Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim (Arapça: محمد بن عبد الله; Muḥammad ibn ʿAbd Allāh ibn ʿAbd al-Muṭṭalib ibn Hāshim) (fil yılı/570 m. Mekke – Hicrî 11/632 m. Medine) İslam Peygamberidir. Ulu’l Azm Peygamberlerinden ve Allah’ın son elçisidir. Kur’an en önemli mucizesidir. Tek tanrıcılık (Tevhit) inancının münadisi ve güzel ahlaka davetçi idi. Ayrıca hükümetin başı, yasa koyucu, sosyal reformcu ve savaş komutanı idi.
Müşrik Arabistan toplumunda dünyaya gelmesine rağmen, yaşamı boyunca putlara tapmaktan uzak durmuş, toplumda yaygın olan çirkin davranışlardan sakınmıştır. Kırk yaşında Allah tarafından peygamberliğe seçilmiştir. En önemli mesajı tevhide davet idi ve gönderilişinin nedenini güzel ahlakı tamamlamak olarak açıklamıştır. Mekke müşrikleri ona ve takipçilerine yıllarca işkence etmelerine rağmen ne kendisi ve ne de takipçileri İslam’dan el çekmemişlerdir. Mekke’de on üç yıl davetin ardından, Medine’ye hicret etmiştir. Onun Medine’ye hicreti İslam tarihinin başlangıcıdır. Medine’de müşrikler tarafından çok sayıda savaşlarla karşı karşıya kalmış, ama sonunda son zafer Müslümanların olmuştur.
Hz. Peygamberin (s.a.a) çabaları ile Arap cahiliyet toplumu, kısa bir sürede tevhit toplumuna dönüşmüş ve hayatta olduğu dönemde Arabistan yarımadasının neredeyse tamamı İslam dinini kabul etmişti. O günden günümüze kadar İslam’ın yayılışı sürmekte ve bugün İslam evrensel bir dine dönüşmüştür. Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanlara kendisinden sonra Kur’an ve Ehlibeyte (a.s) sarılmalarını ve onlardan ayrılmamalarını istemiş ve Gadir vakası gibi çeşitli etkinlik ve ortamlarda İmam Ali’yi (a.s) kendi yerine halef ve ardıl olarak atamıştır.
Hayatı
Hz. Muhammed (s.a.a)
Hz. Muhammed’in (s.a.a) biyografisi hakkında, tarihi metinlerde çok sayıda açık haber ve raporlar yayınlandığından yaşamındaki olay ve gelişmeleri öteki peygamberlerle kıyaslayacak olursak onunkinin daha dakik ve tam olduğunu ileri sürebiliriz. Buna rağmen öteki tarihi karakterlerde de olduğu gibi Onun yaşamının tüm ayrıntıları tam olarak açık değildir ve bazen belirsizlik ve uyumsuzluk görülebilmektedir. (Bkz. Peygamberin yaşamı hakkında bilgi edinmek için kaynaklar) Bu ihtilaf ve uyumsuzluklara rağmen yine de Onun yaşamı hakkında açık bir tasvir sunulabilir.
Doğumundan Peygamberliğine Kadar
Nesep, Künye ve Lakapları
Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib (Şeybetu’l hamd, Amir) b. Haşim (Amru’l Ula) b. Abdumenaf (Muğayre) b. Kussa (Zeyd) b. Kilab (Hekim) b. Murret b. Ke’b b. Lueyye b. Galib b. Fihr (Kureyş) b. Malik b. Nazr (Kays) b. Kenanet b. Huzeyme b. Mudriket (Amr) b. İlyas b. Muzr b. Nizar (Haldan) b. Muedd b. Adnan aleyhimu’s selam. [1]
Künyeleri: Ebu’l Kasım ve Ebu İbrahim’dir.[2] Bazı lakapları şunlardan ibarettir: Mustafa, Habibullah, Safiyullah, Nimetullah, Hayruhalkillah, Seyyidi’l Mürsel’in, Hatemu’n Nebiyyin, Rahmeten Lil-Âlemin, Nebiyy-i Ummi.[3] İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) annesi, Veheb b. Abdumenaf b. Zuhre b. Kilab’ın kızı Amine’dir. Oğlu Hz. Muhammed’i (s.a.a) 6 yıl 3 aylık (bir görüşe göre 4 yaşında) iken anne tarafından akrabalarının (Abdulmuttalib’in anne tarafı) yani Beni Adiyy b. Neccar’ın onu görmesi için Medine’ye bir seyahat gerçekleştirdi. Mekke’ye dönüşü sırasında 30 yaşında iken “Ebva” denilen yerde hayatını kaybetti ve orada toprağa verildi.[4]
Allame Meclisi şöyle diyor: İmamiye Şia’sı, Ebu Talip (Hz. Peygamberimizin amcası ve Hz. Ali'nin babası), Veheb kızı Âmine (Hz. Peygamberimizin annesi), Abdullah b. Abdulmuttalib (Hz. Peygamberimizin babası) ve Resulullah’ın Hz. Âdem’e (a.s) kadarki ecdadının tamamının imanına icması vardır.[5]
Doğumu
Ana Madde: Hz. Muhammed'in Doğumu
Hz. Peygamberin (s.a.a) doğumu net olarak belli değildir. İbn Hişam ve başkaları doğumunun fil yılında olduğunu yazmışlardır, yani Ebrehe filleri ile birlikte Kabe’yi yıkmaya geldiği yıl. Bu hadiseyi gözleriyle görenler için bu tarih açık olsa da başkaları için kati değildir. Zira şu anda fil hadisesinin doğru bir şekilde ne zaman gerçekleşmiş olduğunu diyemeyiz. Çünkü tarihçiler Hz. Peygamberin (s.a.a) vefatını 632 Olarak belirtmişlerdir ve öldüğünde 63 yaşındaydı, dolayısıyla doğumu 569–570 arasında olması gerekir.[6]
İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (s.a.a) doğum günü, Şia’nın meşhur görüşüne göre 17 Rebiyülevvel Ehli Sünnetin meşhur görüşüne göre ise 12 Rebiyülevveldir.[7] İran'da 12 ile 17 Rebiülevvel arasındaki süre Şia ve Sünniler arasında vahdet haftası unvanı ile kutlanmaktadır.
Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) Mekke'de dünyaya gelmiştir. Bazı kaynaklar Şi'b-i Ebu Talip'de Muhammed bin Yusuf'un evinde dünyaya geldiği yönündedir.[8]
İslam
Allah (1).png
İnançlar[göster]
Füruu Din[göster]
İslam Hükümleri[göster]
Etkin Kişilikler[göster]
Fırkalar[göster]
Tarih&Coğrafya[göster]
Bayram&Etkinlik[göster]
İslam Portalı[gizle]
Çocukluğu
Ana Madde: Hz. Muhammed'in Çocukluğu
Tarihçiler Hz. Muhammed’in yaşamı hakkında çeşitli öykü ve hikâyeler yazmışlardır, ancak bunları kesin belge ve senetlere dayandırdığımızda tarihi hakikatleri öykülerden ayırt edebiliriz. O yıllarda yaşanmış olayları, fakat Kur’an ve sünnet (rivayetler) belgeleri aydınlatabilir. Ancak Kur’an bu konu hakkında yalnızca kısa işaretlerde bulunmuştur. Bu işaretler ve tarihçilerin yazmış olduğu ve üzerinde ittifak edilenlerden, Hz. Muhammed’in (s.a.a) çocukluk dönemini yetim olarak geçirdiğini söyleyebiliriz.[9]
Babası Abdullah, Beni Zühre kabilesinin reisi Veheb’in kızı Amine ile evlendikten birkaç ay sonra ticaret seferlerinin birisinde Şam’dan döndüğünde Yesrib’de hayatını kaybetti. Bazı tarihçiler Abdullah’ın, Hz. Muhammed (s.a.a) dünyaya geldikten birkaç ay sonra öldüğünü yazmışlardır. Her hâlükârda Hz. Muhammed (s.a.a) süt emme dönemini Beni Saad kabilesinden Halime adlı bir kadının yanında geçirmiştir. 6 yaşında annesini kaybetti ve dedesi Abdulmuttalib onun bakımını üstlendi. 8 yaşında iken Abdulmuttalib hayatını kaybetti bunun üzerine Hz. Muhammed (s.a.a) amcası Ebu Talib’in bakımı altına girdi.[10]
Ebu Talib’in evinde, eşi Fatıma binti Esed tarafından oldukça şefkat ve ilgi görmüştü. Nitekim kendisi vefat ettiğinde, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bugün annem vefat etmiştir.” Onu kendi gömleği ile kefenlemiş ve kabre koyarak kabrinde uzanmıştır. Ona Ey Allah’ın Resulü! “Fatıma” için çok iç geçiriyorsun dediklerinde, şöyle buyurmuştur: “O gerçekten benim annemdi. Kendi çocukları aç dururken önce benim karnımı doyururdu. Kendi çocuklarının üstleri başları tozlu topraklı dururken önce beni yıkar ve saçımı başımı düzeltirdi, gerçekten benim annemdi.”[11]
Şam’a İlk Yolculuğu Ve Nasranî Rahibin Öngörü Ve Kehaneti
Tarihçilerin yazdığına göre Hz. Muhammed (s.a.a) çocukluk döneminde amcasının Şam’a yolculuklarının birinde ona eşlik etmiş ve Busra denilen bir yerde Bahira adlı bir rahip Onun peygamberlik alametlerini görerek amcasından onu gözetmesini ve özellikle ona düşmanlık güdebilecek Yahudilerin zararlarından onu korumasını ister. Yazdıklarına göre kervan Bahira’nın yanından ayrıldıktan sonra Bahira, Hz. Muhammed’in yanına giderek şöyle demiştir: Lat ve Uzza hakkı için sana soracağım sorulara cevap ver! Hz. Muhammed (s.a.a): “Benden Lat ve Uzza hakkı için bir şey isteme, çünkü hiçbir şeyden bu iki puttan nefret ettiğim kadar nefret etmiyorum,” der. Bunun üzerine Bahira, ondan Allah hakkı için ona cevap vermesini ister.[12]
Hilfu’l Fudul (Erdemliler İttifakı)
Hz. Muhammed’in (s.a.a) evliliğinden önceki önemli olaylardan birisi de “Hilfu’l Fudul” adlı anlaşmaya katılmasıdır. Bir grup Mekkeli “tüm mazlum ve güçsüzleri koruyup haklarını kollamak” için arlarında bir anlaşma yapmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.a) de bu anlaşmayı sonraları övmüş ve eğer yine onu böyle bir anlaşmaya çağıracak olurlarsa onlara katılacağını söylemiştir.[13] (Bkz. Peygamberin (s.a.a) çocukluğu)
İkinci Şam Yolculuğu
Hz. Resulü Kibriya şöyle buyurmuştur:
"Fırsatları terk etmek hüzne sebep olur.”
—Bihar, 77/165/2.
Hz. Resulü Kibriya şöyle buyurmuştur:
"Sizin en hayırlınız, kadınlarınıza en iyi davrananlarınızdır."
—Peyam-ı Peygamber, s. 432–433.
Hz. Muhammed (s.a.a) 25 yaşında iken amcası Ebu Talip ona şöyle dedi: Kureyş kervanı Şam’a gitmek için hazırlık yaptı. Huveylid kızı Hatice, onun için ticaret yapmaları ve kârından onu da ortak etmeleri için akrabalarından bazılarına sermaye verdi. Eğer istersen seni de kabul edecek. Sonra Hatice’ye konuyu açtı. O da bunu kabul etti. İbn İshak’ın rivayet ettiğine göre Hatice (s.a), Hz. Muhammed’in emanete riayetini ve büyüklüğünü bildiği için ona eğer benim malımla ticaret etmek istersen payını başkalarından daha çok vereceğim, diye haber gönderdi.[14]
Bu ticaretten Hz. Hatice, oldukça çok kazanç elde etti. Emanet, doğruluk ve dürüstlükte meşhur olan bir adamla ticaret yapmıştı. Bu ticaret seferinden sonra Hz. Hatice, Hz. Muhammed’le (s.a.a) evlendi.
Evlilik
Evlilik sırasında Hz. Muhammed’in 25, Hz. Hatice’nin ise 40 yaşında olduğu yazılmıştır, ancak Hz. Hatice’nin dünyaya getirdiği çocukları dikkate alacak olursak, yaşının daha az olduğu muhtemeldir ve Arap tarihçilerin onun 40 yaşında olduğunu yazmaları bu yaşın kâmil bir yaş olduğundandır.[15] Hz. Hatice, Hz. Muhammed (s.a.a) için çocuklar dünyaya getirdi. Erkek çocukları küçükken öldüler, kız çocukları arasında ise en tanınanı Hz. Fatıma'dır.(Bkz. Hz. Peygamberin çocukları)
Hz. Resulü Kibriya Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah boşanmayı sevmez."
—Peyam-ı Peygamber, s. 574–575.
Hz. Resulü Kibriya Efendimiz şöyle buyurmuştur:
"Asil insanlar kadınlara ancak asaletli davranır ve aşağılık insanlar kadınları ancak aşağılar."
—Peyam-ı Peygamber, s. 432–433.
Hz. Hatice (s.a) 25 yıl kadar Hz. Resulullah’la (s.a.a) birlikte yaşadı. Bi’setin 10. Yılı 65 yaşında iken ve Haşim oğullarının Şi’bi Ebu Talip’ten dışarı çıkışlarının üzerinden bir yıl altı ay geçtikten sonra hayatını kaybetti. Hz. Hatice’nin (s.a) vefatından sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Zem’a b. Kays’ın kızı Sevde ile evlendi. Hz. Peygamberin (s.a.a) sonraki eşleri şunlardır: Ayşe, Hafsa, Zeynep bint Huzeyme b. Haris, Ümmü Habibe bint Ebu Sufyan, Ümmü Seleme, Zeynep bint Cahş, Cuveyriye bint Haris b. Ebi Zirar, Safiye bint Hayy b. Ehteb, Meymune bint Haris b. Hazn.[16]
Çocukları
Hz. Resulü Ekrem'in (s.a.a) İbrahim dışındaki tüm çocukları Hz. Hatice'dendir. İbrahim, Hz. Peygamber Efendimizin Maria adlı eşindendir. Allah Resulünün (s.a.a) Hz. Fatıma (s.a) dışındaki çocuklarının tamamı Efendimiz hayatta iken hayatlarını kaybetmiş ve Efendimizin soyu Hz. Fatıma aracılığı ile devam etmiştir. Toplam 3 erkek 4 kız çocuğu olmuştur:
Kasım (Allah Resulünün ilk çocuğudur. 2 yaşında iken Mekke’de ölmüştür)
Zeynep (Hicrî 8. Yılında Medine’de vefat etmiştir)
Rukiye veya Rukayye (Hicrî 2. Yılında Medine’de hayatını kaybetmiştir)
Ümmü Gülsüm (Hicrî 9. Yılında Medine’de ölmüştür)
Hz. Fatıma (Hicrî 11. Yılında Medine’de hayatını kaybetmiştir. Efendimizin soyu yalnızca Hz. Fatıma ile sürmüştür)
Abdullah (Bi’setten hemen sonra Mekke’de dünyaya gelmiş ve orada ölmüştür)
İbrahim (Hicretin 10. Yılında Medine’de ölmüştür)[17]
Hacerü’l Esved’in Yerleştirilmesi
Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğinden önce gerçekleşen ve Mekke halkının gözünde onun konumunu ortaya koyan bir diğer hadise de Hecerü’l Esved taşının yerleştirilme hadisesidir. Kabe’nin cahiliyet devrinde de Arap halkı nezdinde saygın olduğunu biliyoruz. Bir yıl Kâbe’yi sel basmış ve Allah’ın evinin sütunlarını yıkmıştı. Kureyş, duvarlarını örüp Hacerü’l Esved taşını yerine yerleştirmek istediklerinde, kabile büyükleri arasında anlaşmazlık yaşandı. Her kabile reisi bu şerefin kendisinin olmasını istiyordu. Sonunda tartışmalar büyüdü. Kabile büyükleri kanla dolu bir leğen getirerek ellerini içine soktular. Bunun anlamı galip gelene kadar savaşmak manasına gelen bir çeşit yemindi. Nihayetinde Beni Şeybe kapısından mescide gelen ilk kişinin hakemliğini kabul edeceklerini ve onun vereceği her karara uyacaklarını kararlaştırdılar. İçeri ilk giren kişi Hz. Muhammed (s.a.a) oldu. Kureyş’in ileri gelenleri onun emin olduğunu ve hakemliğini kabul edeceklerini söylediler. Sonra durumu Ona anlattılar. Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurdu: bir bez parçası açın. Dediği gibi yaptılar. Sonra Hacerü’l Esved taşını onun üzerine koydu. Her kabile reisinin onun bir ucundan tutmasını istedi. Bez parçasını tutarak yukarı kaldırdılar. Kendisi Hacerü’l Esved’i alarak yerine yerleştirdi ve bu hakemliği ile kan dökülmesiyle sonuçlanacak büyük bir çatışmayı önledi.[18]
Peygamberliğinden Hicrete Kadar
Bi'set
Ana Madde: Bi'set
Tıpkı İmamiye Şia’sının meşhur görüşüne göre, Peygamber Efendimizin, bi’seti (peygamberliğe seçilişi) 27 Recep’te olmuştur.[19] Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) bi’setine yakın yıllarda insanlardan uzak durmakta ve tek bir Allah’a ibadet etmekteydi. Yılda bir ay boyunca Hira adında bir dağda münzevi olur ve ibadet ederdi. (Bkz. Tehannüs) bu süre zarfında onun yanına giden her ihtiyaç sahibine yemek verirdi. İbadetle geçirdiği ay bittikten sonra Mekke’ye dönerdi ve evine gitmeden önce Kâbe’yi yedi veya daha fazla sayıda tavaf eder ve sonra evine giderdi.[20]
Yine Hira’da inzivaya çekilip ibadetle geçirdiği günlerden bir gün peygamberlikle görevlendirildi. Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurmuştur: Cebrail benim yanıma gelerek şöyle dedi: Oku. Dedim ki: Ben okuma bilmem. Yine oku dedi. Dedim ki: ne okuyayım? Dedi ki: “İkra bismi rabbikellezi halek” (Yaratan Rabbinin adıyla oku). Nitekim meşhur olduğuna göre peygamberlikle şereflendirildiğinde kırk yaşına ulaşmıştı.[21]
Allah Resulü (s.a.a) kendisine nazil olan Alak Suresinin ilk ayetlerinin telakkisi ve peygamberlikle şereflenmesinin ardından mabedinden ayrılarak Mekke’nin içine geri döndü. O geceye kadar başına gelmemiş böyle bir durumun ardından her şeyden önce kendi evine dönmesi gayet doğaldı. Evinde o anda üç kişi bulunmaktaydı: Değerli eşi Hz. Hatice, amcaoğlu Hz. Ali b. Ebu Talip ve Zeyd b. Harise. Hz. Peygamber (s.a.a) tevhide ilk davetini kendi ailesinden başlattı ve ona ilk iman eden kişi eşi Hatice ve erkeklerden o sıralar bakımını üstlendiği amcaoğlu Hz. Ali b. Ebu Talip (a.s) oldu.[22] Çeşitli İslam fırkaları kaynaklarında, Ebu Bekir ve Zeyd b. Harise gibi bazılarını da ilk Müslümanlardan saymışlardır.[23] (Bkz. İslam’ı ilk seçenler) Her ne kadar ilk davet oldukça sınırlı da olsa Müslümanların sayısı artış kaydetmiş ve davetin üzerinden fazla bir süre geçmemesine rağmen İslam’ı seçenler, Mekke’nin dışına çıkmakta ve Hz. Peygamberle namaz kılmaktaydılar.[24](Bkz. Gizli Davet)
Açık ve Aleni Davet
Ana Madde: Açık Davet
Hz. Muhammed’in (s.a.a) peygamberliğe seçildikten sonra davetinin üç yıl boyunca gizli olduğunu yazmışlardır. Ancak bazıları, Kur’an-ı Kerim ayetlerinin nüzul sırasına göre bi’setinden kısa bir süre sonra umumi davete başladığını söylemişlerdir.[25]
Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce insanları putlara tapmaktan sakındırmakta ve tek Allah’a tapmalarını istemekteydi. İlk önceleri namazlar iki rekâtlı idi. Sonraları yolcular dışındakiler için dört rekât ve yolcular için iki rekat farz oldu. Müslümanlar namaz ve Allah’a ibadet sırasında insanlardan gizleniyorlar ve insanların gelip gitmediği kuytu ve dağ boşluklarında namaz kılıyorlardı. Yavaş yavaş Müslümanlık Mekke’de yayılmaya başladı.[26] Nitekim meşhur olduğuna göre bi’setin üzerinden üç yıl geçtikten sonra Allah Teâlâ onu insanları açıkça tevhide davet etmesi için görevlendirdi:
وَأَنذِرْ عَشِیرَتَک الْأَقْرَبِینَ وَاخْفِضْ جَنَاحَک لِمَنِ اتَّبَعَک مِنَ الْمُؤْمِنِینَ فَإِنْ عَصَوْک فَقُلْ إِنِّی بَرِیءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ
(Önce) en yakın akrabanı uyar. Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.(Şuara Suresi,214, 15, 216)
İbn İshak’ın yazdığına göre bu ayet nazil olunca Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi çağırarak şöyle buyurdu: Ey Ali! Allah bana yakın akrabalarımı Ona tapınmaya davet etmemi emretti. Bir koyun kes ve bir miktar ekmek ve süt hazırla. Hz. Ali (a.s) denilenleri aynen yerine getirdi. O gün Abdulmuttalib oğullarından 40 kişi veya 40’a yakın kişi bir araya gelerek o yemekten yediler. Tam Peygamber konuşmasına başlamak isterken Ebu Lehep, O sizi büyüledi dedi. Bunun üzerine meclis karıştı. Allah Resulü bir gün sonra yine onları davet etti ve şöyle buyurdu: Ey Abdulmuttalib oğulları! Arapların kendi kavimlerine benim size getirdiğimden daha üstün bir şey getirdiklerini sanmıyorum. Ben, dünya ve ahireti size getirdim.[27] Tabari şöyle diyor: Allah Resulü (s.a.a) akrabalarına davetini ulaştırdıktan sonra şöyle dedi: Sizlerden hanginiz bu konuda bana yardım edecek? Her kim bana bu yolda yardım ederse aranızda benim kardeşim, vasim ve halifem olacaktır. Herkes sessiz kaldı. Hz. Ali (a.s) kalkarak şöyle buyurdu: Ey Allah’ın Resulü! O kişi benim. Peygamber şöyle buyurdu: O, sizin aranızda benim vasim ve halifemdir; onun sözünü dinleyin ve ona itaat edin.[28] Bu rivayeti başka tarihçi ve siyer yazarları da kitaplarında yazmış ve meşhur hadislerdendir.[29]
Kureyş'in Düşmanlığı ve Sonuçları
Zamanla Müslümanların sayısı artmaya başlayınca Kureyş’in ileri gelenleri tedirgin olmaya başladı. Bundan dolayı, Ebu Talib’in (Hz. Peygamberin (s.a.a) hamisi olan amcasının) yanına giderek ondan kardeşinin oğlundan başlattığı davetine son vermesini istediler. Bir gün ondan Hz. Muhammed’i (s.a.a) öldürmek için kendilerine teslim etmelerini ve bunun yerine İmaret b. Velid adlı kendilerince bilge bir genci ona vermeyi teklif ettiler. Ebu Talip onlara şöyle cevap verdi: Çocuğumu öldürmeniz için size vermemi ve onun yerine sizin çocuğunuzu yetiştirmemi mi istiyorsunuz? Ne kadar zor bir teklif böyle?[30]
Kureyşliler kabile anlaşmaları gereği Hz. Peygamberin (s.a.a) canına kast edemiyorlardı, zira bu durumda Haşim Oğulları ile çatışmaya girebilir ve aralarında başka sıkıntıların yaşanmasına ve işlerin daha da karmaşık hale gelmesi mümkündü. Dolayısıyla, Peygambere (s.a.a) muhaliflikleri sınırlı, kötü söz söyleme ve küçük zararlar dışında değildi. Ancak yeni Müslüman olmuş savunmasız kişilere karşı yapabildikleri kadar zarar veriyorlardı.[31]
Yavaş yavaş çatışmalar gün yüzüne çıkmaya başladı. Kureyş bir kez daha Ebu Talib’in yanına giderek ondan yeğenini gittiği yoldan vazgeçirmesini istediler. Ebu Talip, yeğenine onların sözlerini ulaştırdı. Hz. Peygamber (s.a.a) cevaben şöyle buyurdu: Allah’a andolsun ki eğer güneşi sağ elime, ayı sol elime verseler yine de davetimden vaz geçmeyeceğim. Ebu Talip ise şöyle dedi: Eğer böyle diyorsan yoluna devam et ve ben sana zarar vermelerine izin vermeyeceğim. Bundan sonra Kureyş, Ona ve takipçilerine daha çok eziyet etmeye başladı.[32]
Hz. Muhammed (s.a.a)
"İyi ahlak ve iyi komşuluk, dünyayı bayındır eder."salign
—Peyam-ı Peygamber, s. 772–773.
Müslümanların Habeşe’ye Hicreti
Ana Madde: Habeşe’ye Hicret
Müslümanların sayısı arttıkça Kureyş’in Hz. Muhammed’e (s.a.a) olan düşmanlık ve muhalefeti daha da artmaya başladı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.a) Ebu Talib’in himayesi altında olduğu için Kureyş kabile anlaşmaları gereği Onun canına kast edemiyordu, ama takipçilerine ve özellikle desteği olmayan Müslümanlara karşı her türlü zorluk ve eziyetten geri durmuyordu. Yeni Müslüman olmuş kişilere yapılan bu eziyetler Peygambere ağır geliyordu. Sonunda kaçınılmaz olarak onlara Habeşe’ye hicret etmeleri emrini verdi. Onlara şöyle buyurdu: "O topraklarda kimsenin kendisinden eziyet görmediği bir kral var. Oraya gidin ve Allah sizi bu zorluktan kurtarıncaya kadar orada kalın." Kureyş, Müslümanların Habeşe’ye hicret ettiklerini öğrenince, Amr b. As ve Abdullah b. Ebi Rabie’yi Habeşe kıralı Necaşi’nin huzuruna göndererek onları geri göndermesini istedi. Necaşi, Kureyş elçilerinin sözlerini ve Müslümanların cevaplarını dinledikten sonra onları Kureyş’in elçileriyle göndermekten imtina etti. Dolayısıyla Kureyş elçileri eli boş bir şekilde Mekke’ye geri döndüler.[33]
Haşim Oğullarının Muhasarası
Kureyşliler, Müslümanların her geçen gün Mekke’de çoğaldığını ve Habeşe Kralı Necaşi’nin muhacirleri elçileri ile geri göndermediklerini görünce Hz. Muhammed (s.a.a) ve Haşim Oğullarına ekonomik ambargo uygulama kararı aldı. Bu sebeple, aralarında bir anlaşma yazarak bundan sonra artık kimse Haşim ve Abdulmuttalip Oğullarına kız vermeyecek ve onlardan kız almayacak. Kimse onlara bir şey satmayacak ve onlardan bir şey satın almayacak. Daha sonra bu anlaşmayı Kabe’ye astılar. O günden sonra Haşim ve Ebdulmuttalip Oğulları mecburen Şib-i Ebu Talib diye ünlenen Şib-i Ebu Yusuf denen derede muhasara altına alındılar.[34]
Haşim Oğullarının ablukası 2 veya 3 yıl sürdü. Çok zor şartlar altında geçen bu süre zarfında, akrabalardan bir iki kişi buğday veya başka yiyecek onlara ulaştırıyordu. Bir gece Haşim oğullarına karşı şiddetli düşmanlık güden Ebu Cehil, bu durumdan haberdar oldu ve Hz. Hatice’ye buğday yükü götüren Hekim b. Hizam’ı bundan menetti. Başkaları olaya müdahale ederek Ebu Cehil’i kınadılar. Yavaş yavaş gruplar yaptıklarından pişman olmaya başladılar ve Haşim oğullarını savunmaya koyuldular. Ve neden Mahzum oğulları nimet içinde yaşasın, ama buna rağmen Haşim ve Abdulmuttalip oğulları zor şartlar altında yaşasınlar? diyorlardı. Sonunda bu anlaşmanın iptal olması gerektiğini söylemeye başladılar. Anlaşmaya katılanlardan bir kısmı antlaşmayı yırtma kararı aldılar. İbn Hişam’ın İbn İshak’tan rivayet ettiğine göre Kureyş, anlaşma metnine baktığında akkarıncaların onu yediklerini ve ondan geriye yalnızca: “Bismike Allahumme” cümlesinin kaldığını gördü.[35]
İbn Hişam’ın yazdığına göre ilim sahipleri şöyle dediler: “Ebu Talip, Kureyş encümenine giderek şöyle dedi: “Yeğenim anlaşma sözleşmesinin akkarıncalar tarafından yenildiğini ve yalnızca ondan geriye Allah’ın adının kaldığını söylüyor; bakın eğer onun sözü doğru ise ablukayı kaldırın ve eğer yalan söylüyor ise Onu size teslim edeyim. Dedikleri vakit sözleşmeye baktıklarında akkarıncaların Allah adı dışında her şeyi yediğini gördüler. Bu şekilde Haşim oğullarına uygulanan abluka kırılmış oldu ve onlar Şibi (dere) Ebu Talip’ten dışarı çıktılar.[36]
Hz. Muhammed şöyle buyurmuştur:
"Bir toplum arasında fuhuş ve fesat yaygınlaşınca mutlaka öncekilerde bulunmayan veba ve hastalıklar da onlar arasında yaygınlaşır."
“
”
—et-Terğib ve’t-Terhib, 2/568/3
Medine’ye Hicret
Taif’e Yolculuk
Hz. Peygamberin (s.a.a) Şib’ten (dereden) çıkışından kısa bir süre sonra, en yakın iki yar ve yardımcısı olan Hz. Hatice ve Hz. Ebu Talip vefat ettiler.[37] (Bkz. Hüzün Yılı) Ebu Talib’in vefatı ile Hz. Peygamber (s.a.a) en önemli hamisini kaybetmiş ve müşrikler ellerine geçen bu fırsatla Hz. Peygamber ve Müslümanlara eziyetlerini arttırmışlardı. Hz. Peygamberin (s.a.a) Mekke dışında yaşayanları özellikle Taif’i İslam’a davet etme çabaları sonuç vermemiş ve oldukça yıpranmış ve rahatsız bir şekilde Mekke’ye geri dönmek zorunda kalmıştı.[38] (Bkz. Peygamberin Taif Seferi)
Medine’nin Durumu
Sonunda Hz. Peygamber (s.a.a) İslam dinine davet için Yesrip şehrinin münasip olduğu düşüncesine vardı. Tarihçilerin belirtiğine göre Yesrip Yahudileri ile şehrin put perestleri arasında zaman zaman çatışmalar yaşanır ve Yahudiler onlara yakın bir zamanda İsrail ırkından bir peygamberin geleceğini ve bizlerin kontrolünü eline alacağını ve sizlere başkanlık edeceğiz dediklerini yazmaktadırlar. Bu şekilde bir peygamberin ortaya çıkacağı düşüncesi Yesrip halkı arasında yaygınlaşmıştı. Öte yandan bu şehirde sükûnet eden bazı kabileler arasında devamlı çatışmalar yaşanırdı. Hicrete yakın bir zamanda iki büyük kabile olan Evs ve Hazrec arasında büyük bir çatışma yaşanmıştı. Aralarındaki çatışma “Yevmu Buas” diye meşhurdur. Bu savaşta iki taraftan da çok büyük kayıplar verilmişti. Her iki kabile de savaşlardan gına gelmiş ve artık aralarında barış yapmak istiyorlardı, ancak tıpkı yaygın kabile geleneklerine göre savaşın ortadan kalkması ve tarafların barışması için maktul tarafına kan parası ödenmesi gerekiyordu. Kan parasını ise herkesin başkanlığını kabul edeceği büyük bir adamın belirlemesi gerekiyordu. Ayrıca kan parasını belirleyecek kişi çatışmalarda yer almamalıydı.
Böyle birisinin Yesrip’te bulunması mümkün değildi. Çünkü ilk olarak önde gelen kabilelerin başkanlarının çoğunluğu savaşlara karışmıştı ve ikinci olarak hiçbir kabile reisi kendisini başka kabile reisinden aşağı görmüyordu. Yazdıklarına göre Yesrib halkı, kabile savaşlarında tarafsız kalmış ve nispeten kudretli olan Abdullah b. Ubey b. Ebi Selul’u şehrin başkanı olarak atamak istemişler ve hatta onun için bir taç bile hazırladıklarını yazmışlardır, ancak aynı günlerde Mekke’de başka bir hadise baş göstermiştir.[39]
Hz. Peygamberin (s.a.a) Medine Hacıları İle Görüşmesi
Hz. Peygamberin (s.a.a) hac mevsiminde hac ziyaretine gelen kabilelerin yanına giderek onları İslam’a davet etme yöntemi vardı. Bir yıl, Hazreç kabilesinden altı kişi onu gördü. Hz. Muhammed (s.a.a) risaletini onlara tebliğ etti. Onlar, Hz. Peygamberin anlattıklarını dinleyerek davetindeki barış, sefa ve sakınma vaadini görünce kabul ettiler ve şöyle dediler: bizler kendi halkımızın yanına gidecek ve onlara senin dinini anlatacağız ve belki de senin bereketinle şehrimizdeki savaş ve çatışmalar ortadan kalkar. Eğer bizlerin kendi aramızda birlik olmamıza neden olursan, aramızdaki en değerli insan sen olursun.[40]
Bu altı kişi Yesrib’e geri döndüler ve şehir halkını Hz. Muhammed’in (s.a.a) davetinden haberdar ettiler. Şehir halkının çoğu ortaya çıkan bu yeni durumdan çok mutlu oldu. Bir taraftan dediğimiz gibi Hz. Peygamberin zuhur öyküsünden haberdar olduklarından Hz. Muhammed’i (s.a.a) kendi şehirlerine davet ederek böyle bir şerefin kendilerinin olmasını ve Yahudilerden öne geçmek istiyorlardı. Diğer taraftan kendilerine başkan olarak kabul edecekleri kişi kabile tarafından değil, Allah tarafından seçilmiş olacak ve öte yandan O, şehir halkından olmadığından savaşlara ve çatışmalara da katılmamış olacaktı.[41]
Birinci Akabe Antlaşması
Bir yıl sonra hac mevsiminde Medine halkından 12 kişi Akabe’de Hz. Muhammed’e (s.a.a) biat etti. Biatleri gereği Allah’a şirk koşmayacaklar, hırsızlık yapmayacaklar, zina etmeyecekler, kendi çocuklarını öldürmeyecekler (Bkz. Kızları diri diri toprağa gömmek), kimseye iftira atmayacaklar, Hz. Muhammed’in (s.a.a) emrettiği hayır işlerde ona itaat edeceklerdi. Hz. Peygamber (s.a.a) Musab b. Umeyr adlı birisini insanlara Kur’an’ı öğretmesi ve şehrin durumu ve halkın İslam’ı kabul etme oranından haberdar olmak için onlarla birlikte Yesrib’e gönderdi.[42]
İkinci Akabe Antlaşması
Bir yıl sonra (Bi’setin 13. Yılı) hac mevsiminde 73 erkek ve kadın hac ibadetlerini yerine getirdikten sonra Akabe’de bir araya geldiler. Allah Resulü (s.a.a) amcası Abbas b. Abdulmuttalib’l birlikte onların yanına gitti. Yazdıklarına göre ilk konuşmacı Abbas olmuş ve şöyle demiştir: Ey Hazrec halkı! Muhammed bizdendir ve gücümüz olduğunca onu insanların zararlarından korumaya çalıştık. Şimdi O, sizin yanınıza gelmek istiyor. Eğer onu himaye edecek ve muhaliflerin şerrinden koruyacak gücünüzün olduğunu kendinizde görüyorsanız ne âlâ, yoksa şimdiden onu terk edin. Onlar Abbas’a cevap olarak şöyle dediler: Konuşmalarını duyduk; şimdi ey Allah’ın Resulü! sen ve Allah’ının yanında hoşuna giden şeyi bize söyle. Hz. Peygamber Kur’an’dan bir ayet okuyarak şöyle buyurdu: Beni kendi adamınız gibi himaye edeceğinize dair sizinle biatleşiyorum. Medine halkının temsilcileri; onun düşmanına düşman, dostuna dost ve ona savaş açana savaş açacaklarına dair ona biat ettiler. Bundan dolayı bu biate Bey’etu’l Harp demişlerdir. Bu biatten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) Müslümanların Yesrib’e gitmelerine izin vermiştir. Onlar Yesrib’e gitmiş ve Yesrib halkı onları çok güzel karşılamıştır. İslam tarihinde Mekke’den Medine’ye gidenlere “Muhacir” ve Medine’de Muhacirleri kabul edenlere ise “Ensar” denmiştir.[43]
Hz. Muhammed (s.a.a)
"Zayıfın hakkının güçlüden hiçbir korku ve titreme olmaksızın alınmadığı bir ümmet asla temizlenemez."
Bihar, 77/258/1
v
t
e
Daru’n Nedve Komplosu
Kureyş ileri gelenleri İslam’ın yayılması için yeni bir üssün oluştuğunu anlar anlamaz ve ondan daha önemlisi Medine halkının Hz. Peygamberle (s.a.a) yardım anlaşması yapması tehlikeyi daha çok hissetmelerine neden oldu. Hz. Muhammed ve takipçilerine yaptıkları onca işkence ve eziyetten sonra öç almaya kalkabilir ve savaş kastı olmasa bile onlar için ciddi bir tehlike oluşturabilirlerdi. Zira Yesrip şehri Mekke’ye yakın en büyük şehirdi. Kureyş tacirleri mallarını satmak için oraya gitmekte ve her birinin o şehirde müşterileri vardı. Bu şehri kaybetmeleri durumunda büyük bir ekonomik zarar göreceklerdi. Böyle bir yenilgiden kurtulmak için geleneksel kabile antlaşmalarını görmezlikten gelerek Hz. Muhammed’i (s.a.a) öldürmeyi kolaylaştıracak kararlar almak zorunda kaldılar. Ancak onu öldürmek kolay bir iş değildi. Haşim oğulları öylece sessizce oturmaz ve aralarında kan davası oluşur ve intikam isterdi. Buna uygun bir yol bulmak için Daru’n Nedve’de bir toplantı düzenlediler. Sonunda her kabileden bir gencin gelmesini, toplu olarak Hz. Muhammed’e (s.a.a) saldırarak, hep birden kılıçlarıyla ona vurarak onu öldürmeleri gerektiği sonucuna vardılar. Bu durumda katil, bir kişi olmayacak ve Haşim oğulları da intikam almaya kalkamayacaktı, çünkü tüm kabilelerle savaşmak onların gücünü aşmaktaydı. Mecburen yalnızca kan parası almak zorunda kalacaklardı. Kureyş’in böyle bir komployu yürürlüğe koymak istediği o gece, Hz. Peygamber (s.a.a) Allah’ın emri ile Mekke’yi terk etti ve Hz. Ali’yi (a.s) kendi yatağına yatırdı. (Bkz. Leyletu’l Mebit) Kendisi Ebu Bekir b. Kuhafe ile birlikte Yesrib’e doğru yola koyuldu. Üç gün boyunca Mekke yakınlarındaki Sevr dağında kaldılar. Böylelikle onları takip edenler ümitsizliğe kapıldılar. Daha sonra Yesrib yolunu tuttular.[44]
Hicretten Vefata Kadar
Allah Resulünün (s.a.a) Rebiyülevvel ayının hangi günü Mekke’den çıktığı ve hangi gün Medine’ye vardığı konusunda siyer yazarları arasında ihtilaflar vardır. Onun siyer çizgisini kaydeden İbn Hişam şöyle yazmaktadır: 12 Rebiyülevvel Pazartesi günü, gün ortası Kuba’ya vardı. İbn Kelbi ise Hz. Peygamberin Rebiyülevvel’in birinde Pazartesi günü Mekke’den çıktığını ve Kuba’ya varmasını ise aynı ayın 12’si Cuma günü olduğunu yazmaktadır. Bazıları ise Rebiyülevvel ayının 8’inde oraya yetiştiğini yazmışlardır. Sonraki İslami tarihçiler ve Avrupalılar ise Hz. Muhammed’in 9 gün yolculuk yaptığını ve Bi’setin 14. Yılında (24 Eylül 622) Rebiyülevvel ayının 12’sinde Medine yakınlarındaki Kuba’ya vardığını yazmaktadırlar. Daha sonraları Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) Mekke’den Medine’ye hicreti Müslümanların tarih başlangıcı oldu. Ancak Kameri yılın birinci ayı olan Muharrem ayını yılın başlangıç ayı olarak aldılar. Allah Resulü (s.a.a) Kuba’da tevakkuf ettiğinde şu anda Kuba mescidi denen bir mescit bina etti.[45]
Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamberin (s.a.a) hicretinden sonra üç gün Mekke’de kaldı. Allah Resulünün yanında olan emanetleri sahiplerine verdi. Daha sonra Hz. Resulullah’ın Hz. Fatıma’da içlerinde olan ailesi ile birlikte Medine’ye doğru yola koyuldular. Kuba’da Gülsüm b. Hedm’in evinde Hz. Peygambere (s.a.a) ulaştılar.[46]
Hz. Peygamber (s.a.a) Cuma günü Beni en-Neccar’dan bir grup ile birlikte Medine’ye doğru hareket etti. İlk Cuma namazını Beni Salim b. Afv kabilesinde kıldı. Şehre girdiğinde her kabilenin büyüğü yahut her ailenin reisi Hz. Peygamberi kendisi ağırlamak istiyordu. Böylelikle herkesten daha çok böyle bir şerefe nail olmak istiyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.a) buyurdu ki her nerede devem yatacak olursa orada kalacağım. Davet edenlere cevap olarak devem görevlendirilmiş ve nerede yatacağını bilmektedir buyurdu. Bu yaratıcılık ve girişimde Mekke’deki Hacerü’l Esved taşını yerleştirmedeki ile aynıdır. Orada çok kanların dökülmesini önlemiş, burada da böyle bir tedbirle onca isteklinin arasında birisi ona ev sahipliği yapacak olursa derece elde edecek ve diğerleri bundan dolayı böyle bir şereften mahrum kalarak üzülecekti. Deve, Beni Malik b. Neccar’in evinin önünde, şu anda mescit olan yerde yattı. O yer iki yetime aitti ve orada hurma kurutuyorlardı. Hz. Peygamber bu iki yetimin bakımını yürüten Muaz b. Afra’dan o yeri satın aldı ve orada şu anki mescidin esasını oluşturan bir mescit yaptırdı. Ebu Eyyub el-Ensari, Hz. Peygamberin (s.a.a) eşyalarını alarak eve götürdü ve Hz. Peygamber kendisi için bir yer yapılana kadar orada Ebu Eyyup el-Ensari’nin yanında kaldı. Hz. Muhammed (s.a.a) mescidin yapımında Müslümanlara yardım etti ve mescidin bir yerinde de onun yaranlarından olan ihtiyaç sahiplerinin kalması için suffa yaptırdı. Bu suffa’da kalanlar, İslam’da Ashabı Suffa diye meşhur olanlar gibi Allah Resulünün (s.a.a) seçilmiş ashabındandılar.[47] Adına hicret denilen Hz. Peygamberin (s.a.a) Mekke’den çıkışı, Hz. Peygamber ve İslam tarihinin atıf noktası olmuştur. Zira o günden sonra artık Hz. Peygamber (s.a.a) yalnızca müşrikleri put perestlikten uzak tutup onları tek Allah’a iman etmeye çağırmayacak, bilakis artık bir hükümetin başı olmuş ve semavi şeriat ölçülerine göre yeni bir toplum kurması gerekiyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) bu süre zarfında İslam’ın tebliği için bazılarını kabilelere göndermekte ve ülke başkanlarına davetler göndererek insanları tevhit dinine davet ediyordu.
Günbegün Muhacirlerin sayısı artmakta ve Ensar –Yesrib’te önceden kalan yerlilere denilmektedir- onlara kendi evlerinde yer vermekteydiler. Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik akdi kıydı ve kendisi Hz. Ali’yi kendi kardeşi olarak ilan etti.[48] Azınlıkta olan bir grup ise gerçi zahirde İslam iddiasında bulunmaktaydılar, ancak kalpleriyle iman etmemişlerdi. Bunlara münafık adını verdiler. Hz. Peygamber (s.a.a) Medine’ye hicret ettikten bir süre sonra Yahudiler olmak üzere şehir halkı ile birbirlerinin sosyal haklarına riayet etmeleri için antlaşmalar yaptı.[49] (Bkz. İslam’daki ilk antlaşma sözleşmesi)
Münafıklar ve Yahudiler
Yesrib halkının çoğunluğu Müslüman veya Hz. Peygamberle (s.a.a) muvafık olmalarına rağmen, şehrin ve çevresinin tam olarak boyun eğen ve dingin olduğu söylenemez. Şehrin başkanlığını üstlenme girişimleri yapılan Abdullah b. Ebi, Hz. Muhammed’in (s.a.a) Yesrib’e gelmesiyle bu makamdan mahrum kalmıştı, o da öylece sessizce yerinde boş oturmadı ve görüntüde kendisini Müslüman olarak tanıtmakta, ancak gizlice Hz. Muhammed (s.a.a) ve Müslümanlar aleyhine komplolar düzmekteydi. Medine Yahudileri ile bile gizli ve sırlı işler çevirmekteydi.[50]
Kur’an’ın ilk medeni ayetlerinin münafıklar olarak andığı bu grup, Peygamber ve Müslümanların yolunda sorunlar yaratmaya başladılar. Bu grubun çözüm yolu, müşrik ve Yahudilerden daha zordu, zira bunlar kendilerini Müslümanların yanında Müslüman olarak göstermekte ve Hz. Peygamber İslam’ın zahiri hükmüne göre onlarla savaşamamaktaydı.[51] Kur’an ayetleri, Allah ve Resulünün (s.a.a) sizin içinizden haberi var ve sizin Müslümanlığı kendi güvenliğiniz için bir kalkan olarak kullandığınızı bilmektedir diye bazen onları tehdit etmiştir:
اِذَا جَاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِقٖينَ لَكَاذِبُونَ
Münafıklar sana geldiklerinde: Şahitlik ederiz ki sen Allah'ın Peygamberisin, derler. Allah da bilir ki sen elbette, O'nun Peygamberisin. Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarını bilmektedir.(Münafikun, 1)
Abdullah’ın İslam yolundaki baltalama girişimleri ölümüne (hicretin dokuzuncu yılına) kadar sürdü. Yahudiler Medine antlaşması ile hukuk sahibi olmalarına ve savaş ganimetlerinden bile yararlanmalarına rağmen ilk önceleri kendilerini Müslümanlarla muvafık olarak gösteriyorlardı ve onlardan kaç kişi Müslüman olmuştu, ama sonunda rahatsızlıklarını belli etmeye başladılar. Bu rahatsızlıklarının nedeni ise geçmişte Yesrip şehrinin ekonomisine hâkim olmaları hasebiyle çöl Arapları ve ayrıca Mekke müşrikleri ile ticaret yapmaktaydılar ve Abdullah b. Ebi’nin Medine hâkimi olmasıyla ekonomik nüfuzlarını daha da arttırmayı düşünüyorlardı. Ancak Hz. Muhammed’in (s.a.a) bu şehre gelmesi ile İslam dininin yayılması bu nüfuzun genişlemesine mani oldu. Bunun dışında Yahudiler Yahudi neslinden olmayan bir peygamberi peygamber olarak kabullenemiyorlardı. Bundan dolayı onlarda bir süre sonra Hz. Muhammed’e karşı muhalefet bayrağı açtılar. Anlaşıldığı kadarıyla Abdullah b. Ebi’de onların tahriklerine etkisiz kalmıyordu. Yahudiler diyorlardı ki bizim beklediğimiz peygamber Muhammed değildir ve Kur’an ayetleri karşısında Tevrat ve İncil’i Müslümanların karşısına çıkararak Kur’an’ın dediği şeyler bizim kitaplarımızda söylenen şeylerle aynı değildir diyorlardı. Bu konu hakkında Kur’an’dan çok sayıda ayet nazil olmuş, Tevrat ve İncil’in zamanla tahrif olduğunu ve Yahudi âlimlerin kendi makamlarını korumak için ayetleri değiştirdiklerini açıklamıştır. Nihayetinde Kur’an İslam’la Yahudi ve Nasranîler arasındaki bağlantıyı bir defada koparmış ve Arapların Yahudiler karşısında bir ümmet olduğunu onlara telkin etmek için şöyle buyurmuştur: Araplar İbrahim milletindendir ve İbrahim İsrail’in büyük babasıdır;
يَا اَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَاجُّونَ فٖى اِبْرٰهٖيمَ وَمَا اُنْزِلَتِ التَّوْرٰيةُ وَالْاِنْجٖيلُ اِلَّا مِنْ بَعْدِهٖ اَفَلَا تَعْقِلُونَ هَا اَنْتُمْ هٰؤُلَاءِ حَاجَجْتُمْ فٖيمَا لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ فَلِمَ تُحَاجُّونَ فٖيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهٖ عِلْمٌ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ مَا كَانَ اِبْرٰهٖيمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلٰـكِنْ كَانَ حَنٖيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكٖينَ
Ey ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin çekişirsiniz? Halbuki Tevrat ve İncil, kesinlikle ondan sonra indirildi. Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kimselersiniz! Hadi hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız; fakat bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz! Oysaki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz. İbrahim, ne Yahudi, ne de Hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslüman idi; müşriklerden de değildi. (Al-i İmran, 65-67)[52]
Kıble’nin Değiştirilmesi
Hz. Muhammed (s.a.a)
“Yaratılan ilk kişi de gönderilen son Peygamber de benim.”
et-Tabakat’il-Kubra, 1/149.
v
t
e
Hz. Peygamber (s.a.a), Medine’ye hicretinden sonra 17 ay boyunca namaz vakitlerinde Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldı. Yahudiler şöyle diyorlardı: Muhammed’in (s.a.a) kıblesi yoktu, biz ona öğrettik. Hz. Resulullah (s.a.a) bu iğneleme ve serzenişlerden rahatsız oluyordu. Hicretin ikinci yılı Şaban ayında bir gün Beni Selime mescidinde öğlen namazı kıldığında bu ayet nazil oldu:
قَدْ نَرٰى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِى السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضٰيهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَاِنَّ الَّذٖينَ اُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ اَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللّٰهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ
(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir. (Bakara, 144)
Hz. Peygamber (s.a.a) o haldeyken yüzünü Beytü’l Mukaddes’ten çevirerek Kâbe’ye doğru yöneldi. Bu mescit, İslam tarihinde Mescid-i Kıbleteyen olarak meşhur oldu. Kıblenin değişikliği Yahudi ve münafıklara ağır gelmişti. Bunun delili ise Müslümanlara karşı yaygara yapmakta ve arıza çıkararak neden şimdiye kadar namazlarda Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kıldınız ve şimdi kıbleniz değişti? Diyorlardı. Bu ayet eleştiride bulunanlara cevap olarak nazil olmuştur:
سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلّٰيهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتٖى كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلّٰهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدٖى مَنْ يَشَاءُ اِلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقٖيمٍ
Birtakım kendini bilmez beyinsizler, “Onları (Müslümanları) yönelmekte oldukları kıbleden çeviren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da, Batı da Allah’ındır. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.”[53] (Bakara, 142)
Medine'de Savaş ve Çatışmalar
Bedir Savaşı
Ana Madde: Bedir Savaşı
Hz. Peygamberin (s.a.a) Medine halkı ile ikinci Akabe anlaşmasını yaptıktan sonra Kureyş ile bir savaşın kaçınılmaz olduğu öngörülmekteydi.[54] Ebva veya Veddan gazvesi diye adlandırılan ilk gazve Safer ayında hicretin ikinci yılında meydana geldi. Bu ordu çıkarmasında bir çatışma yaşanmadı. Ondan sonra Rebiyülevvel ayında “Buvat” gazvesi meydana geldi. Bu gazvede de bir çatışma yaşanmadı. Cemaziyülevvel ayında Kureyş kervanının Ebu Süfyan önderliğinde Mekke’den Şam’a doğru yola çıktığı haberi ulaştı. Hz. Peygamber (s.a.a) Zatu’l Uşeyre bölgesine kadar onların peşi sıra gitti, ancak ortadan kaybolmuştu. Bu gazveler sonuçsuz kalmıştı, çünkü Medine’deki casuslar Hz. Peygamberin (s.a.a) kararından haberdar olmuş ve ordu hareket etmeden önce kervana ulaşarak durumu haber vermişlerdi. Kervan ise ya yönünü değiştirmiş ya da aceleyle yol almıştı.[55]
Sonunda aynı yıl hicretin ikinci yılında, Müslümanlarla müşrikler arasında en önemli askeri çatışma yaşandı. Bedir savaşı diye meşhur olan bu savaşta Müslümanların sayısı Mekkelilerin sayısından az olmasına rağmen, savaştan galip çıkmayı başarmışlardı. Müşrikler, çok sayıda kayıp vererek esir düşmüş ve geride kalanlar ise kaçmışlardı.[56] Bu savaşta başta Ebu Cehil ve Kureyş’in ileri gelenleri olmak üzere çok sayıda (70) kişi öldürülmüş ve aynı sayıda müşrikte esir alınmıştı. Müslümanlardan yalnızca 14 kişi şehit olmuştu. Savaşta, Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) fedakârlıkları ve Peygambere (s.a.a) olan yardımlarının yanı sıra, aynı zamanda İslam ordusunun dayanağı idi ve cesaret ve yiğitlikleri ile ünlü olan Mekke’nin bazı savaşçıları onun eliyle öldürülmüştü. Onun yiğitliği sayesinde İslam ordusunun zaferi kesinleşmişti.[57]
Yahudilerle Savaşlar
Yahudilerle ilk çatışma, Bedir savaşından ve Müslümanların büyük zaferinden birkaç hafta sonra meydana geldi. Beni Kaynuka Yahudileri, Medine’nin dışında bir kalede yaşıyorlardı ve orada kuyumculuk ve demircilik yapıyorlardı. Yazdıklarına göre bir gün Arap kadınlarından birisi pazara giderek malını Kaynuka Yahudilerinin pazarında satar ve bir kuyumcu dükkânında oturur. Yahudilerden birisi onun eteğini beline bağlar ve kadın yerinden kalkınca eteği açılır ve orada bulunan Yahudiler bu duruma gülüşürler. Kadın feryat eder ve Müslümanları yardımına çağırır. Kargaşa kopar ve Müslümanlardan birisi kadının yardımına koşar ve Yahudi adamı öldürür. Yahudiler toplanır ve Müslümanı öldürürler ve fitne alevi kızışır. Bu olaydan sonra Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kureyş’in sonunun geldiği ile onları korkutur ve orada kalmak istiyorlarsa onlardan teslim olmalarını ister. Beni Kaynuka, Peygamber Efendimize (s.a.a): Mekke halkının yenilmesi seni yanıltmasın, onlar savaş adamı değildiler, eğer bizler seninle savaşırsak sana ne olduğumuzu gösteririz, dediler. Aşağıdaki ayet bu Yahudiler için nazil oldu:
قُلْ لِلَّذٖينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ اِلٰى جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمِهَادُ قَدْ كَانَ لَكُمْ اٰيَةٌ فٖى فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا فِئَةٌ تُقَاتِلُ فٖى سَبٖيلِ اللّٰهِ وَاُخْرٰى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَاْيَ الْعَيْنِ وَاللّٰهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهٖ مَنْ يَشَاءُ اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَعِبْرَةً لِاُولِى الْاَبْصَارِ
(Resûlüm!) İnkâr edenlere de ki: Yakında mağlup olacaksınız ve cehenneme sürüleceksiniz. Orası kalınacak ne kötü bir yerdir! (Bedir'de) karşı karşıya gelen şu iki gurubun halinde sizin için büyük bir ibret vardır: Biri Allah yolunda çarpışan bir gurup, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir gurup. Allah dilediğini yardımı ile destekler…) (Al-i İmran, 12–13)
Hz. Peygamber (s.a.a) kaçınılmaz olarak onları muhasara altına aldı. Muhasara 15 gece ve gündüz sürdü ve sonunda Yahudiler teslim oldular. Abdullah b. Ebi, ısrar ettiği için Peygamber onları öldürmekten vazgeçti ve onları Şam’a sürgün etti. Bu Yahudi grubun muhasarası hicretin ikinci yılı Şevval ayında gerçekleşti.[58]
Hz. Muhammed (s.a.a)
“Benden sonra sizin için en çok korktuğum kimse, konuşmasını bilen her münafığın varlığıdır.”
et-Terğib ve’t-Terhib, 1/127/18
v
t
e
Uhud Savaşı
Ana Madde: Uhud Savaşı
Hicretin üçüncü yılında, Kureyşliler kendileri ile müttehit olan kabilelerden Müslümanlara karşı yardım istediler ve Ebu Süfyan komutasında mücehhez bir ordu ile Medine’ye doğru yola koyuldular. Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce Medine’de kalmayı istiyordu, ancak sonradan Mekke ordusu ile şehir dışında karşılaşma kararı aldı. Uhud dağı yakınlarında iki ordu karşı karşıya geldiler. İlk önce Müslümanlar zafer kazanmış, ancak Halit İbn Velid’in hilesi ile müşrikler bir grup Müslümanın gafletinden yararlanarak Müslümanların arka tarafından saldırıya geçtiler ve oradaki Müslümanları öldürmeye başladılar. Bu savaşta Peygamber Efendimizin amcası Hz. Hamza (a.s) şehit oldu. Hz. Peygamberin kendisi de yaralandı ve öldüğüne dair söylentiler, Müslümanların morallerinin bozulmasına neden oldu. Müslümanlar üzgün bir şekilde Medine’ye geri döndüler. Bu vakıa hakkında inen Kur’an ayetleri, Müslümanlara taziye niteliğindedir.
Beni Nadir ve Dumetu'l Cendel Savaşları
Ana Madde: Beni Nadir Gazvesi
Hicretin 4. Yılında, Medine çevresindeki kabilelerle birkaç dağınık çatışma yaşandı. Bu çatışmalarla yeni oluşumun kendilerinin yararına olmadığını bildiklerinden, müttehit olarak Medine’ye saldırmaları mümkündü. Reci’ ve Bi’r-i Maune adlı iki hadise sonucu Müslüman tebliğcilerin müttehit olmuş kabileler tarafından öldürülmeleri, bu ittihadı göstermekte ve ayrıca Hz. Muhammed’in (s.a.a) Medine’de İslam’ı yaymak için gösterdiği çabayı ortaya koymaktadır.[59] Aynı yıl, Hz. Peygamberin (s.a.a) en önemli savaşlarından birisi Medine Yahudilerinden Beni Nadir adlı kabileye karşı olan savaşıdır. Hz. Peygamber (s.a.a) onlarla müzakerelere oturmuş, ancak Yahudiler onun canına kastetmişlerdi, ama sonunda bölgeden göç etmek zorunda kalmışlardır.[60] (Bkz. Beni Nadir Gazvesi) bir yıl sonra, Hz. Peygamber Efendimiz ve Müslümanlar Dumetu’l Cendel denilen Şam sınırlarına kadar gittiler; İslam ordusu oraya ulaştığında düşman kaçmıştı, bunun üzerine Peygamber Efendimiz Müslümanlarla Medine’ye geri döndü.
Ahzab, Beni Kureyza, Beni Mustalik Savaşları
Ana Madde: Ahzab Savaşı, Beni Kurayza Savaşı, Beni Mustalik Gazvesi
Ebu Süfyan, hicretin 4. Yılında bir grubu Bedir’e getirmiş, ama yolun yarısında pişman olarak geri dönmüştü. Bu geri dönüş onun komutanlığını Kureyş ileri gelenlerinin gözünde zayıflatmıştı. Bunun üzerine büyük ve donanımlı bir ordu hazırlamak zorunda kaldı. Nihayetinde hicretin beşinci yılında altı yüzü süvari olmak üzere yedi ile on bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu büyük orduyu Medine’ye doğru yola koydu. Bu ordu, çeşitli Arap kabilelerinden teşkil olduğu için adına Ahzab savaşı denmiştir. Buna ilave olarak Hayber’de yaşayan Yahudi Beni Nadir kabilesi ile Gatfan kabilesi Kureyş’le Hz. Peygambere karşı müttehit oldular. Medine içlerinde yaşayan ve Kureyş’e yardım etmeyeceklerine dair Müslümanlarla anlaşma yapan Beni Kurayza kabilesi de antlaşmayı bozarak Mekkelilerle işbirliği yaptılar. Bu büyük ordu karşısında, Hz. Peygamberin birkaç süvari dışında yalnızca üç bin kişilik piyade ordusu vardı.
Medine halkı bu kez Uhud savaşının aksine şehri savunma pozisyonuna geçirme kararı aldı. Bu savaşta Salmanı Farisi’nin önerisi ile şehrin korunması için hendek kazıldı. Medine şehri üç taraftan hurma bahçeleri ve binalarla koruma altındaydı, düşman bu üç noktadan onlara saldıramazdı; kuzeye kazılan hendekle düşman süvari birliklerinin o noktadan saldırısı da önlenmiş oldu. Mekke ordusu Medine’ye ulaşmadan önce hendek kazma işlemi tamamlanmıştı. Düşman oraya ulaşınca şaşkınlık içinde kala kaldı, çünkü o güne kadar böyle bir savunma metodu görmemişlerdi. Süvari birlikleri hendekten geçemiyordu, her ne kadar onlara yaklaşmak isteseler de okçular onlara fırsat vermiyordu.
Amr b. Abdived ve İkrime b. Ebu Cehil, hendekten aşma kararı aldılar. Cesaret ve kahramanlığı ile ünlü olan Amr, Hz. Ali (a.s) tarafından öldürüldü. Görüntüde Hendek savaşı, Medine için zarar vericiydi. Az sayıda bir ordu, öylesine büyük bir orduya karşı ne yapabilirdi ki? Hz. Peygamber (s.a.a) ilk önce Gatfan kabilesini düşman ordusundan ayırmaya çalıştı. Onlara Kureyş’le iş birliği yapmamaları halinde Medine mahsulünün üçte birinin onlara verileceğini bildirdi. Ensar, Hz. Peygamberden (s.a.a) bu barış anlaşmasının vahiy kaynaklı olup olmadığını sordu. Peygamber (s.a.a) vahiy kaynaklı olmadığını söyleyince, şöyle dediler: Bu durumda bizler böyle bir yenilgiye razı olmayız. Allah, bizi İslam diniyle hidayet etmediği günlerde bile aşağılanmaya razı olmuyorduk, bugün Allah senin sayende bizleri kurtarmış başarılı kılmıştır, nasıl kendimizi aşağılatabiliriz? Sonunda o barış anlaşması gerçekleşmedi.
İslam dinini seçtiğini belli etmeyen Müslümanlardan birkaç kişi bir taraftan Beni Kurayza ve öte yandan Gatfan ile ilişki halindeydiler. Bu Müslümanlar bu iki grubu birbirine düşürerek dolduruşa getirdi. Doğa olayları da buna yardımcı oldu. Rüzgâr ve sıcaklıklar Mekke ordusuna çok zor anlar yaşatıyordu. Sonunda Ebu Sufyan, geri çekilme emri verdi ve Medine on beş günlük bir kuşatmanın ardından kurtuldu. Ahzab savaşının sonucu Müslümanlar için ümit verici, ancak Mekke için fazlaca sıkıntıları beraberinde getirdi. Kureyş ticaret adamları için Medine pazarının artık sonsuza kadar kaybedildiği netlik kazandı. Buna ilave olarak Medine’nin gücü, Mekke’nin Suriye’ye olan ticaret yolunu da tehlikeye düşürmüş ve artık Kureyş tacirleri rahat bir şekilde işlerine devam edemiyorlardı. Ebu Süfyan’ın komutanlık pozisyonu Kureyş nezdinde sarsıldı. Kureyş’in diğer kabileler nezdindeki azameti de kırıldı. Beklenmedik bir hadise ile öylesine büyüklükteki bir ordu şehir kapılarından geri dönmek zorunda kalmıştı; bu, bazı bedevi Arapların İslam’a eğilimine neden olmuş ve Müslümanların harikulade bir güçle korunduğuna inanmışlardı. Ve bu savaşın ardından olaylar Müslümanların lehine gelişmeye başladı.[61]
Ahzab savaşı sona erince, Hz. Peygamber Beni Kurayza Yahudilerinin peşine düştü. Bu Yahudi grubu, Medine antlaşması gereği Müslümanlara karşı girişimde bulunmadıkları sürece güvende olacaklardı, ancak onlar Ahzab Savaşında düşmanla ittifak kurmuştu. Bu grubun tehlikesinin de hafife alınmaması gerektiği herkesin malumuydu. Hz. Peygamber onların peşine düşerek muhasara altına aldı. 25 gecelik muhasaranın sonunda teslim oldular. Beni Kurayza ile antlaşması olan Evs kabilesi Peygambere şöyle dediler: Beni Kurayza bizim müttefikimizdir, yaptıklarından pişmanlık duyuyorlar; müttefiklerimize Hazrec’in müttefiklerine (Beni Kaynuka’ya) davrandığın gibi davran, nitekim Peygamberin Abdullah b. Ebi ile müttefik olan esir olmuş Yahudileri bağışladığını gördük. Hz. Peygamber (s.a.a) Beni Kurayza esirleri hakkındaki kararı, Evs kabile reisi Sa’d b. Muaz’ın vermesini istedi. Beni Kurayza’da buna razı oldu. Sa’d dedi ki: Benim görüşüm erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir alınmasıdır. Sa’d’ın hakemliği esasına göre hendekler kazıldı ve Beni Kurayza erkeklerinin boyunları hendeklerin yanlarında vuruldu.[62]
Elbette tarihçiler yukarıdaki hadise hakkında ihtilaf etmektedirler. Doktor şehidi şöyle yazmaktadır: Öyle anlaşılıyor ki Beni Kurayza öyküsü, olayın yaşandığı tarihten yıllar sonra ve Hazrec kabilesine mensup olan o muhasarada hazır bulunanlar tarafından oynanmış ve kaleme dökülmüştür. Bu şekilde Evs kabilesinin Hazrec kabilesi kadar Peygamberin yanında değeri olmadığı ve bundan dolayı Hazrec’in müttefiklerine dokunmadığı, ama Evs kabilesinin müttefiklerinin boynunu vurduğu gösterilmek istenmiştir. Ve ayrıca Evs kabile reisinin kendi müttefiklerinin haklarına riayet ettiği de anlatılmak istenmiştir.[63]
Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar Hz. Peygambere (s.a.a) karşı toplanan Beni Mustalik kavmine karşı da bir zafer kazandılar.[64] (Bkz. Beni Mustalik Gazvesi)
Hayber Savaşı
Hicretin yedinci yılında, Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) Hayber Yahudilerine karşı zafer kazandı. Bundan önce Hayber Yahudileri defalarca Efendimizin düşmanları ile ona karşı ittifaklar kurmuş ve dolayısıyla Efendimiz onların nahiyesinden rahat değildi. Medine yakınlarında bulunan Hayber kalesi, Müslümanların kontrolü altına geçti ve Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Yahudilerin o bölgede ziraat işiyle meşgul olmalarını ve her yıl hasattan bir kısmını Müslümanlara vermelerini kabul etti.[65]
Hayber Savaşında, kalelerden birisinin fethedilmesi zorlaşmıştı. Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.a) sırasıyla Ebu Bekir ve Ömer’i kalenin fethi için gönderdi, ancak başaramadan geri dönmüşlerdi. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurmuştur:
لاُعطينّ هذه الرايةَ غداً رجلاً يَفتح اللهُ علی يديه، يحبُّ اللهَ و رسولَه، و يحبُّه اللهُ و رسولُه
“Yarın sancağı öyle birine vereceğim ki Allah onun eliyle fethi gerçekleştirecektir; O, Allah ve Resulünü sever, Allah ve Resulü de onu sever.”
Sabah olunca Hz. Ali’yi çağırarak göz ağrısını ağzının suyuyla iyileştirdikten sonra şöyle buyurdu: "Bu sancağı al ve Allah seni galip kılana kadar ilerle."
İbn İshak Ebu Rafi’den şöyle rivayet etmiştir: Ali (a.s) kalenin yanına gitti ve onlarla savaştı. Bir Yahudi’nin saldırısı sırasında kalkanı elinden yere düştü, kalenin kapılarından birisini yerinden sökerek kendisine kalkan yaptı ve fetih gerçekleşene kadar onu kendisine kalkan olarak kullandı. Savaş bitince onu yere attı. Ebu Rafi diyor ki: ben ve yedi kişi onu yerinden kaldırmaya çalıştık, ama kaldıramadık.[66]
Hudeybiye Antlaşması
Ahzab savaşı, Beni Kurayza Yahudilerinin teslim olması ve iki üç savaş hicretin altıncı yılında gerçekleşti ve hepsi de Müslümanların lehine tamamlandı. Savaşlardan elde edilen ganimetler, İslam’ın gücünü Arap yarımadası sakinlerinin gözünde yükseltti. Nitekim bir çok kabile Müslüman oldu ya da İslam’ın boyunduruğu altına girdi.[67]
Artık Hz. Peygamberin (s.a.a) İslam’ın azamet ve gücünü Mekke halkına gösterme ve onları İslam’a davet etme zamanı gelmişti. Kureyş eğer zorluk çıkarmaz ve Müslüman olursa, kendilerinin ve Müslümanların lehine olurdu; çünkü bir taraftan onların kurtuluşu Müslüman olmalarında ve diğer taraftan Arapların gözünde önemli bir makama sahip olan bu şehir halkı aynı zamanda nitelikli ve deneyimlilerdi, dolayısıyla bu halkın İslam’ı seçmesi İslam’ın geleceği için az ehemmiyetli değildi. Hicretin altıncı yılı Zilkade ayında Hz. Peygamber (s.a.a) Medine halkından bin beş yüz kadarı ile umre ibadeti için Mekke’ye doğru yola çıktı. Kureyş, Hz. Peygamberin (s.a.a) niyetini anlayınca onu engellemek için girişimde bulundu. İlk olarak Halit b. Velid ve İkrime b. Ebu Cehil’i Hz. Peygamberin Mekke’ye girişine engel olmaları için gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.a) Hudeybiye denilen Harem topraklarının sınırı olan yerde konaklayarak Mekke halkına umre için geldiklerini ve savaş kastlarının olmadığını bildirdi. Kureyş kabul etmedi. Sonunda Efendimizle Mekke halkı temsilcileri arasında bir barış antlaşması imzalandı. Antlaşma gereği iki taraf arasında on yıl boyunca herhangi bir savaş olmayacaktı. Müslümanlar bu yıl Mekke’ye girmeksizin geri çekilecek, ancak gelecek yıl aynı dönemlerde Mekke halkı üç günlüğüne şehirden dışarı çıkacak ve Beytullah’ı ziyaret etmeleri için şehir Müslümanlara bırakılacaktı. Antlaşma maddelerinden biri de Mekke halkından her kim Hz. Muhammed’e (s.a.a) sığınacak olursa Mekke’ye geri gönderilecek, ancak Medinelilerden birisi Mekkelilere sığınacak olursa Kureyş’in onu geri gönderme mecburiyeti olmayacaktı. Bir başka madde ise kabileler isterlerse Müslümanların, isterlerse Kureyş'in koruması altına girebilecekti.[68]
Hz. Peygamber Efendimizin ashabından bazıları antlaşmanın derinlik ve sonuçlarını anlayamadıklarından antlaşmadan rahatsız olmuş ve kendileri için yenilgi olarak telakki etmişlerdir. Ancak bu antlaşmayı imzalamak Müslümanlar için büyük bir zaferdi. Zira o güne kadar Mekke müşrikleri, Hz. Peygamber ve takipçilerini dikkate almamakta ve saymamaktaydı ve onları ortadan kaldırmak için çaba sarf etmekteydiler. Şimdi onu resmen tanımaları bir yana artık onu kendilerine denk ve karşı taraf kabul ederek antlaşma yapmaktaydılar. Ayrıca antlaşma maddelerinden biri de kabilelerin isterlerse Hz. Peygamberi ve isterlerse Kureyş’in koruması altına girmekte özgür olmalarıydı. Bu durumda Müslümanlar yahut Kureyş müttefiklerine karşı savaşa kalkışacak olurlarsa, sulh antlaşması iptal olmuş olacaktı. Sonradan Kureyş antlaşmanın bu maddesine uymadığı için bu, Mekke’nin fethine neden olmuştur. Antlaşmadan kısa bir süre sonra Müslüman olan Mekke halkından birisi Hudeybiye Barış Antlaşması gereği Mekke halkına teslim olması gerekiyordu, ancak o, yolun yarısında muhafızların elinden kaçarak kendisini kurtardı, ancak Medine’ye gideceği yerde Kureyş’in Şam’a giden kervanlarının yol ayrımı olan noktada konakladı. Yavaş yavaş Mekke Müslümanları ona katılmaya başladı ve bu durum Kureyş kervanları için ciddi bir tehlike anlamına geliyordu. Resulü Ekrem’in (s.a.a) onları Mekke halkına geri vermesi için herhangi bir madde bulunmamaktaydı, dolayısıyla bir süre sonra onları Medine’ye kabul etmesi için Efendimize sığındılar. Böylelikle sığınmacıların geri verilmesi söz konusu olmadı. Bundan daha önemlisi antlaşma maddelerinden birisinin Kureyş tarafından çiğnenmesi Mekke şehrinin açılmasına neden oldu.[69]
Beytullah’ı Ziyaret
Hicretin yedinci yılında Zilkade ayında, Peygamber Efendimiz Hudeybiye sulhu gereği Mekke’nin yolunu tuttu. Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mescid-i Haram’a girişleri, umre yapmaları, merasimlerin görkemi ve Müslümanların peygamberlerine olan ihtiram ve saygıları Kureyş’in gözünde çok büyük bir etki yaptı. Ve neredeyse artık Hz. Muhammed’le (s.a.a) başa çıkacak güçlerinin olmadığını anladılar. İleri görüşlülüğü olanlar, kabile reisleri ve tacirler için büyük bir dönemin başladığını ve halka yeni kapıların açıldığını anladılar. Dolayısıyla o kabilelerin iki önde geleni olan Halit İbn Velid ve Amr b. As, kendilerini Medine’ye ulaştırarak Müslüman oldular.[70]
Hz. Muhammed (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Bana sonu kesik salavatla salavat getirmeyin.
“Ey Allah’ın Resulü! Sonu kesik salavat nedir? dediklerinde, şöyle buyurdular:
Allahumme salli ale Muhammed, deyip susmayın; aksine: Allahumme salli ale Muhammed ve ale âl–i Muhammed, deyin.
es–Sevaiku’l–Muhrika, s.225.
v
t
e
Ülke Liderlerini İslam'a Daveti
Ana Madde: İslam'ın Evrensel Daveti
Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) bu sulh antlaşmasıyla bir hadde kadar Kureyş’ten gelebilecek saldırı ve taarruzlardan rahatlamıştı. Hicretin yedinci yılında, çevre ülkelerin kral ve yöneticilerine davet mektupları gönderme kararı aldı. Doğu Rum İmparatorluğu, İran, Necaşi ve ayrıca Şam Gassaniyan ve Yemame emirlerine mektuplar gönderdi.[71] (Bkz. Hz. Peygamberin Mektupları)
Mekke’nin Fethi
Hudeybiye sulhu gereği, her kabile isterse Hz. Muhammed’in ve isterse Kureyş’in koruması altına girebilir ve müttefik olabilirdi. Huzaa kabilesi Hz. Muhammed’in (s.a.a) himayesi altına, Beni Bekr kabilesi de Kureyş’in himayesi altına girdi. Hicretin sekizinci yılında Huzaa ve Beni Bekr kabileleri arasında çatışma çıktı. Kureyş, Beni Bekr kabilesini Huzaa kabilesine karşı destekledi. Bu şekilde Hudeybiye barış antlaşması geçerliliğini yitirmiş oldu. Zira Kureyş, Hz. Peygamberin himayesi altında bulunan müttefik kabile ile çatışmaya girmişti. Bu küstahlığın cezasız kalmayacağını anlayan Ebu Süfyan, kendisini Medine’ye ulaştırarak antlaşmayı yenilemek istedi, ancak bundan bir sonuç alamadı.
Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Hicretin sekizinci yılında Ramazan ayında on bin kişilik bir ordu ile Mekke’ye doğru hareket etti. Hareketi kimsenin haberi olmayacak şekilde tertiplemişti. Ordu, Merru Zahran’da konakladı. Hz. Peygamberin amcası Abbas, gece vakti çadırdan ayrılarak Mekke halkından birilerini bularak Kureyş’e haber göndermek istemiş ve onlardan öldürülmeden önce kendilerini Hz. Peygambere ulaştırmalarını istiyordu. O gece, Ebu Süfyan’la karşılaştı ve ona eman verdi. Sonra onu Peygamberin yanına getirdi. Ebu Sufyan Müslüman oldu. Bir gün sonra Hz. Peygamber Abbas’ın onu ordunun önünden geçeceği münasip bir yere götürmesini istedi. Ebu Süfyan Müslümanların ihtişamını görünce şöyle dedi: Kardeşinin oğlunun saltanat ve krallığı baya büyümüş. Abbas ona: Sana yazıklar olsun. Bu kral değil, peygamberdir, dedi. Ebu Süfyan dedi ki: evet, öyledir! Abbas peygamber Efendimize şöyle dedi: Ebu Süfyan bir imtiyaz ve ayrıcalık elde etmek istiyor. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: Her kim evine girer ve evinin kapısını kapatırsa güvendedir. Her kim Ebu Süfyan’ın evine sığınacak olursa güvendedir. Her kim Mescid-i Haram’a girerse güvendedir. Görkemli ordu yavaşça Mekke’ye girdi. İbn Hişam’ın İbn İshak’tan naklettiği bir rivayete göre Hazrec kavmi reisi Sa’d b. Ubade Mekke’ye gelince şöyle dedi: Bugün katliam günüdür! Bugün saygınlıkların kırıldığı gündür. Sa’d kendince Kureyş veya Adnani soyundan intikam almayı hayal ediyordu. Bu tevehhümün Müslümanların zihninde yer edinmemesi ve İslami fethi kabile kinciliğine dönüştürmemek için, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Hz. Ali’yi göndererek ona şöyle söyledi: Sa’d’dan sancağı al. Bugün rahmet günüdür. Müslümanlarla Mekke halkı arasında birkaç kısa çatışma dışında bir şey yaşanmadı. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) atlı olarak mescide geldi ve yedi defa Kabe’yi tavaf ederek Kabe’nin kapısında durarak şöyle buyurdu:
لا اله الا الله وحده لا شریک له صدق وعده و نصر عبده و هزم الاحزاب وحده
"La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh sadeke vadehu ve nesere abdehu ve hezeme’l ahzebe vehde."
İddialı insanları Kâbe’ye hizmet etmek ve hacılara su vermek dışında ayakları altına aldılar. Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) iki hafta Mekke’de kalarak şehrin işlerini yoluna koydu. Örneğin Mekke’nin çevresinde bulunan putları kırması için birilerini gönderdi ve Kâbe’de bulunan putları kırdırdı. Hz. Peygamberin Mekke halkına davranışı İslam’ın cömertliğini ve bu din Peygamberinin büyüklüğünü muhaliflerin gözünde aşikâr etti. 20 yıl boyunca Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ve takipçilerine hiçbir eziyet ve işkenceyi esirgemeyen Kureyş, cezalandırılmaktan korkuyordu. Ama kâinatın Efendisi (s.a.a) onlara şöyle cevap verdi: Hepinizi azat ettim; o günden sonra İslam’a karşı savaşacaklarına, İslam adına Müslüman olmayanlara karşı savaşma kararı aldılar.[72]
Mekke'nin Fethinden Sonra Yaşanan Olaylar
Huneyn Savaşı
Ana Madde: Huneyn Savaşı
Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) Mekke’de ikametinin üzerinden henüz on beş gün geçmemişken Arap yarımadasındaki bazı kalabalık ve Müslüman olmayan kabileler, Efendimize karşı ittifak kurdular. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Müslümanlardan oluşan kalabalık bir ordu ile Mekke’den dışarı çıktı ve Huneyn denilen yere ulaştı. Çevre derelerde tuzak kuran düşmanlar, ok atmaya başladılar. O kadar çok yoğun ok atılıyordu ki az bir grup dışında, İslam ordusu geri çekilmek zorunda kaldı, ancak sonunda kaçanlarda geri gelerek düşman ordusuna yapılan saldırıda düşmanı bozguna uğrattılar.[73]
Tebük Savaşı
Ana Madde: Tebük Savaşı
Hicretin dokuzuncu yılı olaylarından birisi de Tebük gazvesidir. Hz. Peygambere (s.a.a) Rumların Müslümanlara saldırmak için Balga’da (bugünkü Ürdün) büyük bir ordu hazırladıkları haberi ulaştı. Yazın şiddetli sıcağı ve meyvelerin hasat zamanı idi. İnsanlar evlerinde sükûnet içinde yaşamak istiyordu. Beytülmal’da da yeterince mal yoktu. Peygamber Efendimiz (s.a.a) ordu hazırlamaya koyulduğunda hedefi belirlemezdi, ancak Tebük savaşında kendilerini bekleyen zorluklardan dolayı bu kez Rumlara karşı savaşa gideceklerini ilan etti. Bazıları: sıcakların yoğun olduğu dönemdeyiz, bu mevsimde savaşa gitmeyin, diyordu. Bu grup aşağıdaki ayetle kınanmıştır:
وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِى الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ اَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
Dediler ki: «Bu sıcakta sefere çıkmayın» De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı! (Tövbe, 81)
Bu gazvede İslam ordusu sayısının otuz bin olduğunu yazmışlardır.[74] Bu rakam İslam gazveleri içindeki en kalabalık ordu sayısı ve hatta o güne kadarki Arabistan’da o kalabalıkta bir ordu kurulmamıştı. Bu savaşta Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi işleri yoluna koyması için Medine’de bıraktı. Münafıklar, Hz. Peygamberin bu savaşta Hz. Ali’nin yanında yer almasından hoşlanmadığı söylentilerini çıkardılar. Hz. Ali (a.s) bu konuda şikâyette bulunduğunda Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ben seni kendi yerime halife bıraktım. Senin bana olan menzilet ve konumun Harun’un Musa’ya olan konumu gibidir; ancak benden sonra peygamber olmayacaktır.”
İslam ordusu susuzluktan bitkin düşmüştü. Tebük’e vardıklarında ise Bizans ordusunun savaşmak için hazırlık yaptığı haberinin doğru olmadığı anlaşıldı. Tebük savaşı, Müslüman olmayanlarla Müslümanlar arasındaki Peygamberimiz hayattayken yapılan son savaştır. Bundan sonra Arabistan’ın tamamı teslim oldu. Bu hadiseden sonra her kabile kendi kabilelerinin Peygambere itaat ederek İslam dinini kabul edeceklerini izhar etmek için Peygamber Efendimizin (s.a.a) huzuruna elçiler göndermeye başladılar. Söylenebilir ki kabilelerin geneli Müslüman olmuştu. Bu yıla, bu nedenden dolayı Senetü’l Vüfud (elçiler yılı) denmiştir. (Vüfud, vefd kelimesinin çoğulu ve elçi, temsilci veya misafir anlamına gelmektedir).[75]
Senetü’l Vüfud (Elçiler Yılı)
Tebük savaşından sonra, İslam dini Arap Yarımadasının her yerine yayılmaya başladı. Artık her yerden çeşitli kabilelerin elçileri Medine’ye gelmekte ve İslam dinini kabul ettiklerini açıklamaktaydılar. Pratik olarak Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) “Senetü’l Vüfud” diye adlandırılan hicretin onuncu yılının tamamında Medine’de kalmış ve kabile elçilerini kabul etmişti. Bu yıl, Necran Hıristiyanları ile antlaşma yapmış, Hacca gitmiş ve dönüşünde Gadir-i Hum denilen yerde Hz. Ali b. Ebu Talib’i (a.s) kendisinden sonra Müslümanların “Mevla” ve “önderi” olarak ilan etmiştir.[76]
Hz. Resulü Kibriya Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Ey mü'minler! Size iki ağır emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim ve Ehl-i Beyti'mdir.
“
”
—Sahih-i Müslim, Bab-u Fezail-i Ali.
Mübahele Olayı
Ana Madde: Mübahele Olayı ve Mübahele Ayeti
Hicretin sekizinci yılında Hz. Resulullah (s.a.a) dünya liderlerine İslam'a davet mektupları gönderdiğinde Necran piskoposuna da bir mektup göndererek Necran halkının İslam'ı kabul etmesini istedi. Necran hıristiyanları, Hz. Peygamberle görüşmek ve sözlerini değerlendirmek için Medine'ye bir heyet gönderme kararı aldılar.
Hıristiyan heyeti Medine mescidinde Hz. Fahri Kainat Efendimizle bir görüşme yaptı. Her iki taraf da kendi görüşlerinin hak olduğunda ısrar edince, konunun mübahele (karşılıklı lanetleşme) ile çözülmesine karar verdiler. Bundan dolayı o günün sabahı Medine dışında sahra çölünde bir araya gelerek mübahale etme kararı aldılar.
Mübahele gününün sabahı, Hz. Resulü Kibriya (s.a.a) Müminlerin Emiri Hz. Ali’nin (a.s) evine gitti. İmam Hasan’ın (a.s) elinden tuttu, İmam Hüseyin’i (a.s) kucağına aldı ve Hz. Emir ve Hz. Fatıma (a.s) ile birlikte mübahele için kararlaştırılan yere gitti. Hıristiyanlar, Peygamberimiz ve Ehlibeytini görünce mübaheleden vazgeçerek anlaşmaya vardılar.[77]
Hz. Resulullah'ın Son Haccı
Ana Madde: Veda Haccı
Hz. Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.a) Hicretin onuncu yılı Zilkade ayında, son haccı için Mekke’ye doğru yola çıktı. Bu seferinde halka Hac hükümlerini öğretti. Kureyş, İslam’dan önce kendisi için bazı ayrıcalıklar yapmıştı. Kâbe’nin kilidinin ve Kâbe’ye perde asma işinden sorumlu olmaları, hacıları ağırlamak ve onlara su vermenin dışında ziyaret adaplarında da kendilerini öteki kabilelerden ayrıcalıklı biliyorlardı. Peygamber Efendimiz (s.a.a) bu seferinde Kureyş’in Beytullah’ın ziyaretinde kendisi için kail olduğu ve başkalarından esirgediği imtiyazları ortadan kaldırdı. Örneğin cahiliyet devrindeki o ayrıcalıklardan birisi Kâbe’nin tavafı sırasında elbisenin temiz olması gerekiyordu ve elbisenin temiz olması için Kureyş’ten satın alınması gerekiyordu. Kureyş eğer birisine tavaf elbisesi vermezse, o kişi çıplak tavaf etmeliydi. Ayrıca Kureyş öteki hacılar gibi Arafat’tan akın etmez, Müzdelife’den akın ederdi. Ve bunu kendileri için bir iftihar bilmekteydiler. Kur’an bu imtiyazı aşağıdaki bu ayetle ellerinden aldı:
ثُمَّ اَفٖيضُوا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ
Sonra insanların (topluca) akın ettiği yerden siz de akın edin. (Bakara, 199)
İnsanlar, kendisi de Kureyş’ten olan Hz. Muhammed’in (s.a.a) diğer insanlarla birlikte Arafat’tan akın ettiğini gördüler. Yine bu seferde şöyle buyurmuştur: Ey İnsanlar! Gelecek yılı görüp görmeyeceğimi bilmiyorum. Her kim cahiliyet döneminde kan dökmüşse ayaklarımın altına alıyorum. Allah’la buluşuncaya kadar, kan ve mallarınız birbirinize haram kılınmıştır.
Gadir-i Hum
Ana Madde: Gadir-i Hum
Medine’ye dönüşte Cuhfe’de Mısır, Hicaz ve Irak halkının yollarının birbirinden ayrıldığı “Gadir-i Hum” diye meşhur olunan yerde Allah’ın emri kendisine ulaşarak Hz. Ali’yi (a.s) kendi ardıl ve halefin olarak tayin et ve daha açık bir ifade ile Peygamber Ekrem’den sonraki İslam hükümetinin alın yazısını belirle. Allah Resulü (s.a.a) yazıldığına göre sayıları doksan veya yüz bin olan Müslümanların içinde bunu ilan ederek şöyle buyurmuştur:
من کنت مولاه فعلی مولاه. اللهم وال من والاه و عاد من عاداه و أحب من أحبه و أبغض من أبغضه و انصر من نصره و اخذل من حذله و أدر الحق معه حیث دار
Ben kimin Mevla ve önderi isem Ali de onun Mevla ve önderidir. Allah'ım! Onu seveni sev, ona düşmanlık edene düşmanlık et. Ona dost olana dost, buğz edene buğz et, Ona yardım edene yardım et, onu yalnız bırakanı yalnız bırak. Ve o her nerede dönerse hakkı onunla döndür.
Hacdan döndükten sonra İslam’ın güç ve ihtişamı her yeri sarmaya başladığında, Efendimizin durumu kötüleşmişti, ancak hasta olmasına rağmen, Mute savaşını telafi etmek için Usame b. Zeyd komutasında bir ordu hazırladı, ancak bu ordu sefere çıkmadan önce, Peygamber Efendimiz (s.a.a) Rabbiyle buluştu. Ebedi yurduna intikal etmeden önce, İslami vahdeti Arabistan Yarımadasında hâkim kıldı ve İslam’ı iki büyük imparatorluk olan İran ve Rum imparatorlukları arasına soktu.
Vefatı
Hicretin 11. Yılının başlarında, Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) hastalık ve vefatı gerçekleşti. Hastalığı ilerleyince minbere çıkarak insanların birbirine şefkatli olmasını isteyerek şöyle buyurdu: Eğer birisinin üzerimde hakkı varsa onu istesin, yoksa helal etsin. Eğer birisini kırdıysam şimdi telafi etmesi için geldim.[78]
Hz. Fahri Kâinat Efendimizin (s.a.a) vefatı, Hicretin 11. Yılı Safer ayının 28’inde ya da başka bir rivayete göre aynı yılın Rebiyülevvel ayının 12’sinde 63 yaşındayken gerçekleşti. Nehcü’l Belağa’da belirtildiği gibi Efendimizin can verdiğinde başı, Hz. Ali’nin kucağında sine ve boynu arasında idi.[79] O dönem Hz. Fatıma (s.a) dışında hiçbir çocuğu hayatta değildi. İbrahim gibi Efendimizin çocukları vefatından birkaç yıl önce gerçekleşmişti. Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) mutahhar naaşı, Hz. Ali (a.s) ve hanedanından birkaç kişi tarafından gusül verilerek, kefenlendi ve ardından kendi evinde –şu anda Mescid-i Nebi’de yer almaktadır- toprağa verildi.
Kabe
Hz. Peygamberin (s.a.a) Halife ve Ardılı
Hz. Ali b. Ebu Talip (a.s) ve Beni Haşim, Peygamber Efendimizin (s.a.a) gusül işleri ile meşgulken kavmin ileri gelenleri Hz. Peygamberin iki ay önce söylediklerine aldırış etmeden (Bkz. Gadir Bayramı) ümmetin başını belirleme fikrine düştüler! Mekke halkından bir grup (Muhacirler) ile Medine halkından bir grup (Ensar), Beni Saide Sakife’si denilen yerde toplandılar! Onlar bir an önce Müslümanlar için bir yöneticinin seçilmesini istiyorlardı! Ancak bu iş için kimi seçmeliydiler?! Tartışma ve çekişmeler yaşandı.[80]
Muhacir ve Ensar her ikisi de kendilerinin bu işe daha layık ve uygun olduklarını zannediyorlardı. Mekkeliler şöyle dediler: İslam bizim şehrimizde ve bizim aramızda ortaya çıkmıştır; Peygamber bizim halkımızdandır; Bizler onun akrabalarıyız; Bizler sizden daha önce dini kabul ettik, dolayısıyla Müslümanların yöneticiliği Muhacirlerin olmalıdır. Ensar ise şöyle diyordu: Mekke, Muhammed’in (s.a.a) davetini kabul etmedi. Ona karşı çıkmış ve düşmanlığa kalkmıştır; Yapabildikleri kadar ona eziyet ettiler, o da mecburen Mekke’yi terk ederek bizim yanımızda Yesrib’e geldi; Ona yardım eden bizlerdik ve İslam’ı biz yaydık, dolayısıyla Müslümanların yöneticiliği Ensar’ın olmalıdır. Ensar’dan bazıları hükümet işlerinin Muhacir ve Ensar’ın ortaklaşa katılımıyla yerine getirilmesine razı olarak şöyle dediler: Bizden bir emir, Muhacirlerden de bir emir. Lakin Ebu Bekir bu görüşü kabul etmeyerek şöyle dedi: böyle bir girişim Müslümanların vahdetini bozacaktır. Emir bizden, vezirler ise Ensar’dan seçilmeli ve onlarla meşveret edilmeden bir şey yapılmamalı. Ardından Peygamber Efendimizden şöyle bir rivayet nakletti: “İmamlar Kureyştendir”. Bu hadisin her ne kadar senet ve metninde münakaşalar olsa da oradakilerde öylesine bir etki bıraktı ki Ensar’ın itirazlarına son verdi.[81]
Ebu Bekir’in rivayeti dışında öyle anlaşılıyor ki Ensar’dan Evs ve Hazrec kabilelerinin geçmişten gelen düşmanlıkları da Muhacirlerin görüşlerinin daha ağır basmasında etkili oldu. Çünkü emirlik Ensar’a verilseydi bile bu kabileden hiç birisi bir diğerinin riyasetini kabul etmeyecekti.
Hazrec kabilesinden Beşir b. Sa’d’ın Ebu Bekir’in konuşmasını teyit etmesi ve Muhacirlerin emirliğine razı olması bu hoşnutsuzluğun bir göstergesi niteliğindedir. Kureyş ve Muhacirlerin yöneticiliği kesinleşince, şahıs üzerinde tartışmalar yaşandı. Orada işleri evirip çeviren birkaç kişi topu bir birine atıyorlardı. Sonunda Ömer ve Ebu Ubeyde Cerrah, Ebu Bekir’in riyasetini kabul ederek ona biat ettiler! Orada hazır bulunanların çoğu da onları takip ettiler.
O günün sabahı Ebu Bekir, Mescid-i Nebi’ye geldi. Ömer, bir hutbe okuyarak Ebu Bekir’in fazileti, İslam’daki önceliği, dine yardımları ve Peygamberin Mekke’den Medine’ye gidişinde onunla birlikte oluşunu anlattı ve halktan ona biat etmesini istedi! Halk da Ensar’dan bir grup ve Peygamber Efendimizin (s.a.a) yakınları dışında ona biat etmeyi kabul ettiler ve Ebu Bekir resmen halife oldu! Ebu Bekir’in hilafetinde Muhacir ve Ensar’dan bir grubun Sakife’de toplanarak halifeyi seçtikleri için bu durum, gelecektekiler için de bir gelenek oldu. Ebu Bekir orada bir hutbe okuyarak şöyle dedi: Beni yönetici olarak seçtiniz, ancak ben sizin en üstününüz değilim ve bu sorumluluğu üzerimden atmaya hazırım. Ben kendi ve Müslümanların işlerinin idaresi konusunda Allah’ın kitabına ve Peygamberin sünnetine bakarak amel edeceğim.[82]
Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) naaşı Ayşe’nin evinde kalmıştı! Kavmi başında toplanmışlardı; İslam fıkhı diyor ki ölüyü yıkamak ve namazını kılmak için acele etmeyin; bu her Müslüman için geçerlidir. Müslümanların Peygamberlerini toprağa verme merasimi kendi yerinde, bu insanlar neden böyle bir faziletten kendilerini mahrum bıraktılar? Şayet fitneden korkmuş ve bir an önce ümmetin başını seçmek istiyorlardı, ama meğer bu işlemler ne kadar vakit alacaktı ki?[83] O tarihin üzerinden 14 asır geçmektedir. Orada toplananların İslam derdi olduğunda mı yoksa Müslümanların dağınıklığından korktuklarından mı Müslümanları böyle bir yola sevk ettiler bilmiyoruz. Ama her ne olursa olsun Allah’ın huzuruna çıkacak ve O’na hesap vereceklerdir, ancak o günden beri İslam’ın kalbinde bir gedik açıldı ve asla kapanmadı.[84]
Biat etmeyenlerden Hazrec kabile reisi Sa’d b. Ubade, Ebu Bekir’e biat etmemiş ve hiçbir zaman onun namazında hazır olmamış ve arkasında namaz kılmamıştır. Ömer’in hilafeti döneminde Şam’a gitmiş ve (Dimeşk’e bağlı büyük bir kasaba olan) Havran’da sükûnet etmiştir. Bir gece yarısı aldığı ok yarası ile hayatını kaybetmiştir. Ancak demişlerdir ki: cinler onu öldürdü! Ve onun ölmesi hakkında şiir bile okumuşlardır:
Bizler Hazrecin Efendisi Sa’d b. Ubade’yi kalbine iki ok vurarak öldürdük
Ve bu efsaneyi uydurarak, onu öldürenleri kısastan kurtardık
Sa’d b. Ubade dışında, Hz. Ali (a.s), Beni Haşim ve ashaptan birkaç kişi de bir süre Ebu Bekir’e biat etmekten kaçındılar. Bazı tarihçilerin yazdıklarına göre Hz. Fatıma (s.a) hayatta olduğu sürece Hz. Ali (a.s) altı ay boyunca Ebu Bekir’e biat etmemiştir, ancak bu görüşte çelişkiler bulunmaktadır; çünkü öncelikle Hz. Fatıma’nın (s.a) vefatı altı aydan daha kısa bir sürede gerçekleşmiştir; ayrıca Hz. Ali’nin (a.s) ümmet için hayır severliği ve Müslümanlar arasında tefrika çıkmasından korkuyor olması bu gecikmeye mani oluyordu. Bunun dışında kavmin ileri gelenleri hükümetin sütunlarını bir an önce sağlamlaştırmak istiyorlardı, dolayısıyla bu uzun süre zarfında onu kendi haline bırakmaları mantıklı görülmemektedir.
Her ne şekilde olursa olsun, biat edip etmemekte kararsız kalan Abbas, Zübeyir ve başkalarına halifeyi kabul ettirmişler ve hükümet işlerini rayına koymuşlardır![85]
Hz. Resulü Ekrem’in Şahsiyet ve Karakteri
İtibarı
Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) bi’setten önce 40 yıl boyunca halkın arasında yaşadı. Yaşamı, ikiyüzlülükten, kötü sıfatlardan ve uygunsuz hallerden uzaktı. O, başkalarının gözünde sadık ve emin olarak bilinmekteydi. Sonradan peygamberliğini izhar edince Müşrikler onun şahsiyetini yalanlamamış, bilakis ayetleri inkâr etme yoluna gitmişlerdir. Bu konu Kur’an’da da belirtilmiştir: “Doğrusu onlar, seni yalanlamıyorlar, ancak zalimler, Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar.”[86] Ebu Cehil’den nakledildiğine göre şöyle diyordu: bizler seni yalanlamıyoruz, bilakis bu ayetleri kabul etmiyoruz.[87] Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.a) Kureyş’e risaletini açıkladığı zaman onlara şöyle buyurmuştur: “Acaba size bu dağın arkasında bir ordunun olduğunu söylersem sözümü kabul eder misiniz?” hepsi evet kabul ederiz senden hiçbir zaman yalan duymadık, dediler. Sonra Hz. Peygamber onlara Allah tarafından insanları uyarmak için gönderildiğini açıkladı.[88]
Güzel geçmişinin yanı sıra, kabile ve ailesinin önemi de Peygamber Efendimizin makam ve konumunda etkin bir role sahipti. “Kureyş” kabilesi yıllar önce Arap kabileleri arasında kabile olarak tanınmıştı ve önemliydi. Bu önem onların kabile üstünlüklerini kendileri için kabul etmelerine sebep olmakta ve ta bir hadde kadar bazı işlerde onlara itaat etmelerini sağlamaktaydı. Öte yandan Hz. Peygamberin ceddi (Kusay b. Kilab, Haşim ve Abdulmuttalib) Arapların nezdinde şeref ve büyüklükleri ile tanınmaktaydı. Arap yarımadasındaki Arap toplumu tarihin o kesitinde kapalı bir toplumdu ve diğer bölgelerden kendine has kültürel irtibatı yoktu. Bu durum, bir çeşit “Arapçılık” ruhiyesini güçlü bir şekilde onlarda oluşturmuştu ve başkalarının konularını “başkaları” oldukları gerekçesiyle kabul etmiyorlardı ve yalnızca “kendi”lerinden olanları kabul ediyorlardı. Muhtemelen şu ayet: “Onu (Kur’an’ı) Arapça bilmeyen birine indirmiş olsaydık. Onlara okusaydı, yine ona iman etmeyeceklerdi.”[89] Bu duruma işaret etmektedir. İslam’ın ilk muhataplarının Arap olması, Peygamberin kendilerinden olması, onun mesajını kabul etmelerinin ortamını hazırladı. Kur’an’da bu konuya işaret etmiştir.[90]
Ahlak
Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) en yüce ve karakteristik özelliği ahlaki boyutu idi. Kur’an bu konu hakkında şöyle diyor: “Ve şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin.”[91]
Hz. Resulü Ekrem’in (s.a.a) davranış ve sıfatlarının tanımı hakkında demişlerdir ki genel olarak sessizdi ve ihtiyaç miktarı dışında konuşmazdı. Asla ağzının tamamını açmazdı, çoğunlukla tebessüm ederdi ve hiçbir zaman yüksek sesle gülmezdi, birisiyle konuşmak istediğinde vücudunun tamamını ona döndürerek konuşurdu. Temizlik ve güzel kokuya oldukça ilgi duymaktaydı. Öyle ki bir yerden geçtiğinde, onun ardı sıra oradan geçenler, onun güzel kokusunu alır ve onun orada olduğunu anlarlardı. Sade yaşamın doruğundaydı, yere oturur ve yerde yemek yerdi. Asla tekebbür etmezdi. Hiçbir zaman tam doyana kadar yemek yemezdi. Çoğu zaman ve özellikle Medine’ye yeni geldiği dönemler açlığa talimdi. Tüm bunlara rağmen rahipler gibi yaşamaz ve kendisinin de buyurduğu gibi dünya nimetlerinden haddi kadarıyla yararlanmak gerekir, hem oruç tutar ve hem de ibadet ederdi. Müslümanlara ve hatta öteki din mensuplarına karşı davranışı, şefkat, cömertlik, bağış ve merhamet üzerine kuruluydu. Siyre ve yaşamı Müslümanların gönlünü öylesine almıştı ki en küçük noktası bile gönülden gönüle naklediliyordu. Onu bugün bile yaşam ve dinlerinin modeli olarak bilmektedirler.[92]
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber Efendimizin (s.a.a) siması hakkında şöyle diyor: “Geçmiş bir aşinalığı olmayan birisi onu tanıdığında, heybeti onu kaplardı. Her kim onunla muaşeret eder ve tanırdıysa onun sevenlerinden olurdu.[93] Hz. Peygamber bakışlarını ashabı arasında taksim eder ve herkese eşit oranda bakardı.[94] Allah Resulü (s.a.a) birisiyle tokalaştığında karşı taraf elini çekmeyene kadar o elini çekmezdi.[95]
Hz. Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.a) herkesle kapasite ve aklı ölçüsünde konuşurdu.[96] Ona haksızlık edenlere karşı af ve bağışlaması herkesin dilinde idi,[97] öyle ki hatta (amcası Hz. Hamza’nın katili) Vahşi ve İslam’ın azılı düşmanlarından Ebu Süfyan’ı bile bağışlamıştı. İnsanlara öylesine samimi davranırdı ki herkes Peygamberin ona son derece ilgi gösterdiğini zanneder ve onu diğerlerine tercih ettiğini sanırdı.[98]
Züht
Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a) zahitçe yaşardı. Ömrü boyunca kendisine ait has bir köşesi yoktu ve mescidin civarında bulunan mütevazı odalar, eşlerinindi. Tavanı hurma ağaçlarından ve kapı yerine keçi kılı veya deve yünü ile yapılmış perdeler asılıydı. Başının altına koyduğu yastığın içi hurma yapraklarından doldurulmuştu. Yatağı deriden ve hurma yaprakları ile içi doldurulmuştu, ömrü boyunca onun üzerinde uyudu. İçeriden giydiği elbiseler, bedeni rahatsız eden haşin parçalardan ve boynuna attığı rida (şal) deve yününden idi. Halbuki o dönemler Huneyn savaşından sonra dört bin deve, kırk binden çok koyun ve çok miktarda altın ve gümüşü ona buna bağışlamıştı.
Yemeği, ev, eşya ve elbiseleri de zahitçe idi. Belki de aylar geçer, ama onun evinden yemek pişirmek için ateş tütmezdi. Yemeğinin tamamı hurma ve arpa ekmeği idi. Hiçbir zaman iki gün ardarda doyana kadar yemek yemezdi. Bir günde iki kez sofradan doymuş olarak kalkmazdı. Çok defalar gecelerce aç uyurdu. Bir gün Hz. Fatıma (s.a) kendisine arpa ekmeği getirmiş ve ekmek pişirdim ve sana getirmemeye razı olamadım, demişti. Efendimiz onu yemiş ve şöyle buyurmuştu: “Bu yemek babanın üç gün sonra yediği ilk yemektir.” Bir gün Ensar’dan birisi hurma bahçesinde hurma yiyordu, Efendimiz buyurdu ki: “Bir şey yemeden geçirdiğim dördüncü gündür.” Bazen şiddetli açlıktan karnına taş bağlardı (böylece açlık bastırılmış olsun). Öldüğü sırada kalkanı otuz ölçüm arpa karşılığında bir Yahudi’nin yanında rehindi.[99]
Düzen ve İnsicam
Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a) yaşamında oldukça düzenli idi. Mescid-i (Nebi’yi) yaptıktan sonra her sütunu için bir ad koydu. Böylece hangi sütunda hangi iş ve ibadetin yapılacağı belli oldu. Vüfud sütunu (heyetler yeri), Teheccüd sütunu (gece ibadet edenlerin yeri)…[100] Namazın saflarını düzenler ve öylesine sıklaştırırdı ki sanki okların boy ve ölçülerini ayarlardı. Şöyle buyururdu: “Allah’ın kulları, saflarınızı düzenleyin, yoksa kalplerinizin arasında ihtilaf çıkar.”[101] Yaşamında da çok düzenli idi. Vakitlerini üç kısma ayırırdı; bir kısmını Allah’a ibadet, bir kısmını ailesi ve bir kısmını da kendisine ayırırdı, sonra da kendisine ayırdığı vakti kendisi ile halk arasında taksim ederdi.[102]
Hz. Resulü Kibriya Efendimiz (s.a.a), aynaya bakar, saçlarını düzenler ve tarardı. Yalnızca kendi ailesine değil, ashabına bile düzenli olmalarını öğütlerdi.[103]Yolculuklarında bile zahiri düzenine dikkat eder ve her zaman yanında beş şey bulundururdu; Ayna, sürme kabı, tarak, misvak ve makas.[104]
Ümmü Olması
Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Kur’an’ın ifadesi ile ümmü idi. Bu kavram daha çok okuma yazma bilmeyenler için kullanılan bir terimdir. Efendimiz yazmaz ve okumazdı. Kur’an şöyle buyurmaktadır: “Bundan önce sen hiç kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun.” Bu, Efendimizin vahiyden önce okumadığına ve yazmadığına delalet etmektedir. Ayetin devamında şöyle buyurmaktadır: “Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.”[105]
Fazilet ve Erdemleri Hakkında Hadisler
Sözlerinden Seçmeler
Mümin, kendi komşusu olmadan doymamalıdır.[106]
Mümin, (terörle) kan dökmez.[107]
Amelsiz iman ve imansız amel kabul değildir.[108]
Her kimde üç şey olmazsa işleri yolunda gitmez: kendisini günahtan alıkoyan takva, insanlarla iyi geçinmeyi sağlayan güzel ahlak ve sefihi karşılayan hilim.[109]
Hoşgörülü ve eli açık ol ki sana da öyle olunsun.[110]
Yakınlara iyiliğin sevap ve mükâfatı başkalarının iyiliğinden daha çabuk ulaşır ve akrabalık bağını koparma ve sitemde bulunmanın cezası kötülerinkinden daha çabuk ulaşır.[111]
Dinin afeti üç şeydir: Bozguncu fakih (âlim), zalim imam ve cahil müçtehit.[112]
Allah katında en nefret edilen helal talak ve boşamadır.[113]
Fakirlere iyilik edin, zira ahirette büyük devletleri olacaktır.[114]
Allah katında en üstün kul, ahlakı en iyi olandır.[115]• Allah katında en üstün kul, Allah kullarına faydalı olanlardır.[116]
Sizin en üstünleriniz kadınlarına en iyi davrananlardır.[117]
Hz. Peygamber Efendimizin Şia İnançlarındaki Yer ve Makamı
Şia inanç ve itikadında Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a), nebi ve resuldür. Hatemu’l Enbiya olduğu için ondan sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Hz. Muhammed (s.a.a), Ulu’l Azm peygamberlerindendir ve Allah tarafından beşer için yeni bir şeriat getirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.a) On Dört Masumun ilkidir. Kendisi ne yalnızca vahyin alınması ve iblağında, bilakis yaşamının her boyutunda masum ve ismet sıfatına sahiptir. Aynı şekilde kendisinden mucizeler nakletmişlerdir ki onların en önemlisi Kur’an’dır. (Bkz. Peygamberin Mucizeleri)
Hz. Peygamberden Nakledilen Rivai Kaynaklar
Şia inancına göre, Ehlibeyt İmamlarının (a.s) rivayetleri (hadisleri) de Hz. Peygamber Ekrem’in (s.a.a) hadisleri gibi hüccettir ve onlara uymak gerekir. Bundan dolayı hadisler arasında bir fark yoktur. Dolayısıyla Şia’nın asli hadis kaynağı olan Kutub-u Erbaa’da (Usul-u Kâfi, Tehzib, Men La Yahduruhu’l Fakih ve İstibsar) Hz. Peygamberin (s.a.a) sözleri ile Ehlibeyt İmamlarının sözleri arasında ayrımdan sakınılmıştır. Onlardan çeşitli konularda farklı hadisler nakledilmiştir. Buna rağmen Hz. Peygamber Efendimize ait sözleri bir araya getiren kaynaklar bulunmaktadır veya kitaplarda nebevi hadisler adında bir bapta yer vermişlerdir. Aşağıdaki kitaplar bu kaynaklardan bazılarıdır:
Hicri dördüncü yılda yaşamış Şia’nın büyük alim ve fakihlerinden olan İbn Şu’be Harrani’nin yazdığı “Tuhafu’l Ukul An Al-i Resul (s.a.a). Bu kitap, Hz. Resulullah Efendimiz ve Ehlibeytinin (a.s) çok değerli söz ve nasihatlerini içermektedir. Kitabın bir babı Efendimizin sözlerine ayrılmıştır.
Seyyid Razi’nin yazdığı, El-Mecazatu’n Nebeviyye kitabı. Bu eser Peygamber Efendimizin edep, tembih, kinaye, işaret ve teşbih içerikli sözlerini ihtiva etmektedir. Merhum Ayetullah Ahmedi Miyaneci’nin kaleme aldığı Mekatibu’r Resul kitabı. Bu kitap, Peygamber Efendimizin krallara, yetkililere, valilere gönderdiği mektuplar ve ayrıca ahitnameler, antlaşmalar ve farklı konularla ilgili yazılmış metinlerden oluşmaktadır.
Referanslar
Allame Tabatabai’nin yazdığı Sünenu’n Nebi kitabı. Bu kitap, Efendimizin genel ahlak yapısını, seyri suluk tarz ve davranışını daha yakından tanımak için “Peygamberin Sünnetleri” mecmuası adı altında telif edilmiştir.
Nehcü’l Fesahet, Ebu’l Kasım Payende tarafından kaleme alınmıştır. Kitap, hadis ve hutbeler olmak üzere iki kısımdan oluşmaktadır. Hz. Peygamber Ekrem’den (s.a.a) nakledilen hikmetli söz ve hadisleri içermektedir.
Kaynakça
Yukarı git↑ Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 42.
Yukarı git↑ Et-Tabersi, İ’lamu’l Vera bi’lamu’l Huda, c. 1, Kum, müessese Alu’l Beyt li-ihyau’t Turas, 1417 k. S. 43.
Yukarı git↑ Mukaddesi, Baz pejuhi tarihi veladeti ve şehadeti Masuman, Kum: Pejuşehkahı Ulum ve Ferhengi İslami, 1391, s. 91.
Yukarı git↑ Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 42.
Yukarı git↑ Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 42.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37.
Yukarı git↑ Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, Ebu’l Kasım Gürci tarafından gözden geçirme ve eklemeler, Tahran: Tahran üniversitesi yayınları, 1378, s. 43.
Yukarı git↑ Kuleyni, el-Kafi, c. 1, s. 439; İbn Şehri Aşub, el-Menakib, c. 1, s. 172; Amuli, es-Sahih min Siyreti'n-Nebii'l-A'zam, c. 2, s. 68.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37–38.
Yukarı git↑ Tarihi Yakubi tercümesi, s. 368–369: Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi’nden naklen, s. 49.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 37.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 1, s. 141–142.
Yukarı git↑ Siyre-i İbn İshak, Muhammed Hamidullah, s. 59; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 39.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 39–40.
Yukarı git↑ Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 56–60.
Yukarı git↑ Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 60–61.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 40.
Yukarı git↑ Ayeti, Muhammed İbrahim, İslam Peygamberi Tarihi, Ebu’l Kasım Gürci tarafından gözden geçirme ve eklemeler, Tahran: Tahran üniversitesi yayınları, 1378, s. 67.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 1, s. 262.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 1, s. 264, 266.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 1, s. 281–282.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 41–44.
Yukarı git↑ Siyre-i İbn İshak, s. 127, Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 44’ten naklen.
Yukarı git↑ Tarihi Rusul ve Muluk, c. 3, s. 1172; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 44’ten naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 44.
Yukarı git↑ Siyre-i İbn Hişam, c. 1, s. 279; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 45’ten naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 49.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 49.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 51–52.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 53.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 53.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 53.
Yukarı git↑ Tabari, c. 2, s. 343.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 2, s. 60 ve sonrası; Taberi, c. 2, s. 344–346.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 55.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 55–56.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 56.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 56.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 56–59.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 59.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 59–60.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 60.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 60–63.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 2, s. 150–153.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 2, s. 147 ve sonrası.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 67–68.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 68.
Yukarı git↑ Ayrıca Bkz. Hac Suresi, 78. Ayet; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 68–69.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 69–71.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 72.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 73.
Yukarı git↑ Vakidi, c. 1, s. 19 ve sonrası.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 75.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 79–80.
Yukarı git↑ Taberi, c. 2, s. 538–555.
Yukarı git↑ Vakidi, c. 1, s. 363 ve sonrası.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 86–87.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 87–88.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90.
Yukarı git↑ İbn Hişam, c. 3, s. 302 ve sonrası.
Yukarı git↑ Vakıdi, c. 2, s. 633 ve sonrası; Taberi, c. 3, s. 9 ve sonrası.
Yukarı git↑ Ayeti, İslam Peygamberi Tarihi, s. 410–411.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 90–91.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 91.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 92.
Yukarı git↑ Taberi, c. 2, s. 644 ve sonrası.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 94–95.
Yukarı git↑ Vakıdi, c. 3, s. 885 ve sonrası.
Yukarı git↑ Mağazi Vakıdi, c. 3, s. 996; Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 97’den naklen.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 97–98.
Yukarı git↑ Belazuri, Ensabu’l Eşraf, c. 2, s. 108–111.
Yukarı git↑ Şeyh Müfid, el-İrşad, s. 166, 168.
Yukarı git↑ İbn Sa’d, c. 2, s. 255.
Yukarı git↑ Nehcü’l Belağa, tercüme, Seyyid Cafer Şehidi, hutbe: 202, s. 237.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 106.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 106–107.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 107.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 108.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 109.
Yukarı git↑ Şehidi, Tarihi Tahlilîyi İslam, s. 109–110.
Yukarı git↑ En’am, 33. Ayet.
Yukarı git↑ Mecmeu’l Beyan, c. 3, s. 294.
Yukarı git↑ Siyre-i İbn Hişam, c. 1.
Yukarı git↑ Şuara, 198. Ayet ve ayrıca Bkz. Fussilet, 44. Ayet.
Yukarı git↑ Tövbe, 128. Ayet; Al-i İmran, 164. Ayet.
Yukarı git↑ Kalem, 4. Ayet.
Yukarı git↑ Dairetu’l Maarif Bozorg İslami, kitabında “İslam” makalesi.
Yukarı git↑ Eş-Şifau bitarifi hukuku’l Mustafa, c. 1, s. 150; el-Marifet ve’t Tarih, c. 3, s. 283; el-Musannif li-ibni Ebi Şeybe, c. 11, s. 512.
Yukarı git↑ Biharu’l Envar, c. 16, s. 260; el-Mizan fi Tefsiri’l Kur’an, c. 6, s. 332.
Yukarı git↑ Biharu’l Envar, c. 16, s. 237; el-Bidayetu ve’n Nihayet, c. 6, s. 39.
Yukarı git↑ Biharu’l Envar, c. 16, s. 287.
Yukarı git↑ Hayatu’s Sahabe, c. 2, s. 526.
Yukarı git↑ Mecmeu’z Zavaid, c. 9, s. 15.
Yukarı git↑ Nehcü’l Fesahet, Ebu’l Kasım Payende, intişar dünyay-ı danış, üçüncü baskı, 1380, s. 35–36.
Yukarı git↑ Mustafa Dilşad Tahrani, Siyre-i Nebevi, “Mantık-ı Ameli”, Tahran, Derya, 1385, ikinci baskı, c. 3, s. 352.
Yukarı git↑ Müslim, Sahihi Müslim, Beyrut, Daru’l Fikr, c. 2, s. 31; Beyhaki, Sunenu’l Kubra, Beyrut, Daru’l Fikr, c. 2, s. 21.
Yukarı git↑ Tabakatu’l Kubra, c. 1, s. 423; Sa’lebi, Tefsiri Sa’lebi, Beyrut, Daru ihyau’t Turasu’l Arabi, 1418, c. 4, s. 306.
Yukarı git↑ Tabersi, Mekarimu’l Ahlak, Kum, Şerif Razi, altıncı baskı, 1392, s. 34–35.
Yukarı git↑ Halebi, es-Siyretu’l Halebiyye, Beyrut, Daru’l Marifet, c. 3, s. 352.
Yukarı git↑ Ankebut, 48. Ayet.
Yukarı git↑ «لایشبع المؤمن دون جاره» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 683, Sayı. 2545.
Yukarı git↑ «لایفتک مؤمن» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 683, Sayı. 2550.
Yukarı git↑ Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 684, Sayı. 2553.
Yukarı git↑ Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 424, Sayı. 1288.
Yukarı git↑ «اسمح یسمح لک» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 211, Sayı. 293.
Yukarı git↑ Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 211, Sayı. 291.
Yukarı git↑ «آفة الدین ثلاثة: فقیه فاجر و امام جائر و مجتهد جاهل» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 156, Sayı. 4.
Yukarı git↑ «ابغض الحلال الی الله الطلاق» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 157, Sayı. 16.
Yukarı git↑ Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 160, Sayı. 29.
Yukarı git↑ Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 169, Sayı. 84.
Yukarı git↑ Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 163, Sayı. 86.
Yukarı git↑ «خیارکم خیارکم لنسائهم» Nehcü’l Fesahet, tercüme, Ebu’l Kasım Payende, Dünyayı Danış, 1380, s. 465, Sayı. 1477.