'den sonra ikinci edib” diye nitelendirilen Şekib Erselun kızgın bir halde kürsüye çıkarak şöyle demişti: “Ben nerede Ali bin Ebi Talib nerede? Ben Hz. Ali'nin (a.s) ayakkabı bağı bile olamam.” [21]
Murtaza Mutahhari “Seyr-i der Nehc'ul Belağa” adlı değerli eserinde Hz. Ali'nin (a.s) yüce sözleri hakkında şöyle demektedir: “Hz. Ali'nin (a.s) sözleri eskiden beri iki ayrıcalığa sahip olmuş ve bu iki ayrıcalıkla bilinir olmuştur: Birincisi fesahat ve belağat; ikincisi ise birden fazla boyutlu olmak. Bu iki ayrıcalık tek başına Hz. Ali'nin (a.s) sözlerine büyük bir değer katmıştır. Bu iki ayrıcalık Hz. Ali'nin (a.s) sözlerini bir çok farklı alanlara da çekmiş, ama bununla birlikte her yerde de fesahat ve belagatını korumasını bilmiştir. Hz. Ali'nin (a.s) bu sözleri bir mucize gibi değerlendirilmiş; Allah'ın sözlerinin altında insanların sözlerinin üstünde kabul görmüştür.”
Muhammed Rıza Hekimi de Hz. Ali'nin mucizemsi sözleri hakkında çok derin araştırmalarda bulunmuş ve en iyi metodun bu sözler karşısında sükut etmek olduğunu beyan etmiştir. Nitekim bir yerde şöyle demiştir: “Eğer dostlarım ısrarı olmasaydı Hz. Ali'nin (a.s) o mucizemsi, edebi, yüce ve büyüleyici sözleri karşısında sükut eder, hiç bir şey söylemezdim.”
Hz. Ali'nin (a.s) Ahlak ve Takvası
Hz. Ali'nin (a.s) çeşitli zamanlarda ve hayatının farklı aşamalarında sergilediği güzel ahlak ve takvası diğer üstünlüklerinden daha çok ilgi odağı haline gelmiş ve insanlar tarafından taktirle karşılanmıştır. Hz. Ali işe siyasi açıdan bir İslam eri olarak atılmış ve sonunda İslam dünyasının tartışmasız büyük bir hakimi haline gelmiştir. Bütün bu aşamalarda ve hayatın zikzaklı yollarında güzel ahlak sergilemiş, yüksek bir takva örneği olmuştur. Dünyaya ulaştığı ve siyasi açıdan en yüce makamlara eriştiği halde onun züht ve takva abidesi hayatında en küçük bir değişim olmamış ve bu yüzden de insanlar tarafından “müttakilerin efendisi” olarak adlandırılmıştır. Bu yüzden, kendi takipçilerini ve yardımcılarını da hep takvalı insanlar arasından seçmiş ve sürekli zahit insanlarla çalışmıştır.
Hemam bin Şureyh gibi takvalı bir insan ilahi aşk dolu bir kalp ve ruhla Hz. Ali'den (a.s) muttakilerin niteliklerini sorduğunda Hz. Ali (a.s) önce cevap vermek istemiyor. Zira onun bu sözleri duymaya tahammül edemeyeceğini biliyor. Bu yüzden Hz. Ali (a.s) muttakilerin niteliğini kısaca beyan ettiyse de Hemam bununla yetinmedi, aksine şevk ateşi daha da bir alevlendi. Israr edip and içirince de Hz. Ali konuşmaya başlıyor ve bu açıklamasında muttakilerin yüzden fazla niteliğini beyan ediyor. Hz. Ali (a.s) açıklamasını sürdürdükçe Hemam'ın kalp atışları sıklaşıyor, dalgalı ruhu daha da bir dalgalanıyordu. Adeta kafesini kırıp çıkmak isteyen bir kuşu andırıyordu. Aniden topluluk arasında yüksek bir sesle feryat etti. Etraftakiler yanına koşup baktıklarında onun cansız bedeniyle karşı karşıya kaldılar.
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) bunun üzerine şöyle buyurdu: “İşte ben de bundan korkuyordum, ne kadar ilginç! Güzel öğüt hazır kalpleri ne kadar derinden etkilemektedir!
Bu olay Hz. Ali'nin (a.s) büyüleyici sözlerinin etkisinden de öte, züht ve nefis itminanından kaynaklanmıştı. Zira Hz. Ali'nin (a.s) sözleri de amel ve düşüncelerinin bir parçasıydı. “Söz kalpten çıkınca kalplere oturur!” derler ya! Hemam bin Şureyh de Hz. Ali'nin (a.s) sözlerini işitmek için gerekli olan kalp temizliğine, takvaya ve zühde sahip biriydi.
Üstat Şehit Mutahhari bu konuda şöyle diyor:
“Takva Nehc'ul Belağa'da en fazla kullanılan kelimelerden biridir. Nehc'ul Belağa gibi takva esasına dayalı kitaplar oldukça azdır. Nehc'ul Belağa'da hiç bir anlam ve kavrama takva kadar özen gösterilmemiştir.”[22]
Başka bir kaynakta ise Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra yavaş yavaş vücuda gelen ve İslam camiasını saran kötülükler hakkında şu açıklamada bulunulmuştur: “Müminlerin emiri Hz. Ali (a.s) işte böyle bir toplumda takva gibi asil değerlere önem veriyordu. Bütün hutbe ve mektuplarında takvanın izleri görülmekte, insanları takvaya davet etmiş bulunmaktadır. Sürekli ilahi farzlara riayet etmeyi ve günahlardan kaçınmayı öğütlemiş ve bazen günah işlemenin yüce himmetler ve özgür ruhlarla çeliştiğini ifade etmiştir. Hatta özgürlük ve yüce himmetli olmanın insanı kötülüklerden ve alçaklıklardan koruyacağını söylemiştir.”[23]
“İmam Ali, Savt'ul adalet'il-İnsaniyye” adlı kitapta Hz. Ali'nin (a.s) eşsiz takva ve güzel ahlakından örnekler verilmiş ve şöyle denilmiştir: “Günün birinde birisi Ömer bin Hattab'a giderek Hz. Ali'yi (a.s) şikayet etti. Ömer bi Hattab o zamanlar Müslümanların halifesi makamındaydı. Ömer ikisini de çağırarak Hz. Ali'ye (Allah'ın selamı üzerine olsun) döndü ve, “ey Ebel Hasan, düşmanın yanında yer al.”dedi. Hz. Ali (a.s) bundan rahatsız oldu. Ömer, “Ey Ali, düşmanın yanında yer aldığından rahatsız mısın?” Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Hayır ben aramızda eşitliği gözetmediğine kızdım. Zira bana künyem ile hitap ettin ve bu vesile ile saygıda bulundun, ama ona künyesi ile hitap etmedin”[24]
Yazar daha sonra da şu tarihi rivayeti nakletmektedir: “Hz. Ali (a.s) bineğine binmiş bir halde şehirden ayrılınca bir grup da yaya olarak onunla birlikte hareket ediyordu. Bunun üzerine Hz. Ali, “Bir ihtiyacınız mı var” diye sordu. Onlar, “Hayır biz emirlerimize böyle davranırız.” deyince de Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “geri dönünüz, zira süvarilerin yanında yaya yürümek süvariler için bir fesat ve yürüyenler için zillettir.”[25]
El-Mizan tefsirinin sahibi Muhammed Hüseyin Tabatabai bu hususta şöyle diyor: “Hz. Ali (a.s) hilafeti zamanında hiç bir koruyucusu ve muhafızı olmaksızın insanları kabul ediyor, tek başına yaya olarak yol yürüyor, sokak ve pazarları denetliyor, insanları takvaya davet ediyor, iyiliği emrediyor, kötülükten sakındırıyor, muhtaç insanlara yardımda bulunuyordu.”[26]
İmam Humeyni (r.a) de bir çok münasebetlerde Hz. Ali'nin (a.s) seçkin ve uyulması gereken özelliklerini beyan etmiş; takvasını, sade hayatını ve fakirlerle dostluğunu tüm Müslümanlara ve özellikle de İslami yöneticilere hatırlatmış ve şöyle demiştir: “Bütün bu söylenenler Hz. Ali'nin (a.s) o sonsuz yücelikler okyanusundan sadece bir damladır. Hz. Ali'nin (a.s) takvası ve sade hayatı sadece sözden ibaret değildir. Hz. Ali'de vücuda gelen bütün üstünlükler gibi bu kemalleri de, onun amel ve sözleriyle gerçek anlamına kavuşmuştur. Bu yüzden bazı yazarlar Hz. Ali'nin (a.s) sade hayatını onun sözleri ışığında yorumlamış ve takvasını çeşitli davranışları ışığında tefsir etmişlerdir.”[27]
Elbette şunu da söylemek gerekir ki bir çok bilginler ve görüş sahipleri daha çok Hz. Ali hakkında susmayı tercih etmiş, kendisini Hz. Ali (Allah'ın selamı üzerine olsun) hakkında konuşmaya layık görmemiş, o yüce makamdan sadece özür dilemekle yetinmiş ve bu konuda bir tek söz söyleyemeyeceklerini açıklamışlardır.
KAYNAKLAR
[1] Resul Caferiyan, hayat-i fikri ve siyasi-i imaman-i Şia, c. 1, Tahran, Merkez-i çap ve neşr-i sazuman-i tebligat-İslami, 1369, s. 41
[2] Cafer Sübhani, Furuğ-i Velayet, intişarat-i sahife, 1368, s. 7-26
[3] Süleyman Kettani, İmam Ali, intişarat-i burhan, s. 4, -62 Celalüddin Farisi'nin tercümesi
[4] Murteza Mutahhari'nin Bist Goftar kitabından naklen
[5] a. g. e
[6] Abdulfettah Abdulmaksud İmam Ali, Mehdi Caferi'nin tercümesi c. 4, s. 33, Tahran, H. 1370
[7] Corc Cordak, El-İmam Ali c. 1 s, 87-90
[8] Ebu Muhammed Yafifi, Mirat'ul Cinan, s. 108- 109
[9] Muvaffak b. Ahmed Harezmi, el-Menekıb, s. 133
[10] Süleyman Kettani, İma Ali s. 62-64
[11] a. g. e
[12] a. g. e
[13] Pertov-i suhen adlı haftalık dergiden naklen, 1379, Kasım ayı Kum, müessese-i Amuzişi ve pejuhiş-i İmam Humeyni,
[14] Corc Cordak, İmam Ali Sevt'ul-Adalet'il İnsaniyye, Ali ve hukuk'ul insan, c. 1, 1970, s. 87-90
[15] Pertuv-i suhen adlı haftalık dergiden naklen.
[16] Taha Hüseyin, Ali ve ferzendaniş, Muhammed Ali Şirazi'nin tercümesi Tahran, Gencine, H. Ş 1367, s. 21
[17] Muhammed Hüseyin Tabatabai, Şia der İslam, Dr. Seyyid Hüseyin Nasr'ın önsözüyle, Tahran, dar'ul-Kütüb'il İslamiyye, HŞ, 1351, s. 4-5
[18] Seyr-i Der Nehc'ul-Belağa'dan naklen, Murtaza Mutahhari, Kum, dar'ut-Tebliğ'il İslami, H. Ş. 1357
[19] İbn-i Ebil Hadid, Şerh-u Nehc'ul Belağa, c. 1, s. 4, Kum, kitaphane-i Necefi-i Mer'aşi H. K. 1404
[20] a. g. e
[21] Mutahhari'nin Seyr-i der Nehc'ul Belağa adlı kitabından naklen,
[22] Mutahhari'nin Seyr-i der Nehc'ul Belağa adlı kitabından naklen,
[23] Fal-Name-i marifet, 9. Yıl 5. Sayı, H. Ş 1379, Kum
[24] Corc Cordak, a. g. e
[25] Muhammed Hüseyin Tabatabai, Amuzuş-i din, c. 1, s. 123, Kum
[26] a. g. e
[27] İmam Humeyni, sahife-i nur, c. 1-4, Tahran, İntişarat-i vezaret-i ferhenk, H. Ş. 1370
Şüphesiz ki 21. yüzyıl insanı, Hz. Ali'yi (Allah'ın selamı üzerine olsun) tanımaya, insani ve ilahi faziletlerini örnek almaya altıncı asır insanından çok daha muhtaç durumdadır. Bugün de bilginler Hz. Ali'yi (Allah'ın selamı üzerine olsun) tanımak aşkıyla yanıp tutuşmakta, onun değerler okyanusundan faydalanmak için çırpınmaktalar.