Böbürlenme, kendini beğenme ve çok defa bir fâikiyet mülâhazası içinde bulunma diyebileceğimiz kibir,
kişinin, bir kısım farklı özellikleri varmış gibi davranması, oturuşu-kalkışı, nefes alıp verişi, el-ayak
hareketleri ve mimikleriyle hep bir farklılık peşinde bulunması, farklılık soluklanması, üstün bir karakter
olduğunu ifade etmeye çalışması... gibi tavırlarla bencilliğin (egoizm) dışa vurması sayılan bir çeşit cinnet
ve ruhî bir rahatsızlıktır. Böyle bir hasta her zaman kendini olağanüstü görmenin yanında çok defa,
başkalarını, hususiyle de meslek, meşrep, yol-yöntem açısından kendine/kendilerine rakip saydığı
kimseleri küçük görür ve gösterir; onlara karşı sürekli fâikiyet hezeyanları yaşar; başkalarına ait fazilet ve
meziyetleri duymaya asla tahammül edemez; edemez ve duydukça öfkeden çatlayacak hâle gelir.
Böyle bir hasta, sürekli “ben” mülâhazalarıyla soluklanır, her zaman tafralarla köpürür durur; kendinin
değerler atlasında bulunmayan hiçbir düşünce ve davranışa iltifat etmez ve karşısında vahy-i semavî dahi
olsa şahsî yorumlarına öncelik tanıyarak yine kendini ifade peşinde koşar.. ve ne yapar yapar hemen her
mülâhazayı evirir-çevirir kutsal(!) saydığı kendi düşünce ve istinbatlarına bağlar.
İşte böyle bir aldanmış, zamanla daha da ileri giderek çevresindekileri halâyık görmeye başlar.. horlar ve
hafife alır herkesi.. umulmadık beklentilere girer; beklediklerini bulamayınca da kırar-geçirir en sâdık
kapıkullarını; bezdirir candan takdirkârlarını ve kaçırır en vefalı yâranlarını; kaçırır zira böyle biri
mukaddeslere saygısızlık yapanları affetse de, bağışlamaz şahsına hürmet, tâzim, ihtiram ve saygıda kusur
edenleri; ademe mahkûm eder hayalinde kendisine tasarladığı makam, mansıp ve pâyeleri şöyle-böyle
sağda solda seslendirmeyenleri.
Bu hasta tip, başkalarının büyüklük ve meziyetlerine tahammül edemese de, yine de kendilerinden bir şey
umduğu kimselerle aynı karelerde bulunmayı asla kaçırmaz; dünyevîlerin arkasından koşturur durur ve düz
insanlarla bir arada bulunmayı, aynı kareye düşmeyi kendine zül sayar. Bu insanlar anası-babası, amcası-
dayısı bile olsa kat’iyen onlarla anılmayı istemez. Tevazuu hiç düşünmemiştir; hikmetten tamamen
habersizdir; bazı şeyleri okumuş gibi görünse de bilgisi sırf bir gümandan ibarettir. Görünme, bilinme,
söze-sohbete konu olma, öldüren bir hırs ölçüsünde onun en büyük arzusudur. Konuşmaların dönüp dolaşıp
kendisine dayanmasını, muhâverelerin onun meziyetleri etrafında cereyan etmesini, hatta hayatının
romanlara konu olmasını bekler; bütün bunlar olmayınca da hırçınlaşır, çevresini vefasızlıkla suçlar,
“kadirbilmez nankörler, gerçeği görmez aymazlar, densizler, dirayetsizler” der; kibrini nefrete, öfkeye
çevirir; patlamaya hazır bir gayz küpü hâline gelir.
Mütekebbirin hiçbir fikri, hiçbir işi, hiçbir tavrı normal değildir; düşünürken her şeyi kendini beğenmeye,
ucbe bina eder. Hareket ve davranışlarında hep çalımlıdır. Sürekli fâikiyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar.
Onun evi mutlaka lüks, arabası son model, yalısı tam deniz kenarında ve rıhtımda da yatı olmalıdır. Aslında
bütün bunlar onu zavallı bir lüks, bir fantezi tutsağı hâline getirmiştir ama, o bunun farkında bile değildir;
farkında değildir ve kibrini, gururunu okşayan bu şeylere ulaşma uğrunda ölür ölür dirilir; akla-hayale
gelmedik sefilliklere girer; yerinde el-etek öper, yerinde zulmeder, can yakar, hânümanlar yıkar, dahası
bütün bu çılgınlıklarını “ahvâl-i âdiye”den hâdiselermiş gibi görür.
Mütekebbirler arasında Karun gibi servetle büyüklük taslayıp “Bu imkânlara ben ilmim ve irfanım sayesinde
kavuştum.” 1 diyen, sonra da yerin dibine batırılanlar olduğu gibi, İblis edasıyla, “Ben ondan hayırlıyım..” 2
diyenler, daha da küstahlaşıp “Ben de öldürür ve diriltirim.” 3 şeklinde mırıldananlar, bütün bütün şirazeden
çıkarak, “Ben sizin yüce Rabbinizim.” 4 hezeyanına girenler de olmuştur. Eski çağların Firavun ve Nemrut…
gibi tiranları, modern devirlerin Lenin, Stalin, Hitler, Mussolini… gibi zorbaları ve “Ben yarattım, ben yaptım,
her şey bizim eserimiz...” türünden sözlerle çılgınlıklarını haykırıp duranlar hiçbir dönemde eksik
olmamışlardır. Bunların yanında, kibrine dinî bir kisve giydirerek kendisinin müçtehid, müceddid, kutup,
gavs, hatta Mehdi ve Mesih olduğunu iddia eden aldanmış delilerin sayısı da az değildir.
Bunların hemen hepsinin ortak yanı, kendilerini olağanüstü varlıklar ve çevrelerindeki kimseleri de sıradan
yaratıklar görmenin yanında, başkalarına ait fazilet ve meziyetlere tahammül edememe, bütün iyilikleri ve
güzellikleri kendilerinden bilme, her türlü kötülüğü ve olumsuzluğu da mümkünse halâyık saydıkları
kimselere fatura etme gibi bir gayretlerinin bulunmasıdır. Bunlar, şöyle-böyle tasarruf daireleri içinde
meydana gelen her güzel şeyin kendilerine mal edilmesini isterler; başkalarının eliyle ortaya konan olumlu
işleri de ya gasp edilmiş hakları gibi görür, kendilerine mal etme yollarını araştırırlar ya da ciddî bir
kıskançlık hissiyle en nadide şeyleri dahi çirkin göstermeye çalışırlar. Ülkeyi alıp ilerilere götürme, toplumu
çağın en seviyeli milleti hâline getirme, insanların ufkunu açıp yaşadıkları asrı iyi okumalarını sağlama, hatta
topluma çağ atlatıp onu bütün milletlerin önüne geçirme gibi çok önemli ve hayatî hizmetleri, şayet kendileri
o işin içinde yok iseler, mel’un sayarlar; lânet okurlar olup bitenlere ve bu önemli faaliyetlerin
kahramanlarına.
Allah Kibirlenenleri Sevmez!
Bu marazî ruh haletinin arkasında bazen soyluluk, bazen zenginlik, bazen maddî-mânevî pâye ve mansıp,
bazen saf yığınların ölçüsüz takdir ve şımartması, bazen güç ve kuvveti elinde bulundurma, bazen de siyasî,
içtimaî ve idarî statü farklılığı... gibi şeyler bulunmaktadır. Bu tür hastalar, şayet iyi bir eğitim ve
rehabilitasyonla gerçek insanî değerlere, kalb ve ruh ufkuna yönlendirilmezlerse, toplum içindeki konumları
ve kültür ortamları itibarıyla bazılarının Firavunlaşması, bazılarının Nemrutlaşması, bazılarının Karunlaşması,
bazılarının da Mehdilik ya da Mesihlik iddialarına kalkışması kaçınılmaz olur. Görmezler hakikati.. doğru
okuyamazlar gördükleri şeyleri.. yanlıştır bakış zaviyeleri.. çarpıktır değerlendirmeleri. Çünkü onlar
küstahlaşmış ve Zât-ı Ulûhiyet’e mahsus büyüklüğü “kibir” unvanıyla O’nunla paylaşmaya kalkışmışlardır. O
da, “Dünyada büyüklük taslayanlara, âyet ve işaretlerimi doğru okuyup doğru anlama imkânını vermem .”5
fermanı gereğince onları korkunç bir mahrumiyete mahkûm etmiştir.
Kibir, imana giden yolda insanın önünü kesen bir set, “Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse
Cennet’e giremez.” mazmununca da ebedî saadet yolunda aşılmaz bir engeldir. Bu maraz, bir kalbe
yerleşmeyedursun, onun ötelere nâzır bütün ışıklarını söndürür ve onu başkalarına ait her türlü fazilet ve
meziyetlere karşı bir tepki yumağı hâline getirir. Böyle bir hasta oturur-kalkar benlikle homurdanır,
çevresinden saygı ve hürmet beklemeye koyulur. Zamanla bulduklarıyla yetinmez de “daha” der durur.
Umduklarını bulamayınca da hafakandan hafakana girer. Sık sık çevresini kadirnâşinaslıkla suçlar. Bazen
bütün bütün kendini hezeyanlara salıp, yer yer soyundan-sopundan bahisler açarak, zaman zaman ilm ü
irfanından dem vurarak veya başarılarından söz ederek, hatta mâneviyata açık bir ortamın çocuğuysa veya
hakkında öyle bir kabul söz konusu ise evliyâ, asfiyâ ve ebrârdan olduğuna imâ, işaret ve –cinnetinin
derecesine göre– açık beyanda bulunarak kutbiyet ve gavsiyetini seslendirir ve evirir-çevirir ifadelerini
şöyle-böyle kendi fâikiyetiyle noktalar.
Kibrin, Allah ve Peygamber tanımazlık şeklindeki en kabacasını, “İblis dışında bütün melekler Adem’e
secde ettiler; o kibrine yediremedi “ııh..!” dedi ve küfrü seçenlerden oldu.” 6 beyanında da görüldüğü gibi
şeytan ortaya koydu. Kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı da “Demek size ne zaman nefislerinizin
hoşlanmadığı bir kısım mesajlarla peygamber geliverse, böbürlenecek, ona kafa tutacak, sonra da kiminiz
onu yalan sayacak, kiminiz de öldürmeye kalkacaksınız.” 7 beyanında görüldüğü gibi şeytanı takip ettiler.
“Büyüklük tasladı ve mücrimler gürûhundan oldular.” 8 mazmunu etrafında şeref-nüzul olmuş âyetler âdeta
bu türden devrilmiş pek çok kavmin kara yazısı gibidir. “Kibre girdiler, zira onlar kendilerini fâik ve yüce
görüyorlardı.” 9 ifadesi de bu konuda ayrı bir talihsizliğin şahidi. “Biz; Karun, Firavun ve Hâmân’ı da helâk
ettik, zira Musa (aleyhisselâm) onlara apaçık mucizelerle gelmişti ama, bu (mütekebbir)ler o yerde
büyüklük tasladılar ve (inanmadılar) ama başlarına gelecek şeyin de önüne geçemediler.” 10 beyan-ı
sübhânîsiyle sunulanlar ise, tarihî bahtı karalardan sadece birkaçı.
Kur’ân âyetlerinin ışığında bu türden lânetlenmiş daha pek çok tiran zikredilebilir ama, biz o konuyu mevzu
ile alâkalı hazırlanmış ve hazırlanacak olan ansiklopedilere havale edip geçmek istiyoruz. İşin özü, kibirli
insan hakka kapalı, insanlara kapalı, hikmete kapalı, ilâhî mârifete kapalı; şeytana açık, küfre açık, halk
nazarında menfur, riyâ, süm’a, hıkd u haset gibi İblis kaynaklı mesâvî ile kirlenmiş –üzerinde durulabilir– bir
bahtsızdır. Bu tür bahtsızlardan şimdiye kadar iflâh olan görülmemiştir. Aksine hayatını kibir ve gurur
zeminine bina edenlerin âkıbetleri hep küfürle noktalanmıştır.
Kur’ân-ı Kerim’in, “Allah, mütekebbir ve kaba kuvvet temsilcisi cebbarların kalbini işte böyle mühürler.” 11
fermanı konuyla alâkalı ne ürpertici bir tehdittir..!
______________
Dipnotlar
1) Kasas sûresi, 28/78,
2) A’raf sûresi, 7/12,
3) Bakara sûresi, 2/258,
4) Nâziat sûresi, 79/24,
5) A’raf sûresi, 7/146,
6) Bakara sûresi,2/34,
7) Bakara sûresi, 2/87,
8) A’raf sûresi, 7/133,
9) Mü’minun sûresi, 23/46,
Ayrıntılar
Gösterim: 184