- Aklı başında herkes, daha birkaç yıl önce Türkiye’nin bir yol ayrımında olduğunu yazdı, söyledi.
Şöyle dediler: ‘Türkiye ya gerçek bir demokrasiye yönelip gelişen dünyanın saygın üyeleri arasında yerini alacak ya da otoriterliğe kayıp bir felakete sürüklenecek.’
Fakat o yol ayrımını geçtik. Ülkeyi yönetenler ne yazık ki ikincisini tercih ettiler.
“Otoriterliğe kayar mıyız?” endişeleri artık yersiz. Çünkü otoriter rejim fiili olarak tesis edildi.
Ve bunun neticesinde tam da söylendiği gibi ülke bir felakete sürüklendi. Şimdi bir enkazda can çekişiyor.
Bir toplama kampı gibiyiz
Anayasası askıya alınmış. Medyası bütünüyle susturulmuş. Bağımsız yargısı yok edilmiş. Yasama organı, yani Meclis neredeyse devre dışı bırakılmış. Vatandaşın can ve mal güvenliği ortadan kaldırılmış. Ne siyasi bir muhalefet var, ne de medyatik muhalefet.
Ve tüm bunların sonunda demokrasi askıya alınmış.
Böyle bir ülkede devletin varlığından bahsetmek kendimizi kandırmaktan başka bir şey değil.
Anayasa, bir devletin iskeleti demektir. Bağımsız yargı, bağımsız medya, muhalefet… bir devleti devlet yapan hayati organlar demektir. Bunlar olmayınca, orası artık yönetilebilir devlet olmuyor. İnsanların hakkını hukukunu koruyacak, mal ve can güvenliğini sağlayacak, toplumun bir arada yaşamasına zemin yaratacak kurallar, kanunlar, değerler olmayınca orası ülke de olmuyor.
Geldiğimiz noktada adeta güçlü olanın borusunu öttürdüğü bir toplama kampı gibiyiz.
Gücü elinde tutan, bu güçle tüm kuralları belirleyen ve bu kurallara uymayanları tehditle, şantajla, kontrolüne aldığı göstermelik yargı aracılığıyla hizaya getiren tek bir kişi var.
Yani artık kuralları, kanunları, değerleri, düzeni, sistemi olan bir ülkeden bahsedemeyiz. Tek adam rejimi tesis edildi ve ülkemiz kanunsuz, kuralsız bir bölgeden ibaret artık.
Bu sebeple mesele, bir kişinin gitmesi ya da kalması meselesi olmaktan çıktı. Karşı karşıya kaldığımız bu felaketi tam idrak etmezsek sorunların çözümünde bir mesafe kat edemeyiz.
Yeni, belki de son yol ayrımı
Otoriter yönetim anlayışının neden olduğu felaketten sonra Türkiye’nin önünde artık yeni bir yol ayrımı var. Belki de son yol ayrımı: Ya devletin, ülkenin büyük yara aldığını kabul edip geldiğimiz durumu göz önüne alarak yeni bir ülke kuracağız… Ya da enkazda yıllar sürecek bir bitkisel hayata gireceğiz.
Bu tercihi yapmak için fazla bir zamanımız yok. Belki de son bir yıl.
Bitkisel hayata girmenin ne demek olduğunu merak ediyorsanız Irak’a, Libya’ya, Mısır’a bakın. ‘Tek adam’lar gittiğinde ülkelerin ne hale geldiği ortada.
Enkaza dönüşmüş bir ülkede ‘Filan kişi giderse yeniden demokrasiye döneriz, bağımsız yargıyı tesis ederiz, medyaya özgürlüğünü geri veririz’ demek boşa kürek çekmekten başka bir şey değil.
Anayasa yazacak bir toplumsal ve siyasi (demokratik) bilince ihtiyaç var. Bağımsız yargının işleyebilir olması için devlete ihtiyaç var. Yeniden demokrasiye dönebilmek için toplumsal zemine, ülkeye ihtiyaç var. Tüm bunları yapabilmek için bir mutabakata, bu mutabakatı sağlayacak bir akla ve sorumluluk duygusuna ihtiyaç var.
Her şeyden önce de felaketin boyutunu kabullenmeye ihtiyaç var.
Asıl mesele
‘Türkiye büyük bir devlettir bir şey olmaz’ diyerek veyahut ‘Falan işi sana yaptırmayacağız, demokrasiyi sana yedirmeyeceğiz, susmayacağız’, ‘Boyun eğmeyeceğiz…’ gibi kuru sloganlarla bu enkazdan çıkamayız.
Slogan atarak yıkımı engelleyeceğini sananlar, sadece kendilerini değil toplumu da yanılttı.
Evet, Türkiye bu enkazdan kalkabilecek tecrübelere sahip bir ülke.
Peki üzerine sinmiş korkaklıktan, pısırıklıktan ve çaresizlik duygusundan kurtulup cesaretle, akılla, sağduyuyla hareket etmeyi başaracak mı başaramayacak mı?
source : abna24