Editörden
Erenlerin ikinci sayısıyla siz değerli okuyucularımızla beraberiz. Bugün dünyada sıcak savaşların yaşandığı bir dönemde, savaşlardan uzak, mutlu ve güzel bir Türkiye özlemiyle merhaba diyoruz sizlere.
Erenler dergisi, kendi olma duygusundan hareketle, toplumu bütün değerleriyle kucaklamak sevdasındadır. Kendine yabancı durumuna gelen Alevîlere bir ufuk, bir nefes vererek, kuşatılmış ve hatta özünden koparılmış olan Alevîlere yol gösterme çabasındadır. Ve bütün çabalara da değer veren bir anlayışa sahiptir. Art niyet taşımadan, başka hesaplar peşine düşmeden kendi olma duygusuyla doğru orantılı olarak, bu sorumluluğu üstlenmeyi kendine kutsal bir görev bilmiştir.
Amacımız, herhangi bir toplumu, kesimi veya grubu yermek değil, sadece ülkemiz gerçeğine uygun olarak, farklı bir renk olan Alevîlik kimliğinin yaşaması ve yaşatılmasıdır. Öteden beri farklı yer ve noktalara çekilerek özünden saptırılmak istenen Alevîlik, bugün geldiğimiz noktada da, bir takım çıkar hesabı ile çeşitli zemin ve tanımlara çekilir konuma getirilmiştir.
Elbette yaptığımız bir emek ürünüdür. Sevgi, birlik ve kardeşlik adına bir gerçeğin nefesi yayılıyor. Bizler bir geleneğin sürdürücüleriyiz ve bu gerçeği geleceğe taşımanın gönüllü erenleriyiz. Bizler dünyada ülkeler, ırklar ve dinler arası çatışmaların yaşandığı tam da bugünde, gözümüzü ve gönlümüzü sevgiye açmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Çünkü, Ehl-i Beyt dostları olarak bu misyonu yüklenerek, aslında kendini arayan Alevîliğe meşale oluyoruz.
Burada Alevîliğin tanımını yapmak niyetinde değiliz. Derginin diğer sayfalarında bunu bulacaksınız. Biz, Yunus’un dediği gibi, “Ben gelmedim dava için, benim işim sevgi için” sevgiyi, barışı, huzuru bir nakış misali dergimizde işleyerek, bu ışığı bütün kardeşlerimize yaymak işine koyulmuşuz.
Erenler dergisi olarak, renkleri kaynaştırmada ve farklılıkları zenginlik olarak görebilmede çaba göstererek, gönüllerde taht kurma varoluşu içinde olacağız. Gönül erenleri olarak, yüreklerimizin kapılarını tebessümle açıp, karanlık düşüncelere ışık tutacağız. Çünkü biliyoruz ki; toprağı alın teri ile, insanı ise sevgi ile fethetmek olasıdır. Yeryüzünde sevginin uygarlığını kuranlar, bizim de gönlümüzü bu iklim ile yeşerttiler.
Bu arada Alevîliği farklı yerlere çekerek, pazarlayanların ve Alevîlere yeni dinler arayanların kimler olduğunu, hangi amaç ve hedeflerle bu komploları planladıklarını dergimizde işleyip mahkum etmeyi kendimize bir görev bilerek, bu sevgi bahçesini soldurmalarına müsaade etmeyeceğiz.
Alevîliğin İslâm dışı bir kültür olduğunu yaymak ve işlemekle memur olanların yanılgılarını, kaynaklara dayandırarak ve Pir Sultan, Yunus Emre ve Hacı Bektaş-i Veli gibi zatların görüş, düşünce ve yaşamlarını örnek göstererek ortaya koyacağız. Bu pazarlamacıların asıl niyetlerini toplumumuzun gözleri önüne sermede bu yöntemin en mantıklı yol olduğuna inanmaktayız.
Ehl-i Beyt güneşi en karanlık yerleri aydınlatıncaya dek, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce dost sıcaklığı ile söyleyip, anlatan bu yolun yılmaz, usanmaz maratoncuları olacağız. Her ne kadar yolumuz uzun ve engebeli ise de, yüreğimizdeki on iki imam aşk ve inancının bizi menzile ulaştırmaya yardımcı olacağına inanmaktayız. Zaten menzile ermek için çıktık bu yola, sevgi ile, aşk ile.
Kapımızı ve gönlümüzü bütün erenlere aralamış bulunmaktayız. Bu kutsal yolda dostları yolumuzun üzerinde engel olarak görmüyoruz. Bilakis bütün dostların bize katılarak bizimle yolculuk etmelerini arzulayarak çıktık bu kutsal yola. Bu aşkla, bu şevkle bütün erenleri Muhammed, Ali uğruna, Fatıma ana, Hasan, Hüseyin uğruna,, Ehl-i Beyt uğruna bize katılmaya, bizimle çalışmaya davet ediyoruz.
Bu arada beşeriyetin varoluşu ile başlayıp, bugüne dek süregelen ve daim devam edecek olan mutlak adalet beklentisinin hatırlanıldığı gün olan İmam Mehdi (a.s)’ın kutlu doğum gününü kutlamanın sevincini ve mutluluğunu yaşıyoruz.
Erenler dergisi olarak kuracağı evrensel adalet düzeniyle insanlığı hakikî kurtuluş ve mutluluğa erdirecek olan yüce Allah’ın son hüccet ve velisi İmam Mehdi’nin kutlu doğumunu bütün insanlık âlemine, özellikle de kurtuluş bekleyen ezilmişlere, hasseten de siz Ehl-i Beyt yolu izleyicilerine tebrik arz ediyoruz.
İnsanoğlunun fıtrî değerleri içerisinde büyük öneme sahip olan “adalet” kavramı, Hz. İmam Mehdi (a.s)’ın mübarek doğumuyla daha da bir önem kazanmıştır.
Zira o hazretin yeryüzünden her türlü haksızlık ve zulmü kaldıracağı ve özlenilen evrensel adalet düzenini kurarak beşeriyeti, hiçbir zaman görmediği maddî, manevî mükemmellik ve mutluluğa kavuşturacağı bütün ilâhî dinlerce, özellikle de İslâm dini tarafından muştulanmıştır. Dolayısıyla Hz. İmam Mehdi’nin doğum günü, tüm insanların, özellikle de ezilenlerin, horlananların ve zulme uğratılanların, adalet ve insaniyet namına kutladıkları en değerli ve en büyük bayramlarıdır.
Dünyanın iyi bir son ile noktalanacağı gerçeği, gerek semavî dinler, gerekse de beşer kaynaklı bütün ideolojiler tarafından kabul gören bir hakikattir. Yeryüzünden her türlü haksızlığı silip götürecek hakikî adalete ve herkesi içerecek maddî ve manevî doyuma ulaşma arzusu, beşeriyetin fıtratında olan bir gerçek olarak her zaman ve her yerde varola gelmiştir. Bu duygu beşerle birlikte var olmuş, beşeriyet var oldukça da devam edecektir.
Bizler, Hz. İmam Mehdi (a.s)’ın kutlu doğumunu, insanoğlunun kalbinde ümitlerin yeniden yeşerdiği, vicdanlarda merhamet duygularının yeniden kabardığı, insancıl yaklaşımların zirveye vurduğu bir gün olarak görmekteyiz.
Ne var ki; maddî çıkarları uğruna insanları türlü entrikalarla ezerek egemenlik kuran despot yönetimler, hep böyle bir hakikatin olmadığı doğrultusunda propagandalar yapmış ve yapmaktalar. Çünkü, beşeriyetin ümitsizliğe kapılarak adalet kavramından vazgeçmesi, onların haramice talan ve soygunlarını daha da pekiştirecektir.
İmam Mehdi (a.s)’ın zuhurunu beklemenin, zülüm ve haksızlıklardan yılan beşeriyetin kalbinde aydınlık geleceğe olan ümidin yeniden canlanıp coşmasına olan olumlu etkisi dikkate alındığında, onun kutlu doğum gününün en büyük bayram olarak kutlanılmasının ne denli ehemmiyet taşıdığı ortaya çıkmaktadır.
İnsanoğlunun, hayatının her döneminde bir bekleyiş ve arayış içerisinde olduğunu bilmekteyiz. Gün ışıklarının ışıldamasıyla gecenin beklendiği, gece karanlığının çökmesiyle de gündüzün beklendiği gibi bekleyişler hep bir döngü içerisinde devam etmektedir.
Çocukların bir an önce olgunluğa ulaşma, olgunların bir an önce evlenip yuva kurma ve arkasından da neslin bekasına dair olan beklentileri, keza zulme uğratılanların kurtuluş beklentileri hayatın bitip tükenmeyen bir bekleyişten ibaret olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.
Bekleyiş konusunu biraz daha açtığımızda, aslında bekleyişin başlıca iki nedene dayandığını gözlemlemekteyiz.
a) Bulunduğu durumdan memnun olmadığından daha iyi bir durumu bekleme.
b) Bulunduğu durumdan memnun olsa dahi daha iyi bir geleceğe sahip olma ümidinden kaynaklanan bekleme.
Böyle bir ümit insan hayatının daha dinamik, daha hareketli olmasını sağlar. Geleceğe dair ümidini yitiren bir insan ve topluluk ise, pasifleşir, hareketini ve canlılığını yitirerek teslimiyetçi olur.
İnsanın fıtratında olan bu duygu, İslâm dininde, özellikle de Ehl-i Beyt mektebinde ilâhî bir boyut kazandırılarak ufku daha da genişletilmiş ve doğru yörüngesine oturtulmuştur.
İnsanın sahip olduğu değerlerden biri de şükretmektir. Ehl-i Beyt mektebi, insanda bulunan bu değeri derinleştirerek Allah’a, insanlara, hatta hayvanlara uzanan bir hiyerarşide sıralamıştır. Ehl-i Beyt kendi maarifi ve öğretisiyle, insanların bu değerlerini yetiştirmesini ve mükemmellik seyrinde devam etmesini sağlamıştır.
İnsanın kendisi için arzuladığı iyi bir hayat standardını, tüm insanlar için istemesi yukarıdaki düşüncenin neticesidir. Düşünceleri sığ olmaktan kurtaran bu akide, insanı sadece zahirî iyi bir hayat sunmasını değil, gerçekten yeryüzünde adaletin işlevsel hâle getirilmesini, diğer bir tabirle hakikî adaletin istenmesini de öğretmiştir.
Ehl-i Beyt kaynaklarında geçen “İmamınızın zuhurunu bekleyin” veya “En üstün ibadet, İmam Mehdi (a.s)’ın zuhurunu beklemektir” gibi hadisler, işte bu gerçeğe işaret etmektedir. Böylelikle insanlarda, hakikî adalet ve kurtuluş beklenti ve ümidini canlandırarak daha dinamik, daha canlı bir toplumun oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
Beşeriyetin düşünce ufkunu genişleten ve onlara daha dinamik bir hayat sağlayan İmam Mehdi (a.s)’ın kutlu doğumumun, tüm insanlığa barış, sevgi ve kardeşlik getirmesi temennisiyle.
Düşünce
Toplumlar ve İlkeler
Ali C.YILDIZ
“Varolmak bir büyük sonuç için sadece bir ön koşuldur...” Erenler’in ilk sayısındaki yazım tam da bu tümceyle bitiyordu. Sözü edilen yazının varmak istediği sonucu da özetleyen bu tümceyle ileri sürülmek istenen, Alevi toplumunun bir ön koşul olarak varlığının (mevcudiyetinin) bugünkü dünyada nasıl bir sonuç üreteceğinin ilkesel ölçekte de olsa bir tanımın yapmaktı.
Böylece, tek-tek yada bir bütün olarak bütün Alevilerin “Ben yada biz Aleviyiz.” demelerinin ötesinde hem kendileri hem de içinde yaşadıkları tüm insanlık için, yine hem tek-tek (birey) hem de bir bütün olarak üstlendikleri tarihi sorumlukları olduğu gerçeğini öğrenme olanakları ortaya çıkacaktı.
Bu yazıda “var olma” ön koşulu ile “var etme-üretme” sonucu arasındaki diyalektik ilişkiye, naçizane Alevi toplumuna uzun süreçte yararlanabileceği planlar oluşturma adına, bu yönde büyük gelişmeler göstermiş ve göstermekte olan toplum ve topluluklardan örnekler vererek açıklamaya çalışacağım.
Bir yerde birilerinin yaşayıp yaşamadığını araştırıp ortaya koyma işini günümüzde arkeoloji bilimi üstlenmiştir. Bu bilim sayesinde bizler hangi bölgelerde kimlerin nasıl ve ne zaman yaşadığını öğrenebiliriz.
Tarih yazımına da katkıda bulunan arkeoloji biliminin elindeki en önemli araçlar kazılarda ortaya çıkarılan buluntulardır. Arkeologların bu buluntu ve kalıntılar üzerinde yaptığı titiz inceleme ve araştırmalar sonucunda bir zamanlar tarih sahnesinden geçmiş yada hala geçmekte olan toplum ve toplulukların gizemli hikayeleri ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda bizler yazıyı üç bin yıl önce Sümerlilerin, parayı ise yine binlerce yıl önce Lidyalıların bulduğunu bu incelemelerden öğreniyoruz. Yine şimdi bile kimi toplumların övündüğü dünyanın yedi harikasının kimler tarafından ve hangi amaçla yapıldığını da bu buluntuların incelenmesi sonucunda öğrenebilmekteyiz.
Özellikle kağıt, pusula, barut, matbaa vb. hala kullanılabilen nesneleri ilk üreten toplumlar saygınlık ve güçlerini bir ölçüde dünya kültürü ve piyasasına sundukları bu gibi ürünlere borçludurlar denilebilir. Sayısal olarak daha çok çoğaltılması mümkün olan bu örneklerin de göstermiş olduğu gibi toplumların/düşüncelerin uzun insanlık tarihi boyunca varlıklarını pekiştiren, saygın ve güçlü kılan biricik sonuç yada gösterge, onların ortaya koymuş oldukları kültürel birikim ve üretimlerdir.
Buradan hareketle kendimize şu soruyu dürüstçe sormak durumundayız: Aleviler olarak kültürel mirasımız nitelik ve nicelik olarak ne durumdadır? Bu yazının amacı her ne kadar Alevilerin kültürel mirasının bir envanterini ortaya çıkarmak olmasa da, muhalif kimlikli bütün toplumlara özgü bir durumu bu topluluk açısından da burada belirtmekte yarar görmekteyim.
Aleviler olağanüstü baskı ve kısıtlamalara rağmen varlıklarını çok büyük ödünler vermeden bugüne değin sürdürmüşlerdir. Yüzlerce yıllık faşizan bir baskıya karşılık Alevilerin varlıklarını böylesine dinç ve devingen olarak sürdürebilmeleri ancak ve ancak onları yaşamlarını doğa ve kültürün diyalektik özüne bağlı kalarak sürdürmeleri ve üretimde bulunmaları sonucu mümkün olmuştur.
Yani, bu toplumun bugün bile inancının ve bu doğrultudaki yaşam felsefesinin dünya ölçeğinde benimsenmesi ve araştırılmaya değer görülmesi, bu toplumun baskıya karşı sergilediği direncin sarsılmaz somut bir göstergesidir denilebilir.
Dahası, dünyanın farklı bölgelerinde özellikle akademik çevrelerde Alevilik, Alevi kültürü ve düşüncesi üzerine yapılan incelemeler, bu toplumun inanç, gelenek-görenek ve yaşam pratiklerinin hemen-hemen her dönem ver olduğu çağla eş zamanlı bir nitelik gösterdiği ve bu yüzden de içinde var olan dinamiği hiç yitirmediğini belgelemektedir.
Bu açıklamaya şu saptamayı da ekleyebiliriz: Toplumların düşünce sistemlerinin dinamikliği kaçınılmaz olarak onları nitelikli üretime ve yaratmaya iter. Yalnız, o toplumların ürünlerinin niteliği ve niceliği o dönemin nesnel koşulları tarafından belirlenir. Bu belirleme artırma şeklinde olabileceği gibi azalma ve sınırlama şeklinde de olabilmektedir.
Buradan hareketle, Hemen her döneme ait nesnel koşulların Alevilerin üretimlerini sınırlayıcı ve yok edici olduğu sonucuna varılabilir. Buna rağmen Alevilerin sözel kültürü dünya ölçeğinde bir nitelik ve niceliğe sahiptir denebilir. Daha güzel ve estetik binaları, dolu-dolu kütüphaneleri, daha farklı türleri içeren edebiyatı, çok daha kapsamlı ve yaygın dinsel kurum ve ritüelleri olmaz mıydı.
Halbuki bugün sadece yada daha doğrusu ağırlıklı olarak Alevi kültürü ve yaşamı sözel kültürün egemenliği altındadır. Bu durumu yadsımamakla birlikte, yöntem olarak sözel kültürü günümüz koşulları bakımından yetersiz de gördüğümü burada belirtmek durumundayım.
Sonuç olarak, bu yazıda var olmanın sadece bir ön koşul olduğu ve üretim niteliğindeki sonuçlara varılmadıkça bu ön koşulun varlığını daha fazla sürdüremeyeceği anlamına gelen önermenin, Alevi toplumu açısından ne anlama geldiğinin kısa bir değerlendirmesi yapılmaya çalışıldı. Bu bölümde diğer kültürler bağlamında Alevi kültürünün yeri saptanmaya çalışıldı.
Buna bağlı olarak, sürekli ve sistemli baskı ve yıldırmalara rağmen Alevi toplumunun bir ön koşul olarak varlığını (mevcudiyetini), sınırlı sayı ve oranda da olsa nitelikli kültürel ürünler ortaya koyarak pekiştirdiği sonucuna varabiliriz. Özet olarak, Alevi düşünce ve inancının bugünkü itibarı, Alevilerin zamanı boş yere yaşayarak geçirmediğini,
olanakları ölçüsünde büyük mücadeleler vererek sadece kendisi için değil bütün insanlık için seçkin ve özgün yaşam modelleri ve ürünleri verdiğini göstermektedir. Geçmişte yaşamış Alevi erenleri, mürşitleri, pirleri, velileri ve rehberleri, yaşam felsefelerini ayakta tutmak, yok olmasını engellemek için canlarını ortaya koydular.
Pir Sultan asıldı, Nesimi yakıldı ve Hallac-ı Mansur yüzüldü. Binler, yüz binler var olmak için öldü. Niçin? Bugün için, bizim için, insanlık için...Fakat onların geçmişte yaptıkları her şey bugün bize daha çok sorumluluk ve görev (misyon) yüklüyor. Bir sonraki yazıda bize düşen bu sorumluluk ve görevleri açıklamaya çalışacağım...
Filozof Gözüyle Eğitim Özgürlük ve Sorumluluk İlişkisi
Halil GÜZEL
Felsefe Öğretmeni
Günlük hayatımızda sık sık kullandığımız ancak çoğu kez üzerinde görüş birliği sağlayamadığımız birkaç felsefi kavramla ilgili ben de farklı bir yaklaşım getirmek istiyorum. Elimden geldiği kadar konuyu özetlemeye çalışacağım. Başta bu hususa dikkat çekmek isterim ki, izahatlarım beni ilgilendirmekte ve tamamen işin ilmi ve akli boyutuyla ilgilenmeye çalışacağım.
Çağımız fayda ve tasarruf çağı olduğu için ben de daha çok pratik felsefeden yanayım. Ne de olsa bize yarar sağlamayan, şu an için işlerimizi kolaylaştırmayan,
sorunlarımızı çözmede bize bir hizmeti dokunmayan ve mutlu olmamızda bir katkısı olmayan bilginin çok da fazla bir değerinin olmadığı açıktır. Söz konusu kavramlar birbiriyle ilişkili oldukları gibi, aynı zamanda evrensel birer değer de ifade etmektedirler. Çünkü her toplumun bu kavramlarla bir şekilde sorunu vardır.
Eğitim, her toplum için hayatı bir konudur. Bütçelerimizin ve zamanlarımızın çoğunu eğitime harcarız. Her toplum mutlaka bir eğitim felsefesi ve tesbit edilmiş amaçlara konulmuş ilkelerle var olacağı öngörülmüştür. Amaç, insanları zararlı ve kötü olandan kurtarıp, yararlı ve iyi olana yönlendirmektir. Her ne hikmetse bu amaca bir türlü tam olarak da varılamaz.
Eğitimin tanımı genellikle belirlenen ilke ve kurallar ışığında istenilen yönde davranış değişikliğini gerçekleştirmektir. Eğitim, bir anlamda toplumsal kuralların ve dokunun dışına muhtemel kayma ve farklılığı önleyen ve sosyal bütünlüğü sağlayan bir kurum konumundadır. Dolayısıyla birey veya fertleri şahıs olmaya yöneltme, yani ferdin sosyalleşmesi ve ıslahı eğitim ile olmaktadır. Bunun gibi siyaset de insanı eğitme sanatı olarak ifade edilmektedir.
Özgürlük ise, açıklanması ve savunulması en zor ve karmaşık olan, ancak insana özgü, insan hayatının değer ve anlam kazanmasını sağlayan belki de tek kavramdır. Çünkü gerek felsefede, gerekse toplumsal ilimlerde özgür olmayan insandan hesap sorulmaz. Yani özgür olmayan insanın davranışları hem hukuken, hem ahlaken, hem de dinen bir geçerliliğe sahip değildir.
Yani özgür olmayan insan masum insan muamelesi görür. Konumuz bu değil. Üzerinde asıl durmak istediğim kişinin iradesini ortaya koyarken karşılaştığı problemler ve ortaya koyduğu tavrı irdelemektir. Toplumumuzda özgürlük genellikle fiziki olarak bir başkasına bağlı olmamak ya da kendi başına var olmak veya her alanda sınırsız bir hareket serbestisine sahip olmak şeklinde algılanmaktadır. Görünüşte bu izah bize hoş gelse de sakıncalarını da göz ardı edemeyiz. İnsan muamelesi görmek için özgür olmak,
özgür olmak için de akıllı olmak gerekiyor. Devamında sorumlu olmak gerekiyor. Çünkü, özgürlük kişinin farklı seçenek ve alternatifler arasında istediğini seçebilmesidir. Bunun devamında ise, seçtiği seçeneğin sonucuna da peşin olarak katlanmayı kabul etmesi gerekir. İşte sorumluluk kişinin yaptığı seçimin sonucuna peşinen katlanmasıdır.
Özgür irade sahibi olmak demek görev ve sorumluluk sahibi olmak demektir. O halde özgürlük kendilerine ve başkalarına karşı sorumlu olmayı zorunlu kılmaktadır. Özgürlüğün bedeli olarak sorumluluğun olduğunu ne hikmetse çoğumuz unutuyoruz. Ben seçtim, sonucu kötü ise, “o” yaptı; ben seçtim, sonucu iyi oldu ise “ben” yaptım demekten de geri kalmıyoruz. Her sonucun mutlaka bir sebebi olduğunu bilmemize rağmen çoğu kez kendi mantık ilkelerimizi bile acımadan çiğneyebiliyor, sorumluluğumuzu ortaya koyabiliyoruz.
Özgür olmak en güzel düştür. Bu düşü en çok esaretin acısını çeken mahkumlar bilir. Özgür iken bir iyilik yapabiliyor veya bir kötülüğe sebep olabiliyoruz. Yani insanın doğasında olanın yaşama serpilmesi özgürlük oluyor. O halde özgürlük yeryüzünde insana verilmiş en büyük armağandır. Bu güzel ve eşsiz armağanın ancak layık olanlar değerini bilerek taşırlar.
Özgürlüğün değerini bilmek demek başta da belirttiğimiz gibi peşinen sorumlu olduğumuzu kabul etmemiz demektir. Sorumlu olmak demek; başta kendin, sonra da yakınından uzağına bütün insanların her şeyinden, gücün oranında sorumlu olman, bunu hissetmen demektir. Yani, bugün çoğumuzun yaptığı gibi özgür olmak demek, sorumsuz olmak demek ve canımızın her istediğini kendi kuralına göre yapmak demek değildir.
Bu özgürlük anlayışı, çeşitli zararlı madde bağımlığından, trafik canavarı olmaya kadar her alanda, sosyal hayatımızı tehdit etmektedir. Bu anlayışa itiraz etmek için bu yazıyı kaleme almayı üzerime bir borç bildim.
Böyle bir özgürlük anlayışı ancak hür iradesini inkar edip aklını duygularının esaretine bırakmış bir insanda bulunabilir. Çünkü, akıl ve iradesini duygularına ipotek ettirmiş olan insanlar ancak böyle bir mantık dışı ve izahatı hiçbir şekilde yapılamayacak olan hata ve kusurlar işleyebilir. Oysa özgür insan; umutları yeşerten, insanı zamana mağlup ettirmeyen, sorumlu ve sevecen insandır. Kin ve nefret tohumları ekerek benliğini “bize” tercih eden zavallı insan değildir.
Özgürlüğün genellikle fiziken “başkalarına” bağlı olmamak şeklinde ifade edildiğini vurgulamıştım. Yani özgür olmak “bir efendiye” bağlı “bir köle” olmamak şeklinde anlamlandırılıyor. Bu ifade doğru olmakla beraber kanımca da yetersizdir. Çünkü; insan karar alma sürecinde özgür değilse, ortaya çıkacak tutum ve karar da özgürce ortaya koyulmamış olacaktır. İnsanın hür iradesi ışığın prizmada kırılması gibi, insanın duygu dünyasında kırılması muhtemeldir.
Nitekim kuşkularımız ve bulgularımız da bu yöndedir. Ya yeterince aydınlatılmamış veya yetkin kılınmamış bir akıl ya da aklını direk içgüdüler-duygularının- esaretine bırakmış bir insan isteminde yanılabilmekte, bizzat yanlış seçeneklere karar kılabilmektedir. O halde özgürlük önce kirlilikten arınmış saf bir ruha ve temiz bir iç dünyaya sahip olmamızı gerektirmektedir.
Bedenen kirlendiğimizde su ve sabunla yıkanarak temizlenebilmekteyiz. Oysa ruhen kirlendiğimizde bu konuda bir şey yapamamaktayız. Çoğumuz önyargılarımızın ve tutkularımızın esiriyiz. Bu gün ırkçılık, bencillik, çekemezlik, kıskançlık vs. sosyal hastalıklarımızın temelinde ruhsal kirlilik ve esaret yatmamaktadır. Oysa özgürlük konusunda başta da belirttiğim gibi işimiz oldukça zor ve karmaşıktır. Çünkü özgürlüğün serüveni görünmeyen iç dünyamız, yani ruhumuzun ta derinliklerinden başlamaktadır.
İnsan eğitimi ve terbiyesiyle ilgilenen her öğretmen veya anne-baba işin bu boyutunu göz önüne almak zorundadır. Doğru karar için doğru bilginin şart olduğunu dikkate alarak, önyargılardan uzak durmak zorundayız. Ruhsal iç dünyamızdaki kirliliğe çare olacak reçetelere ihtiyacımız vardır.
Çünkü kendi iç dünyamızda kendi kendimizle barışık bir kişilik sergileyemediğimiz sürece başkaları ile uyumlu ve onlara yararlı birer “şahıs” olmamız olanaksızdır. Kendi kendisiyle barışık olmayan insan; kararında mutlaka tutarsız ve başkalarıyla da problemleri olan insandır.
Amacımız iyi üretici, iyi tüketici ve iyi insan eğitmek- yetiştirmek olduğu için insanın fiziki ve ruhi bakımdan çok özgür ve sorumluluklarının bilincinde olan, aynı zamanda özgürlülüğünün sınırının başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bittiğini kabul eden, tutarlı ve uzlaşmacı insanı eğitmek olduğu için sanıyorum işin bu yönünü de göz önüne almamızda yarar vardır.
Her şey aydınlık ve mutlu yarınlarımız için.
Selam ve saygılarımla.
Araştırma
Kur’an’da Hz.Mehdi(a.s)
Abdullah TURAN
Kur’an-ı Kerim, hangi renk ve ırktan olursa olsun tüm insanları bütün çirkinliklerden arındırmak ve doğru yola hidayet etmek için Kadir-i Zü’l-Celâl tarafından en son elçisine gönderilen en son ilâhî kitaptır. Bunda hiçbir Müslümanın kuşkusu söz konusu olamaz. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim nüzul vakti olan Asr-ı Saadet’ten kıyamete kadar insanoğlunun ihtiyaç duyduğu tüm itikadî, hukukî, kanunî ve ahlakî ihtiyaçlarına cevap verecek bütün materyalleri kendinde barındırmaktadır.
Kur’an; “Allah’ın ilmini içeren”, [1] “Allah’ın kelamı”,[2] “ağır sözü”, [3] “hak vahyi”[4] ve “aziz kitabı”dır.[5] Zaman zaman, hazarda veya seferde, gece veya gündüz, camide veya evde, çarşıda veya savaş meydanında, bir sorunun cevabında veya bir gelişme üzerine; insanları bilgilendirmek, onlara yol göstermek, onları aydınlatmak, müjdelemek, uyarmak ve gönüllerde olan hastalıklara şifa vermek için inmiştir.
Ne buyurmuşsa haktır hakikattir. “Ne önünden, ne de arkasından hiçbir batıl ona bulaşamaz.” [6] Geçmişte ve gelecekte hiçbir ekol, hiçbir düşünce ve ilim onun gerçeklerini iptal edemez, onun yanlışını çıkaramaz. “Onun ihtiva ettiği sözlerin diğer sözlere üstünlüğü Allah’ın yaratıklarına olan üstünlüğü gibidir.” [7]
Onun, müşfik ve uzman bir doktorun çeşitli hastalıklara tutulmuş bir hastaya verdiği reçete gibi, hem geçici ilaçları vardır, hem de daimi dermanları. “O, Allah’ın rahmet sofrasıdır.” [8] O sofra başında oturan hiç kimse eli boş kalkmaz.
Bununla birlikte Yaratan’ın emriyle onun aslı “lehv-i mahfuz”da[9] ve “kitab-ı meknun”da[10] korunmuş ve “saygın sahifelerde yüce ve temiz kılınmıştır” [11] ki, hakikatleri ve ilim cevherleri ehil olmayandan uzak kalsın. Çünkü “Ona temizlerden başkası dokunamaz.” [12] “Onun bir zahiri vardır, bir de batını.” [13] “Onun batının da bir batını vardır.
” [14] Yüce Yaratıcı onun bir kısım ayetlerini muhkem kılarken, bir kısmını da müteşabih kılmıştır ki, kalplerinde eğrilik olanlar denenip tanınsın ve onda tevil arayanlar bilsinler ki, “Onun tevilini ancak Allah ve ilimde kök salmış kişiler bilebilir.” [15]
Bu ilâhî kitapla azıcık aşinalığı olan herkes, onun ilâhî hüküm ve esasları açıklarken, kendine özgü bir yöntem izlediğini ve birtakım değişmez prensiplere dayandığını bilmektedir.
Kimse, Kur’an-ı Kerim’in dinî esas ve hükümleri açıklarken onları genel çerçevesiyle belirtmekle yetindiğini, ilgili teferruatın beyanını ise Hz. Resulullah (s.a.a)’a havale ettiğini inkar edemez.
Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de namaza, oruca, zekata, hacca, cihada, emr-i bi’l-marufa, humusa vs. gibi birçok şeye emredilmiş, ama bunlarla ilgili detaylı açıklamalar Allah Resulü'ne havale edilmiştir.
Keza, Kur’an-ı Kerim’de birçok yasaklardan bahsedilmiş, ama onlarla ilgili teferruatın, özellikle de hukuksal ve cezaî yönlerinin açıklanması Allah Resulü tarafından yapılmıştır.
Yine Kur’an-ı Kerim’de devlet ve millet ilişkisinden, toplumsal yaşamın gereği olan hukukî ve ekonomik sistemden söz edilmiş, bunlarla ilgili detaylar yine Allah Resulü’nün sünnetine bırakılmıştır.
Aynı şekilde, Kur’an-ı Kerim’de kalu bela, berzah ve mead gibi birçok itikadî mevzular ana hatlarıyla vurgulanmış, bunlarla ilgili detaylı bilgiler Allah Resulü tarafından verilmiştir.
Bütün bu konularda Allah Resulü’nün beyanı olmaksızın, Müslümanların İslâm dininin neye emrettiğini, neden sakındırdığını ve neye itikat etmeleri gerektiğini buyurduğunu anlamları imkansızdır.
Bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisi, Kur’an ayetlerinin açıklamasını yapmayı Allah Resulü’nün başta gelen görevlerinden saymıştır.
Allah Teala buyurmuştur ki: “Sana da, insanlara indirileni açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik. Belki düşünürler.” [16]
Yine Allah Teala Resulü’nün Kur’an ayetlerini tilavet etmekle birlikte insanları tezkiye ettiğini, onlara hikmeti ve bilmediklerini öğrettiğini beyan ederek buyurmuştur ki: “Nitekim biz size, ayetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size Kitab'ı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek aranızdan, bir peygamber gönderdik.” [17]
Sonra Allah Teala Aziz Elçisi’nin bütün konuşmalarının ilâhî menşeli olup vahiy olduğunu, onun kendi yanından bir şey söylemediğini garanti altına alarak buyurmuştur ki: “Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de yanlış yaptı. O, heva ve hevesine uyarak konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” [18]
Yine buyurmuştur ki: “Eğer o, bize karşı bazı sözler uydurmuş olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.” [19]
Buna göre Allah Resulü, sözüyle, eylemiyle ve taşıdığı bütün özellikleriyle ümmet için kamil bir örnek durumundadır. Ümmetin her konuda onu baz alması ve onun bütün açıklamalarına ve icraatına canı gönülden inanıp itaat etmesi gerekmektedir.
Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Allah Resulü’nde güzel bir örnek vardır.” [20]
Yine buyurmuştur: “Elçi size neyi emrederse tutun ve sizi neden sakındırırsa sakının.” [21]
Yine buyurmuştur: “Ey iman edenler, Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeye çağırdığı za man icabet edin...” [22]
Yine buyurmuştur: “De ki: Eğer gerçekten Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışla sın. Allah affeden ve merhamet edendir.” [23]
Yine buyurmuştur: “De ki: ‘Allah'a itaat edin; Peygambere itaat edin.’ Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki o peygamber, kendisine yükletilenden ve siz de kendinize yükletilenden sorumlu sunuz. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulursunuz, Peygambere düşen, sa dece apaçık tebliğdir.” [24]
Bu açıklamalardan “Allaah’ın kitabı bize yeter” veya “Açıkça Allah’ın kitabında olmayan bir konuyu kabul etmem” sloganı ile yola çıkıp da Allah Resulü’nün, Kur’an-ı Kerim’de geçen genel mevzulara dair olan tefsir niteliğindeki sünnetini görmezlikten gelmenin, bizzat Kur’an’ın kendisiyle çelişmekle birlikte, İslâm’ın ruhuna da aykırı olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.
O hâlde itikadî konular da dahil olmak üzere İslâmî mevzuların tamamında Resulullah’ın sünnetini dikkate almak zorundayız. Nitekim Allah Resulü de, ümmetinde bu gibi iddialarda bulunacak olanların var olacağını önceden görmüş ve onların yanlış yolda olduklarını ortaya koyarak şöyle buyurmuştur: “Biliniz ki, kuşkusuz bana Kur’an ve yanında onunla aynı olan bir şey verilmiştir.
Uyanık olun ki, karnına düşkün olan biri gelecek ve makamına oturduğunda: “Bizimle sizin aranızda yüce Allah’ın kitabı vardır; onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram biliriz” diyecektir. Biliniz ki, Allah Resulü’nün haram kıldığı, Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [25]
Yine buyurmuştur: “Yakındır ki, sizden birisi, makamına oturup arkasına yaslanmış iken, benden bir hadis ona nakledildiğinde, beni yalanlamaya kalkışıp da: “Bizimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır.
Onda helâl bulduğumuzu helâl, haram bulduğumuzu da haram sayarız” der. Bilin ki, Resulullah’ın da haram kıldığı Allah’ın haram kıldığı gibidir.” [26]
Allah Resulü’nün, sünnetinin yazılıp kaydedilmesi ve sonraki nesillere ulaştırılmasına dair olan teşvik ve emirleri de sünnetin İslâmî mevzuların ikinci temeli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bakınız, Allah Resulü (s.a.a), Kureyş’in: “Bu da bir beşerdir, bizim gibi öfkelenir, bizim gibi duygusallığa kapılır ve birileri hakkında öfke ve rıza içerisinde bir şeyler söyler, ondan duyduğun her şeyi yazıp kaydetme” uyarısı üzerine sözlerini yazmaktan vazgeçen Abdullah bin Amir’e, yemin ederek ağzından haktan gayri bir sözün çıkmadığını ve çıkamayacağını belirterek, kendisinden duyduğu her şeyi yazmasını emrediyor. [27]
Yine, kendisinden duyduğu hadisleri ezberlemediğinden şikâyet eden ashabının eline işaret ederek duyduğunu unutmaması için onları yazmasını emrediyor. [28]
Keza, kendisinden dinledikleri hadisleri yazma müsaadesi isteyen ashabına yazma emri vererek onların hadis yazmalarına izin veriyor. [29]
Sonra da: “Allah, benim sözlerimi dinleyip, onları koruyarak duymayanlara ulaştıran kulu mutlu kılsın. Birçok fıkıh taşıyan var ki, kendinden daha bilgilisine onu ulaştırır.” [30] ve: “Hazır olan sözümü hazır olmayana da ulaştırsın ki, şayet kendinden daha bilgilisine ulaştırabilir.” [31] buyurarak ümmete sünnete de sarılmaları gerektiği mesajını veriyor.
Sonuç: Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinin tefsirinde Allah Resulü’nün sünneti esas teşkil etmektedir. Mutlaka Kur’an-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alan mevzularda Allah Resulü’nün açıklayıcı sünnetine başvurmalı ve bu gibi ayetleri Allah Resulü’nün sünnetinin ışığında tefsir etmeliyiz.
Zaten İslâm ümmeti de böyle yapmış ve Allah Resulü’nün hayatı döneminde Kur’an ayetlerini tefsir etmekte ona müracaat etmiştir.
Peki, Allah Resulü’nden sonraki dönemlerde Kur’an’ı tefsir etmekte öncelik hakkı olan başka kimseler var mıdır? Yoksa Allah Resulü’nden sonra Kur’an-ı tefsir etmekte bütün müminler eşit seviyede olup hepsi aynı mevkiye mi sahiptirler?
Bu hususta da yine Kur’an-ı Kerim’in kendisi ve Allah Resulü’nden gayrisi, bize yol gösterici ve aydınlatıcı olamaz.
Kur’an-ı Kerim’e müracaat ettiğimizde, bize bilmediğimiz mevzular ve Kur’an’ın tefsirinde müracaat edebileceğimiz merci olarak ilimde kök salmış ve zikir ehlini gösterdiğini görüyoruz. Allah Resulü’ne müracaat ettiğimizde de Allah Resulü’nün zikir ehline ve ilimde kök salmışlara adres olarak ümmeti içerisinden Ehl-i Beyt’ini gösterdiğine şahit oluyoruz.
Evet, Hz. Resulullah (s.a.a) kendisinden sonra ümmete merci olarak Kur’an’la birlikte Ehl-i Beyt’ini göstermiş ve buyurmuştur ki: “Benden sonra aranızda iki değerli ve ağır emanet bırakıyorum; biri Allah’ın kitabı, diğeri de benim soyum olan Ehl-i Beyt’im! Bu ikisine sarılırsanız asla sapmazsınız. Bu ikisi Havuz (Havz-u Kevser) başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.” [32]
Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’im sizin aranızda Nuh’un gemisine benzer; kim o gemiye bindiyse kurtuldu, kim de geri durduysa boğulup helâk oldu.” [33]
Yine buyurmuştur: “Onlardan (Ehl-i Beyt’imden) öne geçmeyin ki, helâk olursunuz; geri de kalmayın yine helâk olursunuz. Ve onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın ki, onlar sizden daha bilgilidirler.” [34]
Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’im İsrailoğullarının Hıtta kapısına benzer kim o kapıdan girdiyse bağışlandı.” [35]
Yine buyurmuştur: “Yıldızlar yer halkının boğulmaktan kurtulma vesilesidir; benim Ehl-i Beyt’im de ümmetime ihtilâftan kurtulma vesilesidir. Eğer Arap’tan bir kabile onlara karşı çıkarsa, ihtilâfa düşer ve Şeytan’ın taraftarı olurlar.” [36]
Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin diktiği Adn cennetinde oturmayı arzuluyorsa, benden sonra Ali’yi ve onu sevenleri sevmeli ve benden sonra Ehl-i Beyt’ime iktida etmelidir. Çünkü onlar benim balçığımdan yaratılmışlar, benim anlayış ve ilmimi almışlardır. Yazıklar olsun ümmetimden onların fazlını inkar edenlere, onlar hakkında benim akrabalık bağımı kesenlere! Allah onlara şefaatimi ulaştırmasın.” [37]
Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin bana vadettiği Huld cennetine girmeyi arzuluyorsa, benden sonra Ali’yi, ondan sonra da zürreyitini sevmelidir. Çünkü onlar, sizi hidayet kapısından çıkarmaz ve sapıklık kapısına da sokmazlar.” [38]
Yine buyurmuştur: “Kim, benim hayatımla yaşamayı, benim ölümümle ölmeyi ve Rabb’imin bana vadettiği cennete girmeyi arzuluyorsa, Ali bin Ebu Talib’i sevmelidir. Çünkü o sizi hidayetten çıkarmaz ve sapıklığa da sokmaz.” [39]
Yine buyurmuştur: “Havuz başında bana dönünceye kadar Ali Kur’an’la, Kur’an da Ali iledir.” [40]
Yine buyurmuştur: “Ali hak iledir, hak da Ali ile. Hak Ali ekseninde döner.” [41]
Yine Hz. Ali’ye hitaben buyurmuştur: “Benden sonra ümmetime ihtilâf ettikleri hususları açıklayacak olan, sensin.” [42]
Yine buyurmuştur: “Ben Ali’denim, Ali de benden; bana ait bir hususu, yalnızca ben ya da Ali ulaştırabilir.” [43]
Yine buyurmuştur: “Bana iman edip beni tasdik edeni Ali bin Ebu Talib’in velâyetini kabul etmeye tavsiye ediyorum. Kim, onun velâyetini kabul ederse, benim velâyetimi kabul eder; kim de benim velâyetimi kabul ederse, Allah’ın velâyetini kabul eder. Kim, onu severse, beni sever, kim de beni severse, Allah’ı sever. Kim, ona buğz ederse, bana buğz eder, kim de bana buğz ederse, Allah Azze ve Celle’ye buğz eder.” [44]
Yine buyurmuştur: “Allah’ım, kim bana iman eder ve beni tasdik ederse, Ali bin Ebu Talib’in velâyetini kabul etmelidir. Çünkü onun velâyeti benim velâyetimdir; benim velâyetim ise, Allah’ın velâyetidir.” [45]
Yine buyurmuştur: “Ey insanlar, fazilet, şeref ve menzilet Allah Resulü’nün ve zürriyetinin velâyetini kabul etmektedir. Öyleyse, batıl yollar sizi kapıp almasın.” [46]
Yine buyurmuştur: “Ümmetimin her nesli içerisinde Ehl-i Beyt’imden adil bir grup vardır ki, sapıkların bu dinde yaptıkları tahriflerine, batıl yolda gidenlerin uydurma yollarına ve cahillerin tevillerine karşı koyarlar. Bilin ki, imamlarınız, sizin Allah’a olan elçilerinizdir. Öyleyse Allah’a kimi elçi gönderdiğinize bakınız.” [47]
Yine buyurmuştur: “Benim Ehl-i Beyt’imi, bedende baş, başta da gözler yerine koyun. Baş ancak gözlerle yolunu bulur.” [48] ve...
Sonuç itibariyle İslâmî akidelerin tümünü bütün ayrıntılarıyla Kur’an-ı Kerim’de aramak doğru değildir. İster itikadî bir mevzu olsun, ister gayri itikadî, eğer İslâmî bir mevzu ana hatlarıyla Kur’an’da yer alır ve Allah Resulü’nün sünnetinde ve keza Kur’an-ı tefsir etmeye yetkili olduğu ispatlanan Ehl-i Beyt İmamları’nın beyanlarında detayları açıklanırsa, bütün Müslümanların o mevzua iman edip teslim olmaları gerekmektedir.
İşte Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde ana çerçevesiyle beyan edilmiş bulunan “Mehdilik” akidesi, yani Hz. Mehdi’ye iman olayı da bu İslâmî mevzulardan biridir.
O hâlde hiçbir kimsenin; “Ben bu mevzuu bütün detaylarıyla Kur’an’da bulmuyorum, dolaysıyla da ona inanmam” demesi doğru olamaz, hatta böyle bir şey söyleyen bir kimse, bizzat Kur’an’ı Kerim ile çelişir ve onu reddetmiş sayılır.
Nitekim, Ehl-i Sünnet’in önde gelen alimlerinden olan Muhammed bin Hazm el-Endülüsî (H. 456/M. 1064) el-İhkam Li Usul’il-Ahkam kitabında bu mevzua işaretle şöyle demiştir: “Eğer bir kimse; “Kur’an’da bulduğumuz dışında başka bir dinî gerçeği kabul etmeyiz” sözüne bağlı kalırsa, bütün ümmetin icmaı ile kâfir sayılır.” [49]
Bu noktaları göz önünde bulundurarak şimdi Hz. Mehdi ve ashabıyla ilgili bazı ayetleri, Hz. Resulullah ve Ehl-i Beyt İmamlarından gelen tefsirleriyle birlikte zikrediyoruz:
1- “Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâm’ı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur.” [50]
Bu tabir, Saf suresinin 9. ayetinde de aynen tekrarlanırken az bir farkla da Fetih suresinin 28. ayetinde yer almıştır. Fetih suresinin 28. ayeti şöyledir: “Peygamberini hidayet ve hak din ile, bütün dinlere galip kılmak için gönderen O’dur. Şahit olarak Allah yeter.”
Görüldüğü üzere naklettiğimiz her üç ayette de Allah Teala İslâm’dan ibaret olan dininin diğer dinlere karşı üstünlük ve zafer kazanacağını vadetmektedir.
Şimdi soru şudur: Acaba “li yuzhirehu” tabiriyle ifade edilen bu üstünlük ve zafer nasıl bir üstünlük ve zafer olacaktır? Acaba bu sadece fikir ve düşünce alanında olan bir üstünlük ve zafer mi olacak? Yoksa fiziksel olarak da üstünlük ve zafer sağlanacaktır?
Her iki takdirde de bu nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer mi olacak, yoksa cihanşümul bir üstünlük ve zafer mi sağlanacaktır? Bunu anlamak için, bu ayetleri kendilerinden önceki ve sonraki ayetlerin ışığında değerlendirmekle birlikte, Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan bu ayetlerin tefsiri ile ilgili gelen açıklamaları da göz önünde bulundurmamızın gerektiği açıktır.
Ne ilginçtir ki, hem Tevbe suresinde, hem de Saf suresinde bu ayetlerden bir önceki ayette, benzer tabirlerle, ilâhî dini kabullenmeyen güçlerin ağızlarıyla Allah’ın dininden ibaret olan nurunu söndürmeye çalıştıkları kaydedilmiş, sonra da Allah Teala’nın onlara rağmen dinini bütün dinlere galip kılacağı belirtilerek onların bu çabalarının havanda su dövmekten öteye gitmeyeceği vurgulanmıştır.
Allah Teala Tevbe suresinin 32. ayetinde şöyle buyurmuştur: “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Oysa kâfirler hoşlanmasa da, Allah nu runu mutlaka tamamlamak ister.”
Saf suresinin 8. ayetinde de şöyle buyurmuştur: “Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler hoşlanmasa dahi, Allah nurunu, tamamlayacaktır.”
Fetih suresinin 27. ayetinde ise, Allah Teala Resulü’ne Mekke’nin fethine dair göstermiş olduğu rüyanın sadık bir rüya olduğunu ve bunun mutlaka gerçekleşeceğini, ancak Müslümanların bilmediği bir hikmetten dolayı onun bir süre ertelendiğini belirtmektedir.
Allah Teala mezkur ayette şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Allah, Peygamberine gerçek olarak doğru bir rüya gösterdi. Allah dilerse, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediği nizi bildi de, sizin için bundan başka, yakın zamanda bir zafer karar verdi.”
Açıktır ki, her üç ayetten önce olan ayetleri mülâhaza ettiğimizde bu ayetlerde sözü edilen zaferin, fikir ve düşünce alanından öte bir zafer ve üstünlük olduğu anlaşılmaktadır.
Zira kendilerinden önceki ayetlerde fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferden bahsedildiği açıktır. Tevbe ve Saf suresinde din düşmanlarının Allah’ın dininden ibaret olan nurunu söndürme çabalarından bahsetmektedir. Bu söndürme çabası düşünce ve fikir alanında zafer ve üstünlük kazanmadan öte, onu kökten yok etme hareketidir.
O hâlde buna mukabil kazanılan zafer ve üstünlük de düşünce alanındaki bir üstünlük ve zafer değil, onları kökten silip yok eden tam anlamda bir üstünlük ve zafer olur. Fetih suresinde de durum aynıdır. Orada Allah Teala Resulü ve ona tâbi olan müminlerin hiçbir korkuları olmaksızın emniyet içerisinde bir fetih gerçekleştireceklerini vurgulamaktadır.
Bunun fikir ve düşünceden öte bir fetih olduğu ortadadır. O hâlde, ister maksat nispî ve bölgesel bir üstünlük ve zafer olsun, ister cihanşümul, bu ayetlerden sonra gelen ayette vadedilen üstünlük ve zafer fikir ve düşünce ötesi bir üstünlük ve zaferdir. Bu ise, karşıt dinlerin tamamen yok olup gideceği anlamına gelen bir üstünlük ve zaferden gayrisi olamaz.
Kaldı ki, “zuhur” kelimesinin lügatteki anlamı da fikir ötesi bir galibiyettir. Arap lügatinin en meşhur kaynaklarından biri olan “el-Kamus” kitabında şöyle geçer: “Zahere bihi ve aleyhi” ona galip geldi anlamını ifade eder. Keza, Kur’anî terimlerin anlamını beyan eden “Müfredat-ı Ragıb” kitabında da: “Zahere aleyhi, ona galip oldu, demektir.” der.
Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde de bu kelime fikir ötesi bir galibiyet ve üstünlük anlamında kullanılmıştır. Örneğin:
“Nasıl olabilir ki?! Oysa üstün gelselerdi (yezheru aleykum), ne bir yakınlık, ne de bir ahit gözetirlerdi. Kalpleriyle istemezlerken, sizi ağızlarıyla hoşnut etmeye uğraşırlar; çokları fasıktır lar.” [51]
“Ey kavmim, bugün memlekette hükümranlık sizindir, galip olanlar sizsiniz. Ama Allah'ın baskını bize çatınca, O'na karşı bize kim yardım eder?” [52]
“İsrailoğullarının bir kısmı böylece inanmış, bir kısmı da inkâr etmişti; ama biz, inananları düşmanlarına karşı destek ledik de üstün geldiler.” [53]
Bu ayetlerde “zuhur” kelimesinin fikir ötesi bir üstünlük anlamında kullanıldığı açıktır.
O hâlde “zuhur” kelimesinden ilk olarak akla gelen, fikir ötesi bir galibiyet ve üstünlüktür. Allah Teala da mezkur ayetlerde Müslümanlara fikir ötesi bir galibiyet ve üstünlüğün vaadini vermektedir.
Ehl-i Sünnet’in önde gelen müfessirlerinden Fahr-ı Razî bahis mevzuu ettiğimiz Tevbe suresinin 33. ayetinin tefsirinde şöyle der: “Bil ki, bir şeyin başka bir şeye üstünlüğü bazen delil ve burhan açısından, bazen çoğunluk açısından, bazen de galebe ve istila açısından olur.
Öte yandan Allah Teala İslâm dininin diğer dinlere üstünlük sağlayacağını muştulamıştır. Muştu ise, ancak var olmayıp gelecekte gerçekleşecek bir şeye nispet olur. İslâm dininin diğer dinlere olan delil ve burhan açısından üstünlüğü ise vaki olup malum olduğundan, muştusu verilen bu üstünlüğün galebe ve istila üstünlüğü olduğunu kabullenmek gerekir.” [54]
Bu ayetlerde vadedilen üstünlük ve galibiyeti Sadr-ı İslâm’da gerçekleşen sınırlı ve nispî üstünlük ve galibiyete da yorumlamak mümkün değildir. Zira bu bizzat mezkur ayetlerin kendi muhtevasıyla çelişmektedir.
Çünkü bu ayetlerde İslâm dininin bütün dinlere üstün geleceği belirtilmektedir. Malumdur ki, bütün dinler kavramı yeryüzünde olan dinlerin tamamını kapsamına almaktadır.
O hâlde İslâm dini cihanşümul bir galibiyete ulaşacaktır. Bu ise sadr-i İslâm’dan şimdiye kadar gerçekleşmediğine göre mutlaka bir gün gerçekleşecektir. Zira Allah’ın vaadinde hilâf olmaz. İşte bundan dolayıdır ki, bu ayetlerin tefsiri ile ilgili gelen hadislerde de bu vaadin İmam Mehdi’inin eliyle gerçekleşeceği vurgulanarak bu ayetlerin o hazretin dönemini muştuladığı belirtilmiştir.
Katade, “dini bütün dinlere üstün kılmak için...” ayetinin tefsirinde demiştir ki: “Bundan maksat; Yahudilik, Sabiîlik, Hrıstiyanlık, Mecusîler ve Müşriklik müteşekkil beş dindir. Bütün bu dinler İslâm dinine girecek, ama İslâm dini bu dinlerin hiçbirine girmeyecektir. Şüphesiz Allah’ın meşiyet ve kesin iradesi bu doğrultudadır. Yani, müşriklerin hoşuna gitmese bile dinini bütün dinlere galip kılacaktır.” [55]
Yine Said bin Mansur, İbn-i Münzir ve Beyhaki süneninde mezkur ayetle ilgili olarak Cabir bin Abdullah’ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Bu vaat, İslâm şeriatına girmemiş olan Yahudi, Hıristiyan ve herhangi bir şeriat sahibi tek bir kişi bile kalmadığında gerçekleşecektir.” [56]
Bu mana Ebu Hüreyre’den de nakledilmiştir. Fahr-ı Razî der ki: “Ebu Hüreyre’den rivayet edilmiştir ki, o şöyle demiştir: “Bu, Allah Teala’nın İslâm dinini bütün dinlerden üstün kılacağına dair bir vaadidir. Bu vaat, tam olarak İsa’nın zuhur ettiğinde gerçekleşecektir.” Süddî ise şöyle demiştir: “Bu, Mehdi’nin zuhur ettiğinde gerçekleşecektir. O zaman İslâm dinine girmeyen, ya da haraç ödemeyen tek bir kişi bile kalmayacaktır.” [57]
İbn-i Kesir de kendi tefsirinde bu ayetle ilgili olarak şöyle der: “İslâm dini bütün dinlere galip gelecektir. Nitekim sahih hadiste Allah Resulü: “Doğularıyla batılarıyla yerkürenin tamamı benim için dürüldü. Ümmetimin hükümdarlığı da benim için ondan dürülen her yere ulaşacaktır...” [58] buyurmuştur.”
Ahmed bin Hanbel, Allah Resulü’nden şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Yakında yerkürenin doğuları ve batıları sizin için fethedilecektir. Onun çalışanlarından Allah’tan çekinen ve emaneti eda edeni hariç geri kalanı cehennem ehli olacaktır.” [59]
Yine Temim-i Darî’den naklen Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Bu iş gece ve gündüzün ulaştığı her yere ulaşacaktır. Allah’ın izniyle bu dinin girmediği hiçbir ev veya çadır kalmayacaktır. İnsanlar ya bu dinle izzet bulacak ya da zelil olacaklar. Allah İslâm’ı aziz kılacak, küfrü de zelil edecektir.” [60]
Yine Mikdad bin Esved’den naklen Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Yeryüzünde hiçbir ev veya çadır kalmayacaktır ki, İslâm ona girmesin. İslâm onlara ya izzet ye de zillet getirecektir. Ya onları aziz kılıp İslâm ehli yapacak, ya da onları zelil kılıp İslâm’ın hükmüne baş eğdirecektir.” [61]
İbn-i Cezzî de bu ayetle ilgili olarak şöyle demiştir: “İslâm dinini üstün kılmanın anlamı onu âlemin doğu ve batısını kapsayacak şekilde bütün dinlerin üstüne çıkarıp hepsinden güçlü kılmaktır.” [62]
Büyük Şafiî alimlerinden Ebu Abdullah Muhammed bin Yusuf Gencî “el-Beyan Fî Ahbar-i Sahib’iz-Zaman” adlı kitabının 103. sayfasında şöyle yazıyor: “Said b. Cübeyr, bu ayetten Fatımat’üz-Zehra selâm’ullahi aleyha’nın neslinden olan Hz. Mehdi’nin kastedildiğini söylemiştir.” [63]
Ehl-i Beyt İmamları da bu ayetlerin İmam Mehdi (a.s)’ın dönemini muştularını vurgulamışlardır.
Örneğin; Şeyh Saduk, Ebu Basir’den şu hadisi rivayet eder:
Hz. İmam Sadık, “Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâm’ı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur.”[64] ayeti ile ilgili olarak şöyle buyurmuşlardır:
“Allah’a andolsun ki, bu ayette zikredilen vaat henüz gerçekleşmiş değildir; Kaim (Kıyam edecek olan Hz. Mehdi) zuhur edinceye kadar da bu gerçekleşmeyecektir. Kaim zuhur ettiğinde onun kıyam ve zuhurundan rahatsızlık duymayacak olan hiç bir kâfir ve müşrik kalmayacaktır. Kâfir veya müşrik olan bir kimse, taşın içine de girecek olsa, o taş dile gelecek ve “Ey mü’min! İçimde bir kâfir var, beni kır ve onu öldür.” diyecektir.” [65]
Yine Şeyh Saduk kendi senediyle Abdurrahman bin Said’den naklen Hz. İmam Hüseyin (a.s)’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Bizden on iki hidayet eden imam vardır. Onların ilki Ali bin Ebu Talib, sonuncusu ise evlâtlarımın dokuzuncusudur. O hak ile kıyam edecek, Allah yeryüzünü ölümünden sonra onunla diriltecek ve müşrikler hoş görmese de onun eliyle hak dini tüm dinlere üstün kılacaktır.” [66]
Yine Şeyh Saduk kendi senediyle Muhammed bin Müslim Sekafî’den naklen İmam Muhammed Bâkır (a.s)’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “Kaim bizdendir. Düşmanlarının korkusu ve ilâhî yardım ile mueyyettir.
Yeryüzü onun için dürülecek ve yer altı hazineleri onun için ortaya çıkacaktır. Onun hükümdarlığı doğu ve batının tamamına ulaşacaktır. Allah onun eliyle müşrikler hoş görmese de dinini bütün dinlere üstün kılacaktır. Böylece yeryüzünde onarılmayan bir harabe kalmayacaktır. İsa bin Meryem nazil olup onun arkasında namaz kılacaktır...” [67]
Ayyaşî kendi senediyle İmran bin Meysem’den, Abaye bin Rib’î’den şöyle nakleder: “Emir’ül-Müminin Ali (a.s) Allah Teala’nın; “Müşrikler hoşlanmasa da, dini (İslâm’ı), bütün dinlere galip kılmak için Peygamberini hidayet ve hak dinle gönderen O’dur.” ayeti hakkında şöyle buyurduğunu duydum: “Ali oradakilere: “Acaba bu galebe ve üstünlük gerçekleşmiş mi?” diye sordu.
Oradakiler: “Evet.” dediler.
Bunun üzerine Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu: “Hayır, canım elinde olan Allah’a andolsun ki bu, ancak yeryüzünde sabah ve akşam Allah’ın birliği ve Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğu nidasının yükselmediği hiçbir bayındır yer kalmadığı zaman gerçekleşecektir.” [68]
Yine Ayyaşî kendi senediyle Ebu’l-Mikdam’ın Hz. İmam Muhammed Bâkır (a.s)’ın bu ayetle ilgili olarak şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “O zaman Muhammed’in peygamberliğini ikrar etmeyen kimse kalmayacaktır.” [69]
Yine Ayyaşî kendi senediyle İbn-i Abbas’ın Allah Teala’nın; “müşrikler hoş görmese de dinini bütün dinlere üstün kılacaktır” ayetiyle ilgili olarak şöyle dediğini nakletmiştir: “Bu, İslâm’a boyun eğmeyen bir Yahudi, bir Hıristiyan veya başka bir şeriat sahibi kalıncaya kadar gerçekleşmeyecektir. Öyle olacak ki, koyun ve kurt, sığır ve aslan, insan ve yılan barış içerisinde olacaklar.
İslâm’ı kabul etmeyenlere haraç koyulacak, haç kırılacak. İşte Allah Teala’nın; “müşrikler hoş görmese de, dinini bütün dinlere üstün kılacaktır” ayetinin anlamı budur. Bu Kaim’in kıyam ettiğinde gerçekleşecektir.” [70]
Sonuç: Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalar ve Allah Resulü ve Ehl-i Beyt İmamları’ndan Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Beyt kaynaklarında bahis mevzuu bu ayetlerin tefsiri hakkında gelen beyanlar,
bu ayetlerin ahir zamanda İmam Mehdi (a.s)’ın önderliğinde gerçekleşecek olan İslâm dininin mutlak zafer ve egemenliğini muştuladıklarını açıkça gözler önüne sermiştir. Öyle ki, eğer Kur’an-ı Kerim’de bu hususta başka bir ayet bile olmasaydı, sadece bu ayetler bu mevzuu ispatlamaya yeterli idi. Ancak Kur’an-ı Kerim’in beyanı sadece bunlarla sınırlı değil, bu mevzuu beyan eden daha birçok ayet vardır.
-------------------------------------
[1] - Hud/14.
[2] - Bakara/75, Tevbe/6, Fetih/15.
[3] - Müzemmil/5.
[4] - Fatır/31.
[5] - Fussilet/41.
[6] - Fussilet/42.
[7] - Kenz’ül-Ummal, c. 1, s. 527, Ravz’ül-Cinan, c. 1, s. 17, Bihar’ul-Envar, c. 92, s. 19.
[8] - Sünen-i Daremî, hadis no: 3173, 3174, 31, 81, 31, 88, Bihar’ul-Envar, c. 92, s. 19, 267.
[9] - Buruc/21.
[10] - Vakıa/78.
[11] - Abese/13,14.
[12] - Vakıa/ 79.
[13] - Bihar’ul-Envar, c. 5, s. 231, c. 24, s. 189, 260, c. 47, s. 338, c. 92, s. 83, 90 el-Mehasin, c. 1, s. 421.
[14] - el-Mehasin c. 2, s. 7.
[15] - Al-i İmran/7.
[16] - Nahl/44.
[17] - Bakara/151.
[18] - Necm/2,3,4.
[19] - Hakka/44, 45, 46.
[20] - Ahzab/21.
[21] - Haşr/13.
[22] - Enfal/24.
[23] - Al-i İmran/31.
[24] - Nur/54.
[25] - Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3988, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16546, Ebu İsa Tirmizî, Cami’üs-Sahih, c. 5, s. 37, el-Müstedrek, c. 1, s. 109.
[26] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2588, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16564, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 12, Sünen-i Daremî, hadis no: 585, el-Cami’üs-Sahih, c. 5, s. 36, Ebu’l-Kasım Taberanî, el-Mucem’ül-Kebir, c. 1, s. 316, el-Müstedrek, c. 1, s. 108.
[27] - Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3161, Müsned-i Ahmed, hadis no: 6221, 6511, 6635,6722, 6724, Sünen-i Daremî, hadis no: 484.
[28] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2590
[29] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 6722, 6635, 6724, Sünen-i Daremî, hadis no: 485
[30] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2580, 2581, 2582, Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3175, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 226, 227, 228, 3047, Müsned-i Ahmed, hadis no: 3942, 16138, 16158, 12871, 20612, 20608, Sünen-i Daremî, 229, 230, 231, 232
[31] - Sahih-i Buharî, hadis no: 65, 102, 1625, 4054, 5124, 6551, 6893, Sahih-i Müslim, hadis no: 2179, 3180, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 229, Müsned-i Ahmed, hadis no: 19492, 19512, 19594, Sünen-i Daremî, hadis no: 1836
[32] - Sahih-i Müslim, hadis no: 4415, Sünen-i Tirmizî, hadis no: 3720, 3718, Müsned-i Ahmed, hadis no: 10681, 10707, 10779, 18466, 18508, 2182, 11135, 20596, 20667, 3182, Kenz’ül-Ummal, c. 1/44, 47, 154, 165, 322, c. 3/148, Tefsir-i İbn-i Kesir, c. 4/113, Tefsir’ül-Hazin, c. 1/2, 4, ve c. 6/102, Minhac’üs-Sünnet, İbn-i Teymiye, c. 2/102, Telhis’ül-Müstedrek,
Zehebî, c. 3/128, 109, el- Hasais’ul-Kubra, Suyutî, c. 2/266, el-Cami’üs-Sağir, Suyutî, s. 112, Mesabih’üs-Sünne, Beğavî, s. 206, Cami’ül-Usul, İbn-i Esir, c. 1/187, el-Mucme’ül-Kebir, Tebaranî, s. 137, el-Mucem’üs-Sağir, Tebaranî, c. 1/135, Mişkat’ül-Mesabih, c. 3/258, ed-Dürr’ül-Mensur, Suyutî, c. 2/ 60, ve c. 6/7, 306, Zehair’ul-Ukba, s.
16, es-Savaik’ul- Muhrika, s. 148, 149, Yenabi’ül-Meveddet, s. 30, 36, 38, 183, 191,296, Üsd’ül-Gabe, İbn-i Esir, c. 2/12, Mecma’üz-Zevaid, Heysemî, c. 9/162, Müşkil’ül-Asar, Tahavî, c. 2/307, c 4/368, Cami-u Beyan’il-İlm, İbn-i Abdulbirr c. 2/24, 110, Tabakat-ı İbn-i Sa’d, c. 2/192, el-Feth’ül-Kebir, Nebehanî, c. 1/503, 451, c. 3/385, Mişkat’ül-Mesabih, Amrî, c. 3/258, ve....
[33] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 150, Mucem’ül-Kebir, Taberanî, s. 130, El-Mucem’üs-Sağir, Taberanî, s. 78, Mecma’üz-Zevaid, c. 9, s. 168, Uyun’ül-Ahbar, Dineverî, c. 1, s. 211, el-Mearif, İbn-i Kuteybe, s. 86, Mizan’ül-İtidal, Zehebî, c. 1, s. 224, Tarih’ul-Hulefa, Suyutî, s. 573, el-Hasais’ul-Kubra, Suyutî, c. 2, s. 266, İhya’ül-Meyt, Suyutî, el-İthaf’ın hamişinde, s. 113, el-Cami’us-Sağir, Suyutî, c. 2, s. 132, es-Savaik’ul-Muhrika, İbn-i Hacer, s. 150, 184, 234, Tarih-i Bağdat,
c. 12, s. 91, el-Bedu ve’t Tarih, Mutahhar bin Tahir el-Mukaddesî, c. 3, s. 22, Şerh-i Nehc’ül-Belâğa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 1, s. 73, Ruh’ul-Meanî, Alusî, c. 25, s. 29, Yenabi’ül-Meveddet,
s. 27, 28, 183, 308, el-Feth’ül-Kebir, Nebehanî, c. 1, s. 414, c. 2, s. 113, c. 3, s. 133, Zehair’ul-Ukba, Taberî, s. 20, Hilyet’ül-Evliya, Ebu Nuaym, c. 4, s. 306, Künuz’ül-Hakaik, el-Menavi, s. 141, İsaaf-ür Rağibin, Nur-ül Ebsar’ın hamişinde basılan, s. 123, Nur-ül Ebsar, Şeblenci, s. 105, Meşarik-ül Envar, Hasan el-Hamzavi el- Maliki, s. 109, Kenz’ül-Ummal, c. 13, s. 84, Esas-ül Belağa, Zemahşeri, c. 1, s. 396, Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 246, ve..
[34] - Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 148, 226, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 163, Yenabi’ül-Meveddet, s. 37, 296, Ed-Dürr’ül-Mensur, c. 2, s. 60, Kenz’ül-Ummal, c. 1, s. 168, Üsd-ül Gabe, c. 3, s. 137.
[35] - Kifayet-üt Talib, Genci Şafii, Hayderiye baskısı, s. 374, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 168, Macem-üs Sağir, Taberani, c. 2, s. 22, İhya-ül Meyt, Suyutî, el-İthaf’ın hamişinde basılan, s. 113, Yenabi’ül-Meveddet, s. 28, 298, Reşfet-üs Sadi, Ebubekir Hazremi, s. 79, Erceh-ül Metalib, Ubeydullah Hanefini, s. 33, Es-Savaik’ul-Muhrika, Muhammediye baskısı, s. 150, Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 242.
[36] - Müstedre-üs Sahihayn, c. 3, s. 149, İhya-ül Meyt, Suyutî, el-İthaf’ın hamişinde basılan, s. 114, Cevahir-ül Bihar, Nebehanî, c. 1, s. 361, Zehair-ül Ukba, Taberi, s, 17, Nezm-i Dürer-i Simtayn,
Zerendi, s. 234, el-Cami-üs Sağir, Suyutî, c. 2, s. 161, el-Feth-ül Kebir, Nebehanî, c. 3, s. 267, Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 150, 185, 233, 234, Yenabi’ül-Meveddet, s. 17, 20, 21, 188, 191, 298, İsaf-ür Rağibin, Nur-ül Ebsar’in hamişinde basılan, s. 128, Feraid-üs Simtayn, c. 2, s. 241, 252, Müstedrek-üs Sayihayn, c. 2, s. 448, Mecma-üz Zevaid, c. 9, s. 174, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 45, 252.
[37] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 217, hadis no: 3819, Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebu’l Hadid, c. 2, s. 450, c. 9, s. 170, Hilyet’ül-Evliya, c. 1, s. 86, Kifayet-üt Talib, Genci Şafii, s. 214, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Tarih-i Dimeşk, İbn-i Asakir’in, c. 2, s. 95, Yenabi’ül-Meveddet, s. 126, 313, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 53.
[38] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 155, hadis no: 2578, el-Menakib, Harezmi, s. 34, Yenabi’ül-Meveddet, s. 126, 127, 149, 150, el-İsabe, İbn-i Hacer’in, c. 1, s. 541, Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 128, Hilyet’ül-Evliya, c. 4, s. 349, 350, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 99, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 55.
[39] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 128, Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 155, hadis no: 2577, Hilyet’ül-Evliya, Ebu Nuaym, c. 4, s. 349, 350, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 99, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 55, Taberani, el- Kebir, Fezail-üs Sehabe bölümü.
[40] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 24, Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 122, 124, 191, el-Cami-üs Sağir, Suyutî, c. 2, s. 56, Feyz-ül Kadir, Şevkani, c. 4, s. 358, Yenabi’ül-Meveddet, s. 40, el-Menakib, Harezmi, s. 110, Kifayet-üt Talib, s. 399, Tarih-ül Hülefa, Suyutî, s. 173, Nur-ül Ebsar, s. 73.
[41] - Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 3, s. 119, Tarih-i Beğdat, c. 14, s. 321, el-İmame ve’s Siyase, c. 1, s. 73, Münteheb-i Kenz’ül-Ummal, Müsned-i Ahmed’in hamişinde basılan, c. 5, s. 30, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 177, Erceh-ül Metalib, Ubeydullah Hanefi, s. 598, Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 124, el-Menakib, Harezmi,
s. 56, Şerh-i Nehc-ül Belağa, İbn-i Ebu’l Hadid, c. 2, s. 572, el-Feth-ül Kebir, Nebehanî, c. 2, s. 131, el-Cami-ül Usul, İbn-i Esir, c. 9, s. 420, el-Mehasin ve’l Mesavi, Beyhaki, s. 41, el-İnsaf, Beklani, s. 58, Tarih-ül İslâm, Zehebi, c. 2, s. 198, Mecme-üz Zevaid, c. 7, s. 35, Sünen-i Tirmizî, hedis no: 3647.
[42] - Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 122, Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 156, Künüz-ül Hekaik, Menavi, s. 188, Tarih-i Dimeşk, c. 2, s. 488, Mektel-ül Harezmi, c. 1, s. 86, el-Menakib, Harezmi, s. 236, Yenabi’ül-Meveddet, s. 182, Hilyet’ül-Evliya, c. 1, s. 63, Metalib-üs Sual, İbn-i Talha Şafii, c. 1, s. 60, el-Mizan, Zehebi, c. 1, s. 64, Kifayet-üt Talib, s. 212, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 145, Feth-ül Melik’ül Ali, s. 18.
[43] - Sünen-i Tirmizî, hadis no: 3653, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 116, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16853, 16856, Hesais-u Emir’ül-Müminin, Nesai, s. 20, Tarih-i Dimeşk, c. 2, s. 378, el-Menakib, Harezmi,
s. 79, Menakib-ül İmam Ali, İbn-i Meğazili, s. 221, Yenabi’ül-Meveddet, s. 55, 180, 181, 371, Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 120, Tezkiret-ül Havas, Sibt İbn-i Cevzi’nin, s.36, Mesabih-üs Sünnet, Bağavi, c. 2, s. 275, Cami-ül Usul, İbn-i Esir, c. 9, s. 471, el-Cami-üs Sağir, Suyutî, c. 2, s. 56, Riyaz-ün Nazre, c. 2, s. 229, Metalib-üs Sual, s. 18, Müstedrek’üs-Sahihayn, c. 3, s. 315.
[44] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 154, hadis no: 2571, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 93, Menakib-i Ali bin Ebu Talib, İbn-i Meğazili Şafii, s. 230, hadis no: 277, 279, Mecme-üz Zevaid, c. 9, s. 108, Yenabi’ül-Meveddet, s. 237, Feraid-üs Simtayn, c. 1, s. 291, el-Kebir, Taberani.
[45] - Kenz’ül-Ummal, c. 6, s. 155, hadis no: 2576, Tarih-i Dimeşk, Ali bin Ebu Talib bölümü, c. 2, s. 191, el- Kebir, Tebarani.
[46] - Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 105, Yenabi’ül-Meveddet, s. 169, 307, Nezm-i Dürer-i Simtayn, Zerendi, s. 207, 208.
[47] - Es-Savaik’ul-Muhrika, s. 90, 148, Yenabi’ül-Meveddet, s. 191, 271, 273, 297, Zehair-ül Ukba, s. 17.
[48] - eş- Şeref-ül Muebbed, Yusuf Nebehanî, s. 31, İsaf-ür Rağibin, Nur-ül Ebsar’in hamişinde basılan, s. 110, fusul-ül Muhimme, İbn-i Sabbağ Maliki, s. 8, Mecme-üz Zeaid, c. 9, s. 172.
[49] - Dr. Abdülgani Abdülhak, Hücciyet’üs Sünnet, s. 253 ve 327.
[50] - Tevbe/33.
[51] - Tevbe/8.
[52] - Mümin/29.
[53] - Saf/14.
[54] - Tefsir-i el- Kebir, c. 16, s. 40.
[55] - Ed-Dürr’ül-Mensur, Suyutî, c. 4, s. 174.
[56] - Ed-Dürr’ül-Mensur, Suyutî, c. 4, s. 175.
[57] - Tefsir-ül Kebir, c. 16, s. 40, ayrıca bkz. Tefsir-üt Taberi, c. 14, s. 215, Tefsir-ül Kurtubi, c. 8, s. 121, ed-Dürrül Mensur, c. 4, s. 176.
[58] - Sahih-i Müslim, hadis no: 5144, Sünen-i Tirmizî, hadis no: 2102, Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3710, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 3942, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16492, 21361, 21415.
[59] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 22030.
[60] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 16344.
[61] - Müsned-i Ahmed, hadis no: 22697, Mecme-ül Beyan c. 5, s. 38, Tefsir-i İbn-i Kesir, Tevbe suresi, 33. ayetin tefsiri.
[62] - İbn-i Cezzi’nin tefsiri, s. 252.
[63] - İhkak-ul Hak, c. 12, s. 175, 178, 179.
[64] - Tevbe/33.
[65] - Kemal-ud Din ve Tamam-un Nime, c.2, s.387, Tefsir-i Furat-ül Kufi, s. 481, Te’vil’ül Ayat, İsterabadi, s. 663, Yenabi’ül-Meveddet, Kunduzi, s. 423.
[66] - Kemal-üd Din ve Tamam-ün Nime, c. 1, s. 434, Tefsir-i Nur-üs Sakalayn, c. 2, s. 212.
[67] - Kemal-üd Din ve Tamam-ün Nime, c. 1, s. 447, ayrıca bkz. Fazl bin Şazan, el-Gaybet, Kifayet-ül Muhteda nakline göre, s. 280.
[68] - Te’vil’ül-Ayat’iz-Zahire, s. 689, Mecma’ul-Beyan Tefsiri, Saf suresi 9. ayetin tefsiri.
[69] - Tefsir-i Ayaşî, c. 2, s. 87, Nur’us-Sakaleyn, c. 2, s. 212.
[70] - Te’vil’ül-Ayat’iz-Zahire, s. 689.