Bugün güncel hayatta ve sosyal medyada en fazla sorulan sorulardan ve aziz gençlerimizin içerisine atılan şüphelerden bir tanesi "içtihat ve taklit" konularıdır. İçtihadın tarihi, delilleri, dayanakları nelerdir? Neden bir müçtehide taklit etmemiz gerekir tarzında sorular ve şüpheler… Bir önceki yazımızda içtihadın meşruluğuna dair on bir tane rivayeti konu etmiştik. Bu bölümde ise "içtihat ve taklid"in meşruluğuna dair diğer rivayetlere ve konulara yer vermeye çalışacağız.
12- İmam Sadık (aleyhisselam) şöyle buyurmaktadır: "Sizlerden hadis nakledebilen , helal ve haramımızda görüş verebilen, (islam hükümlerini) elde edebilen, hükümlerimizi bileninizi size hakim kıldım, onun hükmüne razı olun. O bizim hükmümüz ile hükmeder. Ancak siz kabul etmezseniz Allah'ın hükmünü hafife almış, bizi reddetmiş olursunuz. Bizi reddetmek ise Allah'ı reddetmektir. Bu iş ise Allah'a şirk koşma gibidir." (Usul-i Kafi c.1 s.67)
13- İmam Sadık (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur: "...Bizim helal ve haramımızı tanıyan bir kimseyi kendi aranızda hakim kılın, çünkü ben onu sizin aranızda hakim kıldım..." (Tehzib'ul Ahkam c.6 s.303 Beyrut Basımı)
14- İmam Hasan Asker'nin (aleyhisselam) tefsirinde İmam Rıza'nın (aleyhisselam) şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Kıyamet gününde abide; sen iyi insandın, zira senin amacın kendi hidayetindi ve halk senin ihtiyaçlarını karşılıyordu, öyleyse cennete gir. Ama fakih (müçtehit), hayrını insanlara ulaştıran insandır. Onları düşmanlarının elinden kurtaran, cennetin nimetlerini onların hizmetine sunan, Allah'ın rızasını onlar için hazırlayandır. (Kıyamet gününde) fakihe şöyle denilir; Ey Al-i Muhammed'in yetimlerinin kefili, Al-i Muhammed'in zayıfların ve sevenlerinin hidayetcisi (hidayetine vesile olan); dur ve dini meselelerini senden öğrenenlere şefaat et. O duracak ve sonra cennete girecek, onunla beraber grup grup insanlar da cennete gireceklerdir. Bunlar onun (fakihin) ilminden yararlananlar ve kıyamete kadar onun ilminden yararlananlardan istifade edenlerdir. Öyleyse bu ikisi (abid ve fakih) arasındaki makamın ne kadar farklı olduğunu görün.” (Bihar-ül Envar, c.2, bab 8, s.5, hadis 10)
Bu rivayetlerin yanı sıra içtihadın meşruluğu hakkında bir diğer delil ise Ehlibeytin huzur döneminde, Ehlibeytin ashabı tarafından usul kitaplarının yazılması ve içtihat meselelerinin konu edilmesidir.
Onlardan bazıları şunlardır; İmam Cafer Sadık'ın (aleyhisselam) ashabından olan Hişam b. Hikem konu hakkında "kelimeler" hususunda bir risale kaleme almıştır. Yine İmam Rıza'nın (aleyhisselam) ashabından olan Yunus b. Abdurrahman "usul-u Fıkıh" ve "hadislerin ihtilafı" hakkında risale yazmıştır. İmam Hüseyin'in (aleyhisselam) ashabından olan Ebu Sahl Nubahti "Umum ve Husus" konusunda bir risale kaleme almıştır. Bu eserlerin Ehlibeyt imamlarının huzur dönemlerinde kaleme alınması usul ve içtihat konularının o dönemde konu edildiğinin bir kanıtıdır.
Bir diğer delil ise Ehlibeytin, yarenlerinin hükümleri öğrenmeleri için bazı seçkin ve bilgin yarenlerini adres göstermeleri veya onları bu konuda görevlendirmeleridir. Örneğin, Abdul Aziz Muhtedi şöyle diyor; İmam Rıza'ya (aleyhisselam) sordum; Ben daima sizi göremiyorum dini konuları ve şer'i hükümleri kimden öğrenebilirim? İmam: Yunus b. Abdurrahman'dan diye cevap buyurdular. (Vesail-üş Şia, c. 18, bab 11 hadis 34)
İçtihadın meşruluğu hakkında bir diğer delil ise ilimsiz, ehliyetsiz ve muteber olmayan kaynaklara dayanarak fetva vermenin Ehlibeyt imamları tarafından men edilmesi ve bunun azabının olacağının vurgulanmasıdır. İmam Muhammed Bakır (aleyhisselam) şöyle buyurmuştur; "Allah'dan olmayan İlim ve hidayet olmadan fetva verene rahmet ve azap melekleri lanet ederler ve onun yanlış fetvasına amel edenlerin günahı onun üzerine yazılır." (Vesail-üş Şia, c.18, bab 4)
İmam Cafer Sadık (aleyhisselam) Hz. Resul-ü Ekrem'in (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem) şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir; "Kıyasa amel eden hem kendisi helak olur ve hem de helak eder ve ilimsiz olarak nasihi, mensuhu, muhkemi, müteşabihi bilmeden fetva veren helak olur ve helak eder." (Usulu-u Kafi c,1, bab 12 hadis, 9)
"İlimsiz olarak fetva verenin mekânı ateşle dolacaktır." (Vesail-üş Şia, c.18, bab, 4 hadis, 23)
İlimsiz ve ehliyetsiz olarak fetva vermenin men edilmesi ve bunun günahı hakkında birçok hadisler vardır. Bu hadisler şunu gösteriyor ki, şer'i kaynaklara dayanarak, ilim ve uzmanlık sonrası içtihat hakkında ehliyet sahiplerinin fetva vermeleri meşrudur ve dinde yeri vardır. Aksi takdirde masumlar ilimsiz ve ehliyetsiz fetva vermeyi yermez tam aksine mutlak olarak fetva vermeyi menederlerdi.
Fakih birine başvurma durumu İmam Mehdi’nin (Allah zuhurunu acil etsin) büyük gaybet döneminde farklı bir boyut kazanarak "içtihat" ve "taklit" terimleri ortaya çıkmıştır. Ehlibeyt imamlarının buyurmuş oldukları şartlara haiz fakih ve müçtehitler, fetva verme ve soruları yanıtlama görevini üstlenerek masum imamın yokluğundaki boşluğu sosyal alanda doldurmuşlardır. Bu durum şu anda da devam etmekte ve gelecekte de devam edecektir. Bu konu hakkında Şia’nın büyük âlimlerinden Şeyh Tusi şöyle demiştir: "Ben, İmamiye Şia’sını Hz. Ali’den (aleyhisselam) şimdiye kadar (hicri beşinci yüzyıla kadar) her zaman ahkâm ve ibadetlerini sormak ve öğrenmek için fakihlerinin yanına gittiklerini onların da sorulara cevap vererek fetvalarına amel etme yollarını gösterdiklerini gördüm." (İdddetu’l Usul)
Bu delillerden anlaşıldığına göre şer'i kaynaklara dayanarak içtihat etmek ve hükümleri istinbat etmek Ehlibeytin onayladığı meşru bir kavramdır ve Ehlibeyt imamları bundan asla men etmemişlerdir. Bunun aksini düşünenler büyük bir yanlışın içindedirler.
İçtihat ve taklidin meşruluğu hakkında nakli delillerin yanı sıra, akli delillere göre de içtihat ve taklit kaçınılmaz makul bir yoldur. Zira her Müslüman'ın araştırma, inceleme, öğrenme hissi insanları hükümlerin felsefe ve hikmetini öğrenmeye sürüklemiştir. İnsan dünyaya gözlerini ilk açtığı zaman hiçbir şeyi bilmemektedir; kaçınılmaz olarak başkalarının tecrübesinden ve diğerlerinin ilmi birikimlerinden yararlanması gerekir; zira insanın, yaşamın inişli çıkışlı merhalelerini kat etmesi için "ilim ve bilgi"ye çok ihtiyacı vardır. Asıl itibariyle yaşam “bilmek” ve "amel etmek" gibi iki sağlam temel üzerine bina edilmiştir ve bilgiyi kullanıp onunla amel etmek ise yine bilmeyi gerektirir. Bu esas üzerine yaşamın ilk merhalesi bilmek doğrultusunda adım atmakla başlar.
İşte bu noktada insanın iç dürtülerinden birisi insanın yardımına koşarak yaşam kanunu ve kemalini insanın yüzüne açar ki bu iç dürtü "iktibas" ve "taklit"tir. Bilindiği gibi çocuk bu iç dürtü (taklit) etkisiyle yavaş yavaş konuşmayı, oturup kalkma adabını anne ve babasından öğrenir ve gün geçtikçe yaşam merhalelerini geride bırakır ve büyüdükçe başkalarının ilim ve tekniklerini alma ve onları takip etme ilgisi oluşur; git gide bu âlemin varlıklarıyla aşina olarak kendi sorumluluğunun farkına varır.
Ama burada dikkat edilmesi gereken temel nokta şudur: Her konuda ve her alanda başkalarını taklit edip tamamen onların fikir ve yöntemlerini takip etmek doğru değildir. Zira taklit etmenin de kısımları vardır:
Cahilin cahili taklit etmesi: Kur’an-ı Kerim’de de taklidin bu türü kınanmıştır ve putperestlerin, Hz. Peygamber’e olan itirazları karşısında Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: "İşte böyle, senden önce de hangi kente uyarıcı gönderdiysek oranın varlıkları, biz babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız, dediler." (Zuhruf Suresi, 23. ayet)
Âlimin cahili taklit etmesi: Taklidin bu türü, âlim birinin yaşamında kendi bilgisinden istifade etmemesi ve başkalarını taklit etmesi cihetiyle taklitlerin en çirkinidir.
Âlimin âlimi taklit etmesi: Âlim bir kimsenin uzman olduğu ve görüş sahibi olduğu yerlerde başka bir âlimi taklit etmemesi, kendi teşhisine göre amel etmesi gerekir. Bunun için fakihler şöyle derler: İçtihat mertebesine ulaşan kimse, kendi içtihadına göre amel etmelidir. Bu sebeple fakihler içtihat etme izinleri hakkında genellikle: "Böyle bir kimsenin taklit etmesi haramdır" ibaresini yazarlar. Elbette âlimin başka bir âlimle ilmi meselelerde meşveret etmesinde ve görüş alış verişinde bulunmasında bir sakınca yoktur. Âlim kendi kararını kendisi verebilmeli ve fikri açıdan kendi bağımsızlığını koruyarak ön bilgiye sahip olmadan başkalarının görüşlerine hemen teslim olmamalıdır.
4- Cahilin âlimi taklit etmesi: Taklidin bu kısmını akıl ve fıtrat gerekli görür; zira ev yapacak şahsın mimara, elbise için terziye ve hastalık halinde doktora müracaat edilmesi akıl, mantık ve fıtrat gereğidir. Özetle akıl ve fıtrat bizi her konuda konunun uzmanına müracaat etmeye yönlendirir. Aynı şekilde dini öğretiler ve ilahi kanunların öğrenilmesinde halkı, ilahi hükümlerin teşhisinde maharet sahibi olan fakihlere yönlendirmesi yine bu mantık ve aklın işidir. Fakihler, uzun yıllar büyük zahmetlere katlanarak kendi kabiliyetleriyle ilim yolunda adım atarak içtihat gibi seçkin makama ulaşmış kimselerdir; yani bu kimseler ilahi kanunları, asıl kaynaklardan çıkararak, halkın hizmetine sunarlar. Toplumun kılavuz ve önderliğini yapan ve diğer taraftan da kendilerine fakihlik unvanı verilen bu kimseler, toplum fertlerinin dini bütün işlerinde onları mutluluğa doğru yönlendirirler.
Mehdi AKSU
Selam ve Dua ile…
Devam Edecek