Meşhurdur; Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Osmanlı sultanı Abdulhamid zamanında bir grup nüfuzlu Yahudi ona Filistin topraklarını dünya Yahudilerinin yerleşimi için kendilerine satmasını önermişlerdi.
Onun verdiği cevap, baskıcı bir Osmanlı sultanının İslamî gayretinin göstergesidir.
O şöyle diyor: “Biz şimdiye kadar canlı bir adama (ölüm anında olsa bile) otopsi yapıldığını görmedik.” Osmanlı İmparatorluğu Viyana Kuşatması'nı kaybettikten sonra, çöküş dönemi başlamıştır. Ruslar karşısında aldıkları yenilgi ve Kırım'ın elden çıkması da bu Müslüman hükümetin çöküşünün göstergelerindendi. Avrupalılar Osmanlı'yı askerî ve siyasî olarak kuşatma altında aldıkları zaman, onlara karşı bir psikolojik savaşa da girerek Osmanlı devletine Avrupa'nın hasta adamı adını taktılar.
Silahlı Avrupa'nın yaklaşık otuz yıllık barışı esnasında, bütün büyük Avrupa devletleri kendilerini, ön görülen büyük savaşa hazırlıyorlardı. İngiltere, Fransa ve Rusya'dan oluşan topluluklar kendilerini Almanya ve Avusturya karşısında görüyor, Osmanlı'yı ele geçirip parçalamanın zeminini hazırlamak için onları Almanlarla ittifak etmekle suçluyorlardı. 1913 yılında İngiliz ve Fransız elçileri İran ve Osmanlı arasında İstanbul Antlaşması olarak bilinen 1913 kararlarını düzenlediler ki, bu anlaşmanın gerekliliğinin öncelikli sebebi, Osmanlı askerlerinin Meşrutiyet'in ilanını takip eden yıllarda İran topraklarına yaptığı tecavüzler neticesinde İran'ın şikâyet ve yakınmalarıydı. Bu iki sömürgeci devletin bu kararnameyi düzenlerken gösterdikleri özen, özellikle de bir sonraki yıl, yani 1914 Birinci Dünya Savaşı'nın başlamasından kısa bir süre önce İstanbul Antlaşması'nın sınır problemlerini 1914 Protokolü'yle sözde düzeltmeleri şaşırtıcıydı.
Savaşın başlamasından ve Osmanlı'nın yenilmesinden sonra Fransa ve İngiltere'nin sonraki adımlarıyla onların Osmanlı'nın İran'la olan doğu sınırlarını sağlama almalarının amacı belli oldu, Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra işgal dönemine ve Ortadoğu bölgesindeki toprak ve ganimetlerin taksimine zemin hazırlamak içindi. 1916 yılında (Birinci Dünya Savaşı'nın ortalarında) İngiltere ve Fransa arasında gizlice Sykes Picot Anlaşması imzalandı ve ganimetlerin bölüşümü için çizilen sınırlar kesinlik kazandı. 1917 yılında dönemin İngiltere dış işleri bakanının nüfuzuyla İngiltere bir bildiri yayınladı ve o bildiride İngiltere'nin Yahudilerin yerleşmeleri ve düzen kurmaları için onlara Filistin'i vatan olarak vermeyi taahhüt ettiğini açıkladı. 1918 yılında Birinci Dünya Savaşı Osmanlı'nın ve Almanya'nın yenilgisiyle sonuçlandı. İngiliz general “Lord Allenby” Beytu'l-Mukaddes'e girdiğinde, Batılı saldırganların özünü ortaya koyan tarihî bir söz söylemiştir. O ifadeler şöyledir: “Bugün Haçlı Savaşları sona ermiştir.” Yani Haçlıların Beytu'l-Mukaddes'te yenilgilerinin kini, şeytanî bir miras olarak gönlünde yatmaktaydı ve oranın işgaliyle dillerinin altındaki baklayı çıkardılar.
Bir keresinde eski Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esad, Haçlıların kinleriyle ilgili bana başka bir hikâye nakletmişti: “Birinci Dünya Savaşı'nda Fransız komutanlardan biri olan General Guro Şam'a girdiğinde haçlı seferlerinin kahramanı Selahattin Eyyubî'nin kabrinin başına gitmiş ve orayı ayaklarıyla ezerek şöyle demiştir: 'Selahattin biz geri geldik.'”
Birinci Dünya Savaşı'nın bitmesinden sonra, dünyada barış ve emniyetin sağlanması ve böylesi facia yüklü bir savaşın tekrarının önüne geçilmesi ve elbette savaştan sonra kendi hedefleri ve çıkarlarının korumak için uluslar arası toplum kurulmuştu ve Filistin'in yönetimini İngilizlere verdi. Yani Müslümanların ilk kıblesinin İngilizler tarafından gasp edilmesine meşruiyet kazandırdı ve İngilizler de Balfour Deklerasyonu'nun gereklerini aşamalı olarak yerine getirdiler. Böylece diğer Batılıların da yardımıyla Sovyet Cumhuriyetlerindeki Yahudileri Filistin'e göç ettirdiler, gizli ve aşikâr yardımlarla Müslümanları evlerinden, yurtlarından ve atalarının topraklarından çıkararak Birinci Siyonizm Kongresi'nde (1897) kabul edilen Herltz'in planını uygulamak için, onların mülklerini Siyonistlere verdiler.
İkinci Dünya Savaşı'nda Nazilerin Yahudilere karşı işlediği suçları büyük göstermek Batı'nın iletişim araçlarını ve Hollywood'un sanat imkânlarını kullanmayı gerektiriyordu, bu, aşırıcı Yahudileri mazlum göstermek ve Batı'nın komplolarıyla İslam toprağını ve Müslümanların ilk kıblesinin işgaline meşruiyet kazandırmanın zeminini oluşturma çalışmalarıydı. Bu tür girişimler bizim için tuhaflıkları beraberinde getirdi, farz edelim ki, Almanlarla ilgili olarak iddia edilen bütün o Yahudileri öldürmeleri doğrudur, neden Müslümanlar insanlık karşıtı Protestan rejimlerin suçlarının bedelini ödesinler ki?
Birleşmiş Milletler örgütü İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu amaçlar doğrultusunda galip devletler tarafından kurulup, Milletler Topluluğu'nun yerini almıştır. Bu örgütün ilk icraatlarından biri İsrail devletinin kurulmasını kabul etmek olmuştur ki, veto hakkı olan bütün devletler buna kabul oyu vermiş ve yeni bir Haçlı savaşları silsilesini (haçlı–Siyonist) başlatmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ulemanın, İslam dünyasının düşünürlerinin muhalefeti ve Müslümanların özellikle de Filistinlilerin direnişi başladı ve amelî olarak “Ahzab Savaşı” senaryosu tekrarlandı, bütün küfür ve karşısında bütün İslam yer aldı.
Filistin'in ve Kudüs'ün işgali karşısındaki direniş, Arapların ve İslam dünyasının savaşlarının ana ekseni haline geldi. Arap Birliği ve İslam Konferansı Örgütü Filistin'in özgürlüğünün mihver alınması konusundaki duruşunu Mescid-i Aksa'nın yakılmasından sonra, Kudüs'ün özgürlüğünü mihver almaya dönüştürdü. 1948, 1956, 1967 ve 1973 yıllarında Araplar ve İsrail arasındaki dört büyük savaş meydana geldi ki, bunların hemen hepsi Arapların Batı–Siyonist İttifakı karşısında yenilgisiyle sonuçlandı. Her savaş ve her yenilgi Arap dünyasında esaslı değişimlere neden oldu. Filistinliler arasında da bu büyük siyasî-askerî dalgalanmalar derin kültürel-fikirsel dönüşümler oluşturdu. Mısır'da Necip-Nasır ihtilali, Irak'ta Abdulkerim Kasım, Suriye'de Baas partisinin başa gelmesi, Cezayir devrimi, Yemen'de Abdullah Sallal ihtilali, Sudan'da Cafer Numeyri, Libya'da Arap sosyalizminin etkisiyle Muammer Kaddafi'nin başa geçmesi, Adenlilerin özgürlük için verdikleri savaş ve Kahtan el-Şaabi başkanlığında Yemen Demokratik Cumhuriyeti adı altında bir ülkenin kurulması. Filistinliler de bu hızlı ve ani değişimlerin ve Siyonistlerin vahşiliklerinin etkisiyle zorlu merhaleler atlatarak mücadeleleri boyunca çeşitli yolları denediler.
Kudüs müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni, Filistinlilerin gasp edilmiş haklarını uluslar arası toplum yoluyla savunup geri alabilmek ümidiyle, Müslüman devletlerin temsilcilerinden oluşan siyasî bir komite kurdu. İzzeddin Kassam, bu Filistinli dindar, ârif eline tüfek alarak müritleriyle beraber Siyonistlere ve İngilizlere karşı savaştı. Batı liberalizminden umutların kesilmesiyle Filistinli gruplar Marksizm hayallerine ve Kremlin kıblesine doğru yöneldiler ki, bunda Corc Habaş ve Naif Havatme gibi Hıristiyan Filistinlilerin önemli bir etkisi vardı. Arap milliyetçiliği ve solculuktan ümitlerinin kesilmesi Filistinlileri İslamî hareketlere doğru yöneltti. İhvan-ı Müslimin'in Filistin kolu olan Fetih hareketi kuruldu. Öte yandan 1967'de 6 Gün Savaşları'nda Nasır'ın yenilmesi Nasyonal sosyalist Arapların geçici olarak savaş peşinde koşmalarına engel oldu ve 1970 yılında onun ani ölümüyle Nasırizm çizgisi yok oldu. Fetih hareketine mensup Filistinliler İslamî motivasyonlarla Kerame Savaşı'nda beş yüz kişilik bir kuvvetle 12 bin kişilik Siyonist ordusunu Ürdün nehri kenarında yenilgiye uğrattılar. Nasırizm'in yok oluşu ve Filistinlilerin göz kamaştıran zaferi, Kral Hüseyin'in Ürdün'de Nasıristlerin yokluğundan yararlanıp Filistinlileri katletmesine sebep olmuştur. Böylece bir kez daha Ürdün hükümetinin İslam dünyasının kalbinde Batı hakimiyetinin tamamlayıcısı olduğu anlaşıldı. Ben Gurion'un vârislerinin Müslüman savaşçılar karşısında çaresiz kaldıkları bir zamanda, Ürdünlü Abdullah'ın oğlu asrı saadetteki Abdullah bin Übey'in fonksiyonunu icra ederek, Kara Eylül hadisesini gerçekleştirdi. Aynı yıl kısa bir zaman sonra Cemal Abdül Nasır kalp krizi geçirdi ve Ürdün kralı tarafından Filistinlilerin katledilmesinin Nasır'ın ölümüne sebep olduğu söylentileri yayıldı.
Nasır'ın ölümüyle Pan-Arabizm popülerliğini kaybetti, mücadelenin kadri kıymeti kalmadı, uzlaşma yanlısı ayrık otlar büyüdü. Enver Sedat Arap ve Filistinli şehitlerin kanını, Camp David'de zillet içinde ve Carter'in huzurunda Menahim Begin'e takdim etti. Uzlaşma çağı başladı ve yaklaşık 20 yıl sürdü. Yaser Arafat tüfeği yere bırakarak, zeytin dalıyla Birleşmiş Milletler'e gitti. Arap hükümetleri ve Filistinliler adım adım geri çekildiler ve Suriye, Libya, Cezayir ve güney Yemen'den oluşan kalıcı bir cephe kurdular ve Filistin kurtuluş örgütü de bir çare olmadı, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla o da dağıldı.
Rogers görüşmeleriyle başlayıp, Camp David ile zirveye ulaşan uzlaşma oturumları silsilesi Madrid'de hızlandı ve Oslo'da kağıda döküldü, Wye River, Washington ve Camp David 2'de kemale ulaştı.
Bu uzlaşma turları ilerledikçe Siyonist rejimin eli rahatlıyor ve çember Arafat'ın kuşatma altına alınmasıyla daha da daralıyordu. Neticede Filistin Kurtuluş Örgütü liderinin Ramallah'ta tamamen kuşatılması ve belki de Siyonistler tarafından zehirlenerek öldürülmesiyle uzlaşma pratik olarak can çekişmeye başladı.
Eğer tekrar geriye dönecek ve Şiî ulemasının Filistin meselesindeki etkisini inceleyecek olursak, yaklaşık yüz yıldan beri İslam dünyasının mihveri haline gelmiş olan karmaşık Filistin dosyasını tamamlamaya daha da yaklaşmış oluruz.
Filistin'in işgali meselesi dünyada geniş ve farklı yansımaları beraberinde getirmişti. Bu gelişme karşısındaki en önemli tepkilerden biri, Şîa uleması tarafından ortaya konan ve yetmiş yıldır hiç değişmeden devam eden tavırdır. Allame Mutahharî, Şîa ulemasının bu özelliğinin kaynağı olarak şunu görmektedir: “Şiî uleması kendi zatında müstakil bir harekettir. Ruhî açıdan Allaha ve toplumsal açıdan halka dayanmaktaydı ve bu nedenle tarih boyunca zorbalar karşısında rakip bir güç olarak ortaya çıkmıştır.”
Şimdi bu özelliği dikkate alarak, bu kategorideki Müslüman düşünürlerin usûl olarak Filistin ve Siyonistlerin nüfuzu konularında hangi tutumu benimsediklerini ve buna karşı koymak için neleri gerekli gördüklerini bilmek zorundayız. İran'ın büyük âlimlerinden olmasında rağmen herkes tarafından bilinmeyen biri olan Muhammed Hüseyin bin Muhammed İbrahim Gilanî Filistin ve benzeri konularda bu tehlikeye karşı koymanın farz olduğu hükmünü cihadın bir şekli olarak vermiş ve farz oluşunu şu şekilde hatırlatmıştır:
“İkinci olarak, cihad, ehl-i şirk ve dalaletin Müslüman beldelere saldırması durumundadır. Öyle ki, o belde halkı küfür ehlinin galip gelmesinden ve istilasından ya da en azından mallarını almasından korkuyorsa, bu tür cihad gücü yeten Müslümanlar için kifâî vaciptir, cihada… ve bu cihad İmam (a.f.) huzurunda veya gaybetinde olsun fark etmez.”
Nasır dönemi âlimlerinden Şeyh Muhammed Rıza Hemadânî Tergîbul Müslimîn ilâ difâ el-Müşrikîn, adlı risalesinde bu tür saldırı ve işgaller karşısındaki hükmü açıkça yazmıştır:
“İslam'ın namusunu, insanların yaşamını ve ahiretini korumak amacıyla yapılan cihadın hükmü, bu amaç gerçekleşmediği müddetçe bakidir.”
Çağdaş Şiî hareketleri tarihini okuduğumuzda, bu ulema sınıfının en zor şartlarda ve İslam toplumu hangi açıdan olursa olsun şiddetli zorluklarla yüz yüze kaldığı zamanlarda, sadece cihad önderi libasını kuşanmakla kalmayıp, aksine, dikkatli bir kavrayışla sömürgecilerin isteklerine engel olduklarını açıkça görürüz. Yahut yabancıların uzun vadeli hedeflerini ortaya koyarak onların bu hedeflere ulaşmalarının önünü almayı kendilerine gaye edindiklerini görmekteyiz. Örneğin, İngiliz kuvvetleri Irak'ta halkla mücadeleye girdiklerinde, Irak halkının kıyamını tabii mecrasından saptırmaya çalışmış, zorlu ve boğucu şartlar oluşturmuşlardı. Âlimlerin önderliğindeki Irak Şîîlerinin bu inkılabı, onları ümitsizliğe ve yenilgiye mahkum etmişti. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Şîîlerin Necef'teki kıyamına şahitlik eden Necef ulemasından biri, olayları dikkatlice kayıt altına almış ve hatıralarını yazdığı günlüğün bir bölümünde bu kıyamın ve Şîîlerin cihadının sebebini şöyle zikretmiştir:
“Bazıları şöyle düşünüyordu: İslamî Irak'ta İslam'ın hamiyetinin bulunduğunu, ulemanın ve dinin merkezi, İslam'ın kubbesi, Müslümanların gözünün nuru olan bu kutsal belde Necef'in, Haçlıların yönetimi altına girmesine, enbiyanın ve evliyanın mukaddes ruhlarına, mukarreb meleklere, Allah'ın rahmet ve feyizlerinin muhitine ait olan bu kutsal belde… Teslis bayrağı, tevhid şalının üzerine örtülmemelidir.”
Şîa ruhaniyeti böylesi bir sermayeye ve özellikle kendi şer'î vazifesine dayanarak Filistin meselesi hususunda, en başından itibaren harekete geçmiştir. Bu dinî rehberlerin öncelikli tutum ve hedeflerindeki dikkat ve onların bugünkü isteklerle kıyaslanmaları bizi Şîa ulemasının gerçekte en sert ve uzlaşma kabul etmez topluluklardan olduğuna, Siyonizm tehlikesi karşısında hiçbir şekilde müsamaha göstermediklerine ikna etmektedir. Necef âlimlerinin en üstünü merhum Ağa Muhammed Hüseyin Âl-i Kaşifulğıta, Kudüs Harem-i Şerifi Hocası Muhammed Sabri Âbidin'in fetva isteğine cevap verirken, fetvasının dayanaklarını bu şekilde açıklamıştır:
“Celle şânuhu buyurmaktadır ki: ‘Onlar, zulüm işlemektelerken, ülkeleri (veya nesilleri) yakaladığı zaman... Rabbinin yakalaması işte böyledir. Gerçekten O'nun yakalaması pek acı, pek şiddetlidir.' Hangi zulüm, insanın geçmiş büyüklerinin ve torunlarının haklarının yok edilmesinden ve pâyimâl edilmesinden daha büyüktür, belki bundan daha büyük zulüm olarak insanın dinî mukaddesatının pâyimâl edilmesi ve namusunun ve Kur'an'ın azametinin alçalması gösterilebilir.”
O daha sonra Filistin topraklarının satılmasına işaret ederek, bu tür alış verişe karışan kimseler hakkındaki şer'î hüküm konusunda şöyle görüş bildirmiştir:
“… Acaba bütün bunlardan sonra bu satışın İslam ile savaşmak olduğuna inanmadın mı? Acaba kim bu satışta, satılmasında ve aracılığında bulunanların, bu işlere rıza gösterenin Allah ve Peygamberle savaştığından ve İslam dininin pâyimâl edilmesine neden olduğundan şüphe edebilir? Onları dinden ve İslam havzasından çıkmış ve kâfirlerden olarak kabul edin ve bütün işlerde bunlardan uzaklaşın, onlarla evlenmeyin, onlarla ilişkide bulunmayın ve aynı şekilde alış verişi, selamı, gidiş gelişi, onlarla konuşup onları dinlemeyi kesin ve buna ek olarak onların ölülerine eşlik etmeyip Müslümanların kabristanına da defnetmeyin. Onların isimlerini bütün toplumlarda, gazetelerde ve dergilerde dinden çıkan kimseler olarak tanıtın ve zikredin… Muhammed Hüseyin Al-i Kaşifulğıta, Necef-i Eşref.”
Ulemanın Filistin'in bölünmesi konusundaki muhalefeti uluslar arası toplumda belki de İslam ve Batı dünyası âlimlerinin yüz yüze geldikleri ilk adımdı ki, bunun bayraktarlığını Irak'ta yerleşmiş bulunan İranlı Şîa âlimleri yapmaktaydı. Bu büyükler diğer İslam âlimlerini de davet ederek, bu önemli meseleyi cesur ve korkusuzca bir faaliyet şekline dönüştürdüler. Bağdat ve Kâzımeyn de ikâmet eden İranlı âlimler; Hibeeddin Şehristanî, Seyyid Muhammed Mehdi Sadr ve Seyyid Muhammed Mehdi İsfahanî ve Arap âlimlerinden Şeyh Razi Âl-i Yasin, Musul ve Bağdat'ın önde gelen âlimlerinden olan Bağdat Müftüsü Yusuf Ata'nın, Musul Müftüsü Habib el-Abidî ve İbrahim Ravi'nin de katılımıyla Birleşmiş Milletler'e ve İngiltere Dışişleri Bakanlığı'na aşağıdaki içerikte bir telgraf çekmişlerdir:
“Bizler İslamî mezheplerin ve âlimlerin temsilcileriyiz, Kraliyet komisyonunun bir İslam ve Arap ülkesi olan Filistin'in parçalanması kararına razı olmadığımızı bildirir ve buna itiraz eder bunu İslam ve Arap'ın kalbine vurulmuş bir darbe olarak gördüğümüzü iletiriz.”
Ayetullah Seyyid Ebu'l-Hasan İsfahanî İran devletinin Bağdat elçiliğine, İran devletinin Birleşmiş Milletler nezdinde Filistinlilerin hakların kendilerine iade edilmesi için her türlü çabayı göstermesini ümit ettiğini bildirmiştir. Allâme Kaşifulğıta aynı yönde bir girişimle dönemin Irak Kralı Melik Gazi'ye bu konuda seslenmiştir. Bağdat'taki İran Elçiliği bu hareketi şöyle açıklamıştır:
“Necef'in Arap ve Şiî uleması tekrardan Melik Gazi'ye ve Filistin Yüksek Komiserliği'ne telgraflar çekmiş ve Filistin'deki İngiliz zulmüne karşı yardım istemişlerdir. Necef'teki meşhur âlimlerden olan Muhammed Hüseyin Âl-i Kaşifulğıta da İngiliz Yüksek Komiserliği'ne ve İngiliz Teknik Komisyonu'na telgraflar yollayarak, halkın âlimlerden cihad fetvası istediğini de eklemiştir…”
Bağdat'taki dergilerden biri de yazdığı haberde âlimlerin mücadeleci ruhlarından ve kararlılıklarından bahsetmiştir. Bağdat'ta yayınlanan el-Nehar'ın haberine göre, İslam uleması 25/03/1317 yılında “Necef'te Emirelmüminin'in (a.s.) kubbesinin altında toplandılar, cihad fetvası verme konusunu görüşecek ve söz konusu hüküm bütün âlimlerin imzasıyla verilecek ve toplantının başkanlığını da Kaşifulğıta üstlenecektir.” Şîa uleması bu konuyu araştırmak için Suriye, Lübnan, Ürdün, Mısır, Yemen, Körfez Emirlikleri, Türkiye, Afganistan ve İran'dan âlimleri bu oturuma katılmaları için davet ettiler. Allâme Kaşifulğıta daha sora kendisi cihad fetvasını verdi:
“Ey İslam, ey Arap, ey kardeş ve hatta ey insan, kafası kesilmiş bir halde olan Filistin'in durumu öyle bir hal aldı ki, bütün herkes tarafından açık seçik görülmüştür. Demiş olduğum ve halen demekte olduğum gibi, Filistin mevzusu sadece Filistin mevzusu değildir… Ey Arap ve Müslümanlar yalnızca… benim genel davetimi ve feryadımı Arap ve İslam ümmetine gönderiyorum. Allah şahittir ki, yaşlı kemiklerimin ağrısı bana musallat olmasaydı, bu davete ilk lebbeyk diyecek olan kimse bendim…” (Muhammed Hüseyin Âl-i Kaşifulğıta)
O daha sonra başka bir fetvasında, İslam ülkelerini sınıflandırarak, bu cihada katkılarının bulunmasını istemiştir. Onun görüşüne göre cihad bayrağını açması gereken ilk ülke, seyyidlik iddiasında bulunan Haşimî Ürdün'dü ve sonra da İslam güneşinin yükselmesinin ilk adımının atılması gerektiği yer olan Hicaz'dı. Böylece Mısır ve Suriye'yi de muhatap alarak onları hak sahibi olarak gördüğünü belirterek şunları söylüyordu:
“Yeryüzünde dört yüz milyon Müslüman olduğu söyleniyor. Nasıl olur! Eğer bunların onda biri izzet yolunda adım atıp Filistin karşısındaki vazifelerini yerine getirse ve mücahitlerin yardımı olsa orayı gasp edebilirler miydi? Elbette Filistin düğümü çözülecektir ve oranın işgali sona erecektir. Allah'a yemin olsun ki, çok eksik kaldık ve söylenecekleri söylemedik… Gerçekleştirilen kongreler ve orada alınan kararlar açıklanıyor, heyetler Londra'ya gidiyor, bununla birlikte İngiliz orduları Filistin'de hamile kadınların, günahsızların pak kanlarını akıtıyorlar, büyük bir şiddetle günahlarına devam ediyorlar. Hicaz ve Ürdün de kulaklarıyla ve gözleriyle işitip görüyorlar, bununla birlikte büyük bir rahatlıkla ilişkilerini devam ettiriyorlar. Hatta onların iki keçisi bile yerinden kıpırdamıyor. Keşke bununla yetinip Filistin'den şerlerini çekseler, zalimlerle dostluk ve yoldaşlık yapmasalardı. Ancak yeryüzündeki Müslümanların genelinin ellerinden gelen şey itiraz etmek, bağırıp çağırmak, nutuk atmak, makale yazmak, şiir okumak ve deryada bir damla büyüklüğünde maddî yardımlarda bulunmaktır, oysa bazı Müslümanlar binlerce milyonlarca liraya sahiptirler. Acaba tıpkı sayıları daha az ve daha aşağılık tabiatta olan Yahudilerin yaptığı gibi, onlardan birinin bin lira yardım ettiği duyulmuş mudur?”
Bu cümleler Şîa ulemasına hakim olan ruh halini göstermektedir. Eğer insaflıca bir hüküm vermek gerekirse, İslam dünyasının asli dertlerini dile getiren kesim oldukları ve hâlâ da öyle oldukları söylenebilir. Bu, hastalığı yenmek için büyük güç harcayan hastanın, asıl dermanını elde etmeye uğraşmaması gibidir. Allâme Kaşifulğıta bu bildirisinin sonunda büyük bir olgunlukla gerçekten kendisine yakışır cümleler sarf ediyor. İslam dünyasının asıl derdini bulmuş olan Allâme, her ne kadar acı ve sevimsiz olsa da Müslümanların kendine gelmeleri ve gaflet uykusundan uyanmaları ümidiyle hakikatleri açıkça beyan ediyor. Onun bu konudaki sözleri şöyledir:
“Bütün bunlarla birlikte, keşke Müslümanlar hakkı itiraf etseler ve hakikatleri samimi ve bütün çıplaklığıyla izhar etselerdi. O hakikat şudur ki, Müslümanların belaları kendilerinden kaynaklanmaktadır ve bunlar Siyonistlerin ve İngilizlerin belalarından daha büyüktür. Bu açık gerçeği herkes biliyor ve küçük bir ilkokul öğrencisinden başka kimse bunu açıklamıyor.” (Necef-i Eşref, Kaşifulğıta Medresesi, Muhammed Hüseyin Âl-i Kaşifulğıta, 24 şevval 1357 ve miladi 18/12/1938)
Hicri şemsi on dördüncü yüzyılın kırklı yıllarında İmam Humeynî'nin ortaya çıkan hareketi ve daha ciddi çabaları İran ve İslam dünyasındaki yeni İslamî uyanış dalgasının temellerinin atılmasında etkili olmuştur. Onun iç hedef saptamaları ve mücadelesi ülke içinde Pehlevî rejiminin düşmesi ve onun yerine halkların egemenliğine dayanan İslamî bir düzenin oluşmasını getirmiş, Filistin'in özgürlüğü için çalışmak ve bölgede Siyonizm aleyhine cihadın başlaması istikbara ve onların başında Amerika'ya karşı duruşa küresel bir boyut kazandırmıştır.
Eğer İmam Humeynî'nin mücadelesindeki asıl hedefi bir cümle ile özetleyecek olursak: “İran ve İslam dünyasının istikbarın ve sultanın zincirlerinden kurtulması, Müslümanların izzet ve azametinin geri kazanılması, İslamî değerler üzerine bina edilmiş bir İslam hükümetinin kurulması”dır.
O, İran'da müstebit Pehlevî rejiminin varlığını, Ortadoğu bölgesinde Siyonistlerin nüfuzunu ve doğudan batıya bütün dünyadaki zorba hakimiyetini birbiriyle bağlantılı halkalar olarak görüyordu. O, İran'ın özgür olması ve İslam dünyasının geçmişteki izzetini kazanması durumunda bu zikredilen üç etkene karşı konulmasına ve İslam İnkılabı'nın nihai zaferinin ve İran İslam Cumhuriyeti'nin kalıcı olmasının sırrını bunlarda görüyordu. Eski Sovyetlerin dağılması ve İkinci Dünya Savaşı sonunda Yalta Anlaşması'yla kurulan iki kutuplu dünya düzeninin yıkılması dünyada büyük değişimler yaratmıştır.
MacLohan dünyanın küçük bir köy olduğu konusunu gündeme getirmiş ve baba Bush dünyanın gelecekte tek kutuplu olacağını ve Amerika'nın tek süper güç unvanıyla dünyanın sözde emniyetinin sorumluluğunu üstleneceğini ilan etmiştir. Amerikalı teorisyen Samuel Huntington “Medeniyetler Çatışması” meselesini önce makale şeklinde ele almış daha sonra da kitap olarak basmıştır. Burada pratikte İslam dünyasını komünist dünyanın vârisi olarak göstermiş ve gelecekteki asli karşılaşmanın Batı ve İslam dünyası arasında olacağını ve kanlı hatların bu iki medeniyeti birbirinden ayıracağını yazmıştır. Daha sonra Kosova Savaşı'nın olduğu dönemde Kıbrıs'ta katıldığı bir konferansta şu mealde sözler sarf etmiştir: “Bu, benim öngörmüş olduğum, Batı medeniyeti ve İslam medeniyeti arasındaki kanlı çatışmaların bir örneğidir.” Bazı analizlerde Amerika'nın dolaylı tahrikleriyle Saddam'ın Kuveyt'e saldırısı, Amerika ve Batı'nın Saddam'ı kendisine hediye ettikleri silahlarla beraber yok etme bahanesini oluşturdu. Bush ilk önce Irak'a saldırarak Bağdat'a yüz kilometre kalana kadar ilerledi, ancak Amerika'nın uzun vadeli işgaline zemin hazırlamak için durdu.
Eylül 2001'de New York'taki İkiz Kuleler şüpheli bir şekilde yolcu uçağıyla vuruldu. Olayın ilginç yönü, kulelerde oturan Yahudilerin hepsinin önceden orayı terk etmesiydi. Bunun ardından hemen Afganistan'a saldırı ve işgal emri çıkarıldı. Oğul Bush ikinci olarak deneyimsizlikle perde arkasındaki Haçlı ve Siyonist ortak planını ifşa etti ve alenen “Haçlı Savaşı”nın başladığını duyurdu. Neticede o, Siyonistlerin emri altındaki Protestan “Evangelist” kilisesine bağlı birisiydi. 2003 yılında, 12 yıla yakın zemin hazırlama çalışmaları sonucunda ikinci aşama olarak Irak'a saldırı emrini vererek babasının yarım kalan işini tamamlamak üzere Irak'ı işgal etti. İngilizlerin Hindistan'da Kraliyet naibi olarak “Lord Curzon”i atamaları gibi Amerika da Irak'ta kendi emirlerini yerine getirecek kişi olarak “Bremer”i tayin etti.
Amerika Azerbaycan, Afganistan ve Kırgızistan'da askerî üs kurmuş, 5. Filo'nun merkez üssünü Bahreyn'e taşımış, Hindistan ile nükleer anlaşma imzalamış, Pakistan'ı ilan edilmemiş bir şekilde işgal etmiş, Sudan'da bölücüleri desteklemiş ve işgal etmesi gereken yerde NATO'yu devreye sokmuştur. Bütün bunlar İslam dünyasının askerî ve siyasî yönden işgali ve Batı karşıtı, Siyonizm'den kurtulmak için Filistin'deki intifadaya katılan bütün hareketleri ezmek ve İslam Cumhuriyeti'ni kuşatma altına almak için verilen kararların göstergesidir.
Bütün bu olaylar, yani Sovyetlerin dağılmasından başlayarak, Ayetullahi'l-Uzma Seyyid Ali Hamaneî'nin rehberliğine kadar olan zaman zarfında gerçekleşmiştir.
Bu yüzden o büyük şahsiyet İmam Humeynî'nin vârisliği ve ağır miraslarına ek olarak, bu karmaşık dış komploların ve içerideki uşakların meydana getirdiği sorumlulukların ağır yükünü de omuzlamıştır. Gerçekten de Allah'ın eli onun üzerindeydi ki, İslam Cumhuriyeti gemisini bu ölümcül girdaplardan, selametle kurtarmayı başardı. Sadece İslam Cumhuriyeti'nin menfaatlerini savunmayı değil, İslam ümmetinin kurtuluşunun sorumluluğunu da kendi omuzlarında hissetti.
O, bütün ciddiyet ve sadakatiyle, Kudüs'ün ve Filistin'in özgürlük bayrağını dalgalandırmış ve bütün baskılara rağmen kendi tedbirleriyle yoluna devam etti ve hemen hemen bütün alanlarda, İslam dünyasında Amerika ve onun etkilerini geri çekilmeye mecbur etti veya onları durdurdu.
Siyonistler karşısında direniş halkası büyük Rehberin zamanında güçlendi ve hatta yaygınlaştı. Bugün bu direniş hattı İran'dan başlayarak Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Gazze, Batı Şeria, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas, Sudan, Yemen, Bahreyn, Pakistan ve Afganistan'dan geçmektedir. Kilidi İmam Humeynî tarafından kırılan ve Ayetulluh Hamaneî zamanında da devam eden yeni İslamî uyanış dalgası bugün her zamankinden daha güçlü olarak ilerlemektedir ve bu hedefler doğrultusunda kıyam eden herkes İran İslam Cumhuriyeti'yle omuz omuzadır. Bu hedefler; içerideki zorbaların devrilmesi, Müslüman ülkelerde Amerika ve müttefiklerinin elinin kesilmesi, İslamî değerlere dönülmesi, dinî demokrasinin tesis edilmesi ve bütün Filistin topraklarının sonsuza kadar özgür kılınmasıdır.
Dr. Ali Ekber Velayeti
Kaynak: Ayetullah Seyyid Ali Hameneî, Özgürlüğünü Bekleyen Toprak Filistin, çev. Muaz Pazarbaşı, s. 25-40, Feta Yayıncılık, İstanbul, 2015.
source : abna24