Allah Teala’nın adaletine yönelik şüphelerden bir diğeri de dünya hayatında işlenen suçların ahretteki karşılığı olan cezalar arasında uygunluk olmadığı ve dolayısıyla da ahiret cezalarının Allah'ın adalet ilkesi ile bağdaşmadığıdır. Şöyle ki; kısa bir süreden ibaret olan dünya hayatında ve çok kısa bir hayat diliminde işlenen bazı suçlardan dolayı kulun ahirette bu kadar ağır cezalara çarptırılması Allah’ın adalet ilkesiyle bağdaşmayan bir cezalandırma yöntemi olduğu, bunun da Allah'ın adil olmadığının kanıtı olduğu ileri sürülmüştür.
Cevap: Suçlar karşısında olan cezalandırmaları üç kategoride toplamamız mümkündür:
1- Tembih ve ibret türünden olan cezalandırmalar,
2- İşlenen suçla tekvini ve doğal bir nedensellik bağı olup, suçun tabii sonucu olan cezalandırmalar,
3- Bizzat suçun kendi dönüşümü olup, suçun kendi tecessümünden ibaret olan cezalandırmalar.
Birinci kısım cezalar, toplumsal yaşantıda kanuncular tarafından belirlenen cezai kanunlardır. Bu tür cezaların iki faydası vardır.
a) Bu tür cezalandırmalar, kalplerde icat edeceği korku sebebiyle insanların suç işlemelerine engel olur. Dolayısıyla bu tür cezalandırmalar, bir çeşit tembih ve ibret niteliğini taşımaktadır.
b) Zulme uğramışların kalplerinde teskinliğe yol açıp rahatlamalarını sağlar.
Açıktır ki, bu tür cezalandırmalarla işlenen suçlar arasında uygunluk gözetilmelidir. Çünkü bu cezalar, suçlar karşısında tayin edilen cezalandırmalardır. Eğer suçla ceza arasında uygunluk gözetilmezse, ceza az olursa, zulme uğrayana, fazla olduğu taktirde de suç işleyenin kendine zulmetmek olur. O halde akıl burada uygunluğun gözetilmesine hükmeder.
Ahiret cezalarının bu türden cezalar olamayacağı bellidir. Zira ahiret amel yeri olmadığı için, suçun işlenmemesi veya tekrar edilmemesi için ceza belirlemek söz konusu olmadığı gibi, Allah Teala'nın intikam duygusuyla birilerine ceza belirlemesi de mümkün değildir. Zira bütün güzel sıfatlara sahip olan Hak Teala'yı böyle duygulardan tenzih etmek gerekir.
Ahirette söz konusu olan cezaların tamamı da diğerlerine nispet işlenen suçlar değildir ki, onların kalplerine teskinlik vermek amacıyla cezalandırmak söz konusu olsun. Aslında aşağıda da işaret edeceğimiz üzere, ahirette toplumsal yaşantıda söz konusu olan cezalandırma şeklinin olması mümkün değildir.
İkinci kısım cezalandırmaya gelince, onunla işlenen suç arasında doğal bir nedensellik bağın olduğunu ve cezanın suçun tabii sonucu olduğunu söylemiştik. Meselâ, zehir ile hastalanmak ve ölüm arasında doğal bir nedensellik bağı mevcuttur. Zehri içen elbette ki, hasta olacak, hatta ölecektir.
Bir takım günahların hatta dünyada bile ceza niteliğinde sonuçları vardır. Örneğin, şarap içmek toplumsal bir kısım sorunların doğmasına sebebiyet verdiği gibi, şarap içenin kendi ruh ve bedeninde de bir takım hastalıkların meydana gelmesine yol açacağı da bellidir. Çünkü şarap ile bu gibi ceza niteliğindeki sonuçlar arasında nedensellik bağı mevcuttur.
Zina yapmak da öyledir. O da toplumda bir çok fesadın çıkmasına ve medeniyetin tahribine yol açtığı gibi, o işi yapanın da ruh ve bedeninde bir takım hastalıklara sebebiyet verecektir. Bu tür cezalar günahın doğal sonucudur. Bu cezalar, günahların koyulan toplumsal cezaları değildir ki, ceza ile suç arasında uyumluluk söz konusu olsun.
Eğer bir kimse, nasihati dinlemez ve zehri içerse, elbette ki hastalanacak veya ölecektir. Bu durumda acaba "bu kişinin yaptığı sadece birkaç dakika içerisinde bir miktar zehir içmekti, onun pahasını canıyla ödemesi adaletsizliktir" denilebilir mi? Eğer denilirse, "kendi bilinçle onu yaptı ve suç kendinindir" denmez mi? O halde bu türden cezalar konusunda adalete aykırı olmak veya olmamak diye bir şey söz konusu değildir.
Üçüncü tür cezalara gelince, onların işlenen amelin kendinin dönüşümü ve tecessüm etmesi olduğunu belirtmiştik. Bu tür cezalarda suç ile onunun cezası arasındaki bağ hatta nedensellik bağından daha güçlü bir bağdır. Burada aslında suç ve ceza denen bir şey yoktur. Burada yapılan amelin kendi söz konusudur. Onun kendi dönüşümüne ceza denilmesi sadece bir teşbihten ibarettir. Yoksa burada cezalandırma denen şey yoktur.
Ahirette söz konusu edilen cezalara baktığımızda bu türden cezalar olduğunu görüyoruz. Allah Teala'nın mü'min kullarına vereceğini va'dettiği mükafatlar da bu türdendir. Günah ehline vereceğini belirttiği cezalar da bu türden cezalardır. Onlar aslında insanın kendi amelinden başka bir şeyler değildir. Allah Teala ve elçileri ahiret mükafat ve azaplarının mahiyetinin böyle olduğunu bildirmişlerdir.
Allah Teala "O günde herkes yaptığı iyiliği de, kötülüğü de yanında hazır görür ve kendisiyle yaptığı kötülük arasında uzun bir mesafenin olmasını arzular..." buyuruyor.
Yine Allah Teala şöyle buyurmuştur: ".... Ve yaptıklarını önlerinde hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye asla zulmetmez."
Yine şöyle buyurmuştur: "Kim, zerre ağırlığınca bir hayır işlemişse onu görür. Kim de, zerre ağırlığınca kötülük yapmışsa onu görür."
Yine şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve herkes yarına neyi gönderdiğine baksın..."
Bu ayetler ve benzerleri ahiret cezalarının insanların kendi amellerinden başka bir şey olmadığını ifade etmektedir. Bu ayetlerde, amelin kendisinin hazır olacağı belirtilmiştir. Bu ayetlerde, yapılan amelin kendisinin görüleceği haber verilmiştir. Yoksa ahirette, "gelin bakalım, falan ne suç işlemiş ve onun için ne miktarda ve ne tür ceza tayin edilmiştir" diye bir şey yoktur.
Yine o Hazret ahiret cezalarını açıklayan bir hadisinde ahirette cezaya çarptırılanlara: "Bunlar size dönen kendi amellerinizden gayri şeyler değildir" deneceğini buyurmaktadır. Demek ki, ahirette karşılaşılacak ne varsa insanın kendi amelidir.
Bu konuyu geniş olarak burada ele alamayız. Bunun kendisi ayrı bir kitap yazmayı gerektirir. Ancak bu ayet ve hadislerden ahiret cezalarının insanın kendi amelinden başka bir şey olmadığı ve orada toplumsal hayatta olan cezalandırma sisteminin bulunmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
O halde orada karşılaşılacak durumlar için, adalete uygun olmak veya aykırı olmak diye bir anlam söz konusu olamaz. İnsan kendi yaptığını kendi bilinç ve iradesiyle yaptığına göre, kendi amelini kendisi yaratmıştır. Hayrı da şerri de kendisine aittir. "Dünya ahiretin tarlasıdır. Tatlı ekersen tatlı biçersin, acı ekersen acı biçersin."
Sonuç: Ahiret ceza ve mükafatlarının şekil, nitelik ve türünün Allah'ın adalet sıfatıyla hiçbir çelişkisi yoktur. Dolayısıyla bu şüphe de temelden yersiz ve mesnetsiz bir şüpheden öteye gitmemektedir.
ADALETİN ÖNEMİ
Daha önce de işaret ettiğimiz üzere; adalet sıfatı, Allah Teala'nın kemalî, subitî ve ef'alî sıfatlarından biri olup, Allah Teala'nın sıfatları bölümünde ele alınması gerekir.
Yüce Allah hayat, ilim, kudret, rahmet, şefkat, ebedi ve ezeli olmak ve benzeri diğer bir çok sıfatlarla beraber adalet sıfatına da sahiptir. O, mutlak kemal olduğu için, akla gelen bütün kemallerin layıkıyla O'nda bulunması gerekir.
Fakat burada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: "Peki, neden bu kadar sıfatların içerisinden sadece Allah'ın adalet sıfatına önem verilmiş ve usul-i dinden biri olarak tanıtılarak ayrıca bahis konusu edilmiştir?" Bu soruya, yani adaletin Caferi mezhebine göre usul-i dinde neden yer aldığı sorusuna cevap olarak, şu birkaç şeyi sebep olarak sayabiliriz:
1- Adaletin usul-i dinde yer almasının en önemli etkeni, insanın fiillerinde mecbur olduğu ve neticede Allah'ın adil olmadığı sonucunu doğuran, Ehl-i Sünnet'in Eş'arî grubunun; "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini inkar etmesidir. Onlar; aklın tek başına, bir şeyin veya bir işin iyi veya kötü, güzel veya çirkin olduğunu anlama gücüne sahip olmadığını ileri sürerek, aklın müstakil olarak iyilikle kötülüğü anlayabilme gücüne sahip olmadığını, kendi inançlarından bir ilke edinmişlerdir.
Onlar; "bir şeyin iyi veya kötü olduğunu nereden anlayabiliriz?" sorusuna; "Bunu, ancak Allah'ın Resulullah aracılığıyla indirdiği emir ve vahiylerle anlayabiliriz" cevabını veriyorlar.
"Resulullah (s.a.a)'in hayatta olmadığı zamanlarda ne yapmalıyız?" sorusuna ise, "Resulullah (s.a.a)'in sünnetinin koruyucuları olan Ebu Hureyre, Aişe, Muaviye, Semure, İbn-i Cündeb, Amr-ı Ass ve diğer Ashab-ı Kiram'a başvurmalıyız; onların iyi gördükleri kesinlikle iyi ve kötü gördükleri ise kötüdür, yoksa insanın aklı böyle bir şeyi asla anlayamaz" diye cevaplandırıyorlar.
Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da şudur ki, Eş'arîler, aklın iyilik ve güzelliği idrak ettiğini inkar etmekle kalmayıp, aslında hiçbir iyilik ve kötülüğün olmadığını, iyilik ve kötülüğün zaman ve mekana göre değişken olduğunu da iddia ediyorlar.
Onlara göre, iyilik ve kötülük Allah'a bağlı olan bir şeydir. Allah bir işi güzel görürse, akıl onu kötü teşhis etse bile, o güzeldir. Bir işi de kötü görürse, akıl onu iyi görse bile, o kötüdür. Başka bir deyişle, alemde hiçbir iyilik ve kötülük yoktur; iyi Allah'ın yaptığı ve iyi dediğidir, kötü ise Allah'ın kötü saydığıdır.
Aklın iyilik ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği idrak etme gücüne sahip olmadığını ve bu konularda tek merciin şeriatın açıklamaları olduğunu ileri süren Eş'arîler'e göre, bizler kendi aklımızla; "falan şey güzeldir, Allah da onu emretmelidir ve falan şey kötüdür, Allah da onu nehyetmelidir" demek hakkına sahip değiliz. Allah dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar.
Eğer Allah Teala bütün yaratıklarını cennete götürürse, bu aşırılık olmaz. Eğer yaratıklarının tamamını cehenneme de götürürse, bu zulüm sayılmaz. Eğer evliyalarını ve peygamberlerini cehenneme, şeytan ve düşmanlarını cennete götürürse de, bu zulüm sınıfına girmez. Zira o mutlak hüküm ve mülk sahibidir. Dilediğine hükmedip, dilediğini yapar. Bizim O'nun işlerini sorgulama hakkımız yoktur. O bizi sorgular.
Eş'arîler şöyle diyorlar: "Bütün alemin mülkü Allah'a aittir. Her şeyin mâliki, hakimi ve ihtiyar sahibi O'dur. Maliki olduğu her şeye, dilediğini yapar. İstediğini mükafatlandırır, istediğini de cezalandırır. Hiç kimse O'nun yaptığına itiraz edemez. Neden ve niçin yaptığını da soramaz. Zira O'nu bir işe zorlayan, bir şeyden kaçındıran, davranışlarının nasıl olmasını belirleyen, kudretini sınırlandıran, varlığı O'ndan daha üstün olan bir varlık yoktur.
Bunun için de yaptığı hiçbir şey kötü sayılmaz. Rahmet ve lütfü tamamen fazilet, ceza ve azabı ise, tamamen adalettir. Bütün zalimleri cennete ve bütün mü'minleri de cehenneme götürmesi adaletin ta kendisidir. O hiçbir şeyden sorulmaz, sadece bizler yaptığımızdan soruluruz.
Bizler soruluruz zira, bizlere emreden, nehyeden, işlerimizi sınırlandıran, bir şey yapıp yapmayacağımızı belirleyen ve varlığı varlığımız üzerinde olan yüce Allah vardır. Bu yüzden de bizim işlerin bazısına iyiliğin, bazısına da kötülüğün nispet verilmesi doğrudur.
Ama Allah'ın işlerine böyle nispetler vermek asla doğru değildir. Öyleyse, zulüm ve yalanın kötü olması Allah'ın kötü sayması içindir, yoksa onları da güzel hesaplasaydı, güzel olurlardı.
Bir de, aklın tek başına iyilik ve kötülüğü idrak ettiğini ve Allah'ın da aklın belirlediği çerçevede hareket etmesi gerektiğini söylersek, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmış ve Allah'a bir nevi görev tayin etmiş oluruz.
Bu ise, yukarıda açıkladığımız ilkelerle ve Allah'ın "Dilediği her şeyi yapar" ayetiyle çelişmektedir.
Öyleyse akıl, şeriatın hükmü olmaksızın, hiçbir şeyin iyi veya kötü olduğunu teşhis edemez ve bizler de kendi aklımıza dayanarak Allah'a vazife gösteremeyiz."
Biz burada, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" konusunun iyice açıklığa kavuşmasının ve hak görüşün batıldan ayırt edilmesinin daha da kolaylaşması için aşağıdaki mevzuların, delilleriyle birlikte beyan edilmesinin yararlı olacağına inanıyoruz:
1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin içeriği
2- Ehl-i Beyt mektebinin Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin ispatı için ortaya koyduğu deliller.
İşte bu iki konunun açıklığa kavuşmasıyla, Eş'arîler'in bu husustaki görüşlerinin hem akıl, hem de Kur'an-ı Kerim'in ayetleriyle çelişen yanlış bir görüş olduğu ortaya çıkacaktır:
1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'den maksat, aklın tek başına fiillerin iyilikle kötülüğünü idrak ederek, iyi veya kötü olduğuna hükmetmesidir. Yani işler kendi mahiyetleri itibariyle iyi ve kötü, çirkin ve güzel olmak üzere iki kısma ayrılıyorlar ve akıl, Allah'tan aldığı güç ile onları idrak edip, yüce Allah'ın kötü, çirkin ve beğenilmeyen işleri yapmaktan münezzeh olduğuna hükmediyor.
Biz, aklın şeriattan yardım almaksızın, tek başına bir işin iyi veya kötü olduğunu ayırt etme gücüne sahip olduğuna, iyi ve güzel gördüğü işlerin yapılmasına, kötü ve çirkin gördüğü işlerden de kaçınılmasına hükmettiğine inanıyoruz. Bize göre, akıl ile şeriatın bu husustaki hükümleri aynı doğrultudadır.
Buna göre şeriat, mutlaka aklın güzel gördüğü şeyleri emreder, kötü saydıklarından da nehyeder. Şeriatın hükmü asla aklın hükmüne ters düşmez.
Yani, varlık alemindeki işlerin bazılarının zatî güzelliği, bazılarının ise zatî çirkinliği vardır. Örneğin, doğru konuşmak, başkalarına ihsanda bulunup iyilik etmek, toplumda sosyal adaleti uygulamak vb. güzel şeylerdir. Buna karşılık yalan konuşmak, başkalarına zulmetmek vb. ise, herkesin bildiği çirkin şeylerdir. Akıl, bunların iyilik ve kötülüklerini tek başına hiçbir kimseye dayanmadan anlamaktadır. Eğer bu hususta şeriattan bir emir veya nehiy gelirse, kesinlikle bu doğrultuda olacaktır.
Alemde zatî iyilik ve kötülük, zati güzellik ve çirkinlik olduğu için, Allah Teala insanlardan, iyi ve güzel olan şeylerin yapılmasını, kötü ve çirkin olan şeylerin de terk edilmesini istemiştir. Yoksa; hiçbir şey Allah'ın emretmesiyle güzellik ve iyilik, nehyetmesiyle de kötülük ve çirkinlik kazanmaz. Aksine, gerçekte bazı kötü ve iyi işler olduğundan, Allah Teala onlardan iyi olanı yapmayı, kötü olandan ise, kaçınmayı farz kılmıştır. Zira O, sonsuz hikmet ve kemal sahibi olup, bütün çirkinliklerden de münezzehtir. Dolayısıyla da her zaman hem kendisi iyi ve güzel olanı yapar, hem de diğerlerini iyi ve güzel olana emreder. Zaten aklın hükmü de bundan gayri bir şey değildir.
Aklın bir işin iyilik veya kötülüğünü anlaması ve Allah Teala'nın sadece iyilerin yapılmasını istediğine hükmetmesi, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmak olmadığı gibi, "Allah dilediğini yapar" ayetiyle de hiçbir şekilde çelişmemektedir.
Zira aklın bir hakikati idrak etmesi, o hakikati sınırlandırmak olmayıp, onu olduğu gibi kavramaktır. Aklın Allah Teala'nın sadece iyi ve güzel olanı yaptığını ve emrettiğini, kötü ve çirkin olanı ise yapmayıp, onlardan nehyettiğini idrak etmesi ve bu doğrultuda hüküm vermesi, Allah Teala'ya görev tayin etmek değildir. Onun kudretine getirilen bir sınırlandırma da sayılmamaktadır. Bu sadece bir gerçek olan Allah Teala'nın fiillerinin niteliğini idrak etmektir.
Nasıl ki, Allah Teala'nın sıfatları hususunda aklın, Allah Teala'nın güzel sıfatlarla sıfatlandığına ve çirkin sıfatlardan münezzeh olduğuna hükmetmesi, Allah Teala'nın sıfatlarında bir sınırlandırma olmayıp, hakikati olduğu gibi anlayıp kavramak sayılıyor ise, bu konu da aynen öyledir.
Böylece Eş'arîler, bu görüşleriyle aklın konumunu aşağı getirirken, Ehl-i Beyt İmamları akla gerçek önemini kazandırarak onu, bütün insanlarda bulunan Allah'ın batinî hüccet ve resulü olarak tanıtmaya çalışmışlardır.
İmam Musa Kazım (a.s) ashabından Hişam İbn-i Hakem'e şöyle buyurmuştur: "Ey Hişam! Allah halka iki hüccet tayin etmiştir. Dış hüccet ve iç hüccet. Dış hüccet; resuller, peygamberler ve imamlar, iç hüccet ise, akıllardır."
Allah'ın yaratıkları olan göğü, yeri, güneşi, ayı, gece ve gündüzü görmekle, kendilerini ve bunları yaratan, ezelî, ebedi ve işlerini tedbir üzere yapan bir yaratıcının olduğuna inanmaktadır. Akıl ile iyiyi kötüden ayırt ediyorlar. Karanlığın cehalette, aydınlığın ise, ilimde olduğunu anlıyorlar. İşte bu, aklın onlara gösterdiği şeydir..."
İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, biz Ehl-i Beyt dostları, gerçekte bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğuna, aklın bunları şeriata dayanmaksızın idrak ettiğine, Allah Teala'nın da, ancak aklın onayladığı, zâtı itibarıyla iyi olan işleri yaptığına ve emrettiğine inanıyoruz.
Hüsn-ü Kubh-ü Akli'yi İspat Eden Deliller
Ehl-i Beyt dostları tarafından Hüsn-ü Kubh-ü Aklî'nin ispatı için getirilen delillerin bazılarını kısaca şöyle sıralayabiliriz:
a) Hüsn-ü-Kubh-ün, akli değil de, şer'i olduğuna inanırsak, Allah'ın aklın iyi saydığını kötü, kötü saydığını da iyi kabul etmesinin caiz olduğunu da söyleyebiliriz. Öyleyse, Allah'ın başkalarına ihsanda bulunmayı kötü, zulmetmeyi de iyi kılmasında hiçbir mahzur kalmaz. Ama bunun batıl bir görüş olduğu herkesçe malumdur. Zira aklı başında olan her insanın vicdanı, zalimin övülmesinin ve ihsan ehlinin kınanmasının doğru olmadığını hiçbir şeye dayanmadan idrak etmekte ve böyle bir hareketin yanlışlığına hükmetmektedir.
b) Hüsn-ü Kubh-ün, aklî ve fıtrî olduğuna başka bir delil de, Allah'ı ve şeriatı inkar edenlerin, bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğuna hükmetmeleridir. Eğer iyilikle kötülük sadece şeriat yoluyla idrak edilseydi, onların hiçbir işin iyi veya kötü olduğuna hükmetmemeleri gerekirdi. Halbuki hakikat bunun tam aksini bize göstermektedir. Öyleyse, insanlar şeriata dayanmaksızın kendi akılları ile bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğunu idrak edebilirler.
c) İyilikle kötülüğün ancak şeriat yoluyla sabit olduğunu, aklın bazı işlerin iyi, bazısının da kötü olduğunu idrak etmesinde bağımsız olmadığını söylersek, Allah Teala'nın sâdık olduğuna ve peygamberler vasıtasıyla ilettiği haberlerin doğru olduğuna yakin edemeyiz. Zira, bu durumda O'nun yalan konuşma ihtimali doğar. Bütün yaptıkları da iyi telakki edildiğinden, yalan konuşmanın çirkin bir iş olduğuna istinat edilerek, yalan konuşma ihtimali de reddedilemez. Sonuçta verdiği bütün haberlerin, va'dlerin, cennet-cehennemin, sevap ve azabın hakikati olmayabileceği ihtimali ortaya çıkar. Bu ise, ilahî kanunların, temel inançların ve dinin yok olması, Allah'a hiçbir güvenin ve itimadın kalmaması demektir. Bu görüş kabul edilirse, 124 bin peygamberin gelmesinin, bir çok mü'min ve mücahid insanların Allah yolunda mücadele edip bu yolda kendi canlarından geçmelerinin hiçbir anlamı kalmaz ve bütün bu zahmete katlanmalar ve çabalar hedefsiz ve anlamsız çabalardan öteye gitmez. Ama "...Biliniz ki, gerçekten Allah'ın va'di haktır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." "Allah'ın kelimelerinde (verdiği sözlerde) asla bir değişme yoktur" "Doğrusu Allah, insanlara zerre miktarı zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler."
Hulasa insanların akılları aracılığıyla kötü saydıkları yalan konuşmak, aldatmak, zulmetmek gibi işleri Allah Teala yaparsa, artık insanlar Allah'ın, peygamberlerin ve imamların sâdık olduklarından şüphe ederler. Allah'ın verdiği va'd ve vaidlerin hiç birisine itminan ve güvence kalmaz.
d) Peygamberlerin kendi iddialarının doğruluğuna tek şahidleri, Allah'ın onların eliyle insanlara mucize göstermesidir. Allah Teala'nın aklın kötü saydığı işleri yapmasının caiz olduğunu söylersek, bu; beraberinde yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin eliyle halka mucize göstermesinin de kötü bir şey olmadığını getirir. Bu ise, büyük ilahi makam olan "Nübüvvet" makamının temelden sarsılmasına ve gerçekte peygamberlik makamının aşağı çekilmesine neden olur. Oysa işlerini hikmet üzere yapan Allah Teala, her türlü abes ve beğenilmeyen işi yapmaktan münezzeh ve çok yücedir.
e) Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerine dikkat edildiğinde bu ayetlerin, aklın iyilikle kötülüğü anlamakta müstakil olup vahye dayalı olmadığına işaret ettiğini görmekteyiz.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı ve akrabaya elde olandan vermeyi emrediyor; zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor. Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız."
"De ki: "Rabbim bütün aşırlıkların gizlisini de açığını da ve pislikleri, haksız yere azgınlığı... haram etti."
"Kendilerine iyiliği emrediyor, onları fenalıktan alıkoyuyor."
"Bir kötülük yaptıkları zaman "Biz atalarımızı böyle bulduk; bize bunu Allah emretti" derler. De ki, "Allah kötülüğü emretmez..."
Bu ayetlerden şu sonuç elde edilmektedir ki, Allah tarafından hakkında bir emir ve nehiy söz konusu olmasa da, gerçekte ihsan, iyilik, kötülük, adalet, zulüm ve fenalık diye tanınan bazı fiiller vardır ve insanoğlu; suyu, toprağı ve benzeri diğer mevzuları tanıdığı gibi, bazı işlerin iyi veya kötü olduğunu da kendi aklı ile tanıyıp idrak etmektedir.
Sonra; Allah Teala, bazı ayetlerinde bizzat insanın kendi aklını iyilik ve kötülük konusunda hükmetmeye davet ediyor. Hiç iyilik ve kötülüğü kavramaktan aciz olan bir şeyi, o konuda hakemlik yapmaya davet etmek doğru olur mu?
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Biz hiç, iman edip de salih ameller işleyenleri, o yeryüzündeki müfsitler gibi karar verir miyiz? Yahut Allah'tan korkan takva sahiplerini kafirler (zalimler) gibi yapar mıyız?"
"Biz Müslümanlar'ı, mücrim kafirler gibi mi tutarız? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?
"İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey olur mu?"
İşte bu ayetlerde biraz düşünüldüğünde, Hüsn-ü Kubh-ün akli olduğunda ve batini (iç) hüccetin (aklın), alanı dahiline giren konularda, iyiliklerle kötülükleri zahirî (dış) hüccetten (peygamber ve imamdan) yardım almaksızın idrak ettiğinde, hiçbir şüpheye yer kalmıyor.
O halde fiiller kendi haddi zatında iyi ve kötü, güzel ve çirkin olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. İnsan aklı da, mahiyetini kavrayabildiği bölümde kendi başına bunları idrak etme kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla da akıl, bütün çirkinliklerden münezzeh olan Cenab-ı Hakk'ın, aklın çirkin gördüğü şeylerden münezzeh olduğuna hükmetmektedir. Bu; Allah Teala'ya bir teklif tayin etme veya kudretine bir sınırlandırma getirme olmayıp, gerçeği olduğu gibi kavramaktır.
Böylece Kur'an'ın asıl müfessirleri ve Resulullah (s.a.a)'in hakiki varisleri olan Ehl-i Beyt İmamları, adaletin ve bu husustaki diğer mevzuların mefhumlarını tamamen halka tanıttılar ve batıl görüşler karşısında ciddi bir tavır alarak, iyilikle kötülüğü idrak etme konusunda, aklın hükmünün şeriat ve vahye bağlı olmadığını, hatta doğru ve yeterli olduğunu açıklayarak akla çok büyük bir önem kazandırdılar.
İşte böylece aklın konumunu inkar edenlerin bu eylemi ve bundan çıkardıkları Allah'ın adaletini aklın idrak edemeyeceği görüşleri, Ehl-i Beyt İmamları ve alimlerinin bu bahsi itikadın temel ilkelerinde yer vermelerine sebebiyet verdi.
2- Adalet, Allah'ın sıfatlarının içerisinde öyle bir konuma sahiptir ki, diğer sıfatların bir çoğu ona dönmekte ve ondan kaynaklanmaktadır. Zira daha önce adaletin geniş anlamıyla her şeyi kendi yerine koymak anlamına geldiğini söylemiştik. Buna göre Allah'ın Hekim, Rahim, Rahman olmasının, kullarının rızkını vermesinin ve diğer birçok ilahî sıfatların kökü adl-i ilahîdir ve hepsinin de adaletle bir çeşit bağlantısı vardır.
Usul-i dinin beşinci aslı olan Meâd da adl-i ilahî konusuyla ilintilidir. Zira, Mead bölümünde göreceğimiz üzere, Meadı zorunlu kılan delillerden biri de, Allah Teala'nın adalet sıfatıdır. Allah Teala Adil olduğu için, salih amel işleyen mü'minleri mükafatlandırmak, kötü amel işleyerek kendilerine ve başkalarına zulüm edenleri de cezalandırmak için kıyamet gününü yaratmıştır.
Yine nübüvvet ve imamet konuları da Allah'ın adil olmasıyla ilintilidir. Yani Allah Teala'nın adalet sıfatı, Cenab-ı Hakk'ın insanların hidayeti için peygamber göndermesini ve imam tayin etmesini iktiza etmektedir.
O halde adalet konusuna özel önem verip, ona usul-i din bölümünde yer vermenin bir diğer sebebi de, onun bir çok dini ilke ve inançlara temel teşkil etmesidir.
3- Toplumun huzur ve düzen içerisinde yaşamalarının en önemli temelini, sosyal adalet teşkil etmektedir. Eğer bir toplumun kanunları, herkesin ve her şeyin hakkını gözetecek şekilde adalet üzere düzenlenmiş olursa, o toplum günden güne ilerleyerek saadete, kemale erer ve örnek bir toplum haline gelir. Ama bir topluma zulüm, haksızlık adaletsizlik ve bundan kaynaklanan sayısız pislikler hakim olursa, o toplumda fesat çıkar, huzur ve saadetten eser kalmaz ve bilahare yok olup gider.
İşte Hz. Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'i, adaleti dinin temel unsurlarından biri olarak tanıtmalarıyla, bütün varlık aleminin Allah'ın adaletiyle ayakta durduğunu ispatlamakla birlikte, sosyal adaletin toplumlara hakim kılınmasının önemine işaret etmiş ve adl-i ilahinin sosyal adalete bir remiz olduğunu vurgulamışlardır.
Ehl-i Beyt (a.s)'e göre; bütün kötülükler, günahlar ve zulümler zalim kimselerin bir topluma önderlik yapmalarından kaynaklanıyor. Nitekim bütün hayırlar, kemaller ve iyilikler de adil ve ilahî bir imamın topluma önderlik yapmasından kaynaklanmaktadır. İşte bunun için, her türlü ilahî makamlarda öne geçmek isteyen her şahsın âdil olması, Ehl-i Beyt inancı ve fıkhı tarafından şart koşulduğu gibi, ilahî bir makam olan imamet ve önderlik hususunda da, zalimlere meydan verilmemiştir. Aksine, onlarla mücadele edilmesi ve zulmün her zaman için ortadan kalkması için, mucadele edilmesi farz kılınmıştır. Hatta bazı hadislerde, hak ve adaletli sözün zalim bir sultana karşı söylenmesi, en büyük cihad olarak nitelenmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Beyt mektebine göre, adl-i ilahi sosyal adaletin asıl temelini oluşturmaktadır.
İşte nübüvvet ilminin varisleri ve Kur'an'ın gerçek müfessirleri olan Ehl-i Beyt İmamları, adaleti usul-i dinden saymakla, sosyal adaletin önemini vurgulamışlardır. Zaten topluma gerçek adaleti hakim kılabilecek şahıslar da ancak onlardır.
Sosyal adalet o kadar önemlidir ki, hatta Allah Teala peygamberlerin gönderilme hedefinin sosyal adaletin kurulması olduğunu belirtmiştir. Topluma sosyal adaletin hakim kılınmasını ve insanların kemale doğru ilerlemesini isteyen Allah Teala, onlara zalim ve günahkar kimselerin önderlik yapmasına asla razı olmadığı gibi; insanlara, bütün pisliklerden arındırıp tertemiz kıldığı, kendi özel ilminden verdiği kâmil, masum ve âdil kimselerin imamlık yapmasını istemiştir.
Allah Teala'nın insanlara, Resulullah (s.a.a)'den sonra örnek ve imam olarak Ehl-i Beyt İmamlarını tanıtıp, o mübarek zatlara uymalarını emretmesinin sırrı da adl-i ilahide yatmaktadır.
O mübarek zatlar, adl-i ilahinin tecessüm bulmuş şekli idiler. Hem kendileri her alanda adaleti uygular, hem de diğerlerini adalete emrederlerdi.
Bakınız, Ehl-i Beyt İmamlarının ilki olan Hz. Ali (a.s) kendi hakkında ne buyurmuştur: "Allah'a andolsun, benim için, geceleri sabaha kadar deve dikenlerinin üzerinde geçirmem, elim kolum bağlanarak zincirlerle sürüklenmem; kıyamet günü kullardan bazılarına zulmetmiş ve dünya malından bir kırıntı bile olsa, gasbetmiş olarak Allah'a ve Resulü'ne kavuşmamdan daha iyidir. Çabucak imtihan yerine dönecek ve uzun zaman toprak altında kalacak bir nefis için, bir kula nasıl zulmederim!"
"Bir gece yarısı, birisi kapalı bir kapta helva getirdi. O helvadan tiksindim. Çünkü o, benim gözümde yılan (kusmuğu) zehri gibiydi. "Bu zekat mı, sadaka mı?" diye sordum. "Eğer öyleyse, bunlar Ehl-i Beyt'e haram kılınmıştır" dedim.
O adam: "Hayır bu bir hediyedir" dedi.
Ben: "Anan ağlasın sana! Din yoluyla gelip beni tuzağa mı düşüreceksin? Aklını mı kaybettin, seni şeytan mı çarptı? Yoksa sayıklıyor musun?" dedim.
"Vallahi, karıncanın ağzındaki arpanın kabuğunu alarak Allah'a isyan etmem karşılığında, bana yedi iklim ve onun altındakiler verilse, yine de kabul etmem. Benim nazarımda dünya, bir çekirgenin ağzıyla ısırdığı yapraktan daha değersizdir. Yok olacak nimetlere kanmak, bâki olmayan lezzetlere aldanmak Ali'ye çok uzaktır..."
CEBİR, TEFVİZ VE İHTİYAR
Allah Teala'nın tevhidine, her şeyde asıl etken O'nun olduğuna, var olmak isteyen her şeyin onun isteğine, iradesine, iznine kaza ve kaderine bağlı olduğuna inanmak, insanların eğitiminde çok büyük önem taşıyan inançlardan birisidir. Fakat; bu hassas konuyu doğru bir şekilde kavrayabilmek için, aklî ve fikrî olgunlukla birlikte, doğru talim ve açıklamaya da ihtiyaç vardır.
İşte bu yüzden, yeterince aklî rüşte sahip olmayanlar, yahut Kur'an'ın hakiki müfessirleri olan masum imamların öğretilerinden yararlanmayanlar, tevhid konusunda yanlışlığa düşerek, yaratılışta tevhid ilkesini kabul etmenin, nedensellik kanununun sadece Allah Teala'ya ait olduğunu, sebep sayılan şeylerin gerçekte müsebbepler üzerinde hiç bir tesiri olmadığını, aksine; sebep sayılan şeylerden sonra müsebbep sayılan şeylerin icat edilmesinin Allah'ın bir sünneti olduğunu, alemde gerçekleşen her şeyin nedeninin yalnızca Allah Teala olduğunu ve insana ait işler de dahil olmak üzere, bütün işlerin tek failinin Allah Teala olduğunu gerektirdiğini sanarak "kaza ve kader" konusunda Kur'an'ın sarih ve muhkem ayetleriyle çelişen bir görüşe sapmışlardır.
Bu fikrî azgınlığın kötü sonuçları, ancak insanın ihtiyari işleri hakkında ortaya attıkları bu görüşün, toplumları nasıl felakete düşürdüğü incelendiğinde aşikar olur. Zira bu akideye göre, insanın yaptığı bütün işler, doğrudan doğruya Allah'a isnat edilir. Kulların ise, onların icat edilmesinde hiçbir rolü kalmıyor. Yani; bu görüş gereğince, gerçekleşen her olay karşısında insanın, Allah'ın bu olayları icat etmede kullandığı bir araç olmadan öte hiçbir rolü kalmıyor; fiillerin gerçek faili Allah'tır ve faillik açısından insanın araç olmaktan başka hiçbir rolü yoktur. Eğer bu görüş kabul edilirse, artık hiçbir insan yaptığı işten sorumlu tutulamaz.
İnsanın, yaptığı her işi zorunlu ve mecburi olarak yaptığını, dolayısıyla da hiç bir sorumluluğu olmadığını içeren bu yanlış düşünce, gerçekte insanın en önemli özelliklerinden biri olan özgürlük vasfını inkar ederek; hukukî, ahlakî ve eğitim kurumlarının, özellikle de, kanunsal bir düzen olan İslam'ın teşriî nizamının boş ve yersiz olduğu sonucunu doğurmaktadır. Çünkü eğer insan, yaptığı işlerde özgürlük, irade ve seçim hakkına sahip olmazsa, artık Allah'ın kullarına vazife ve teklif tayin etmesine, cennet ve cehennem yaratmasına, sevap ve azab belirlemesine, kıyamet gününü getirmesine, peygamber göndermesine, imam seçmesine ve kitap indirmesine hiçbir neden kalmıyor.
Hatta bu düşünce, tekvini nizamın icat edilmesinin de hedefsiz ve boş bir iş olduğu sonucunu doğurmaktadır.
Zira; Kur'an-ı Kerim'in ayetleri, hadisler ve akli burhanlar, aleminin yaratılışından gayenin, insanın kendi iradesiyle, Allah'a ibadet ve kulluk etmekle bir çok yüce kemallere ulaşıp, Allah'ın özel rahmetlerine nail olmak zeminini hazırlaması olduğunu ispatlamaktadır.
Oysa; insanın iradesini, özgürlüğünü, işlerinde seçim hakkına sahip olduğunu ve yaptığı işlerden sorumluluğunu reddetmek, insanın yaptığı işlerle yüce mükafatlara ve kemallere ulaşmaya liyakat kazanmasını anlamsız kılar. Çünkü bütün bunlar, ancak özgür iradenin olduğu yerde bir anlam taşır. Özgür iradenin ve seçim hakkının olmadığı bir yerde ise, mükafat ve liyakat kavramları anlamını yitirir. Özgür iradenin olmadığı taktirde, insan hayatı boyunca kendisine, başkalarına ve yaratıcısı olan Allah'a karşı hiç bir sorumluluk duymaz. Sonuçta sonsuz nimetleri ve ilahi rızayı elde etmeye de çaba göstermez. Böylece yaratılış hedefinin tam aksine olan bir yönde hareket eder.
Seyyid Razi, Hz. Ali (a.s)'ın sözlerinden bir kısmını içeren biz Ehl-i Beyt dostlarının iftihar kaynağı, "Nehc-ül Belağa" kitabında şöyle yazıyor:
"Irak ehlinden olan bir ihtiyar adam Sıffin savaşından sonra Hz. Ali'ye (a.s) gelerek; "Bize Şam'a gidişimizden haber ver; acaba bütün bunlar Allah'ın kaza ve kaderi ile midir?" diye sordu. Bunun üzerine, Hazret uzun bir konuşmadan sonra şöyle buyurdu:
"Yazıklar olsun sana! Sanki kaza mutlaka olacak, kader mutlaka gerçekleşecek sanıyorsun. Eğer bu şekilde olsaydı, sevap ve ikap batıl olur, va'd ve vaid de anlamını yitirirdi. Kötülük yapanlar kınanmaz, iyilik yapanlar da methedilmezdi.
Bu söz, bu ümmetin Kaderiyecileri ve Allah'ın düşmanları olan kimselerin sözüdür. Allah seçim hakkını vererek kullarına hayırları emretti, uyararak da nehyetti .Onlara kolay olanı teklif etti, zor olanla da yükümlü tutmadı. Az amele çok mükafatla karşılık verdi. Ona, mağlup kılınarak isyan edilmez; kerhen de itaat edilmez. Peygamberleri, oyun olsun diye göndermedi. Kitabı, kullarına abes olarak indirmedi. Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadı. "Bu, kafirlerin zannıdır. Ateşteki kafirlere yazıklar olsun!."
Hazret'in bu metin buyruklarından coşkuya gelen o ihtiyar kişi, ayağa kalkarak Hazret'e hitaben şöyle bir şiir okumaya başladı:
"Sen o imamsın ki, itaatinle ümit ediyoruz,
kurtuluş gününde Rahman Allah'ın mağfiretini.
Açıkladın, dinimizden şüphe ettiğimiz konuyu,
mükafatlandırsın, bizden taraf ihsan ile Rabbin seni."
Belki de insanın fıtratıyla çelişen böyle bir görüşü savunanların olamayacağı akla gelebilir. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, İslam ümmeti içerisinde bu görüşü savunan bizzat Cebriye ismini alan gruplar olduğu gibi, İslam uleması, insanın kudret ve iradesinin yaptığı işlerde hiçbir tesiri olmadığını ve Allah Teala'nın insanın iradesi ile birlikte yapmak istediği işleri icat ettiğini savunan Ehl-i Sünnet'in Eş'arî grubunu da aynı kategoride değerlendirmiş ve onları da Cebriye gurubuna dahil etmişlerdir. Biz ileride bu konuyu daha fazla açacağız.
Bu batıl ve insanlığın saadetini tehdit eden görüşün yaygınlaşmasının en önemli amillerinden biri, Müslümanlar'ın zorla başına geçen ve kendilerini Resulullah (s.a.a)'in halifesi diye tanıtan zalim hükümdarların bazı siyasi amaçlarıdır. Zira onlar kendi zulümlerini ve kötü amellerini ancak bu şeytani düşüncelerle yorumlayarak meşru gösterebilir ve sadece bu görüşler sayesinde mazlum ve habersiz kitleyi kendi sultalarını kabullenmeye zorlayarak, onların harekete geçmesine, kıyam ve direnişlerine engel olabilirlerdi. İşte bu nedenle cebir görüşü insanlığın yıkılmasına, gerilemesine ve felaket uçurumlarına yuvarlanmasına sebep olan en belirgin amillerden biri sayılmalıdır.
Günümüzdeki Müslümanlar'ın acı durumlarını, kafir süper güçlerin tuzağına düşmelerini, onların bütün pisliklerine, cinayetlerine ve zulümlerine maruz kalmalarını, hak ve hakikat yolu olan İslam'dan uzaklaşarak küfre yönelmelerini ve İslam aleminin bu şekilde gerilemesini, şimdiki müstekbirlerin, zalimlerin ve sömürücülerin de desteklediği, bu cebir görüşünün bıraktığı izler ve neticeleri olarak gösterebiliriz.
Bu görüşün batıl ve zayıf yönlerini görerek onunla muhalefete kalkışan Ehl-i Sünnet'in "Mutezile" diye tanınan diğer bir gurubu ise, yine hem ilmi çıkarları olmadığından, hem de Masum Ehl-i Beyt İmamları'nın talimat ve buyruklarından yararlanmadıklarından, cebrin reddi ile kamil tevhidin arasında doğru bir bağlantı kuramayarak, başka bir yanlışlığa düşüp "Tefviz" görüşünü, yani insanın ihtiyari işlerinin vücuda gelmesinde Allah'ın hiç bir rolü olmadığı ve tek failin insanın kendi olduğu düşüncesini ortaya atmışlardır.
Bu inanca göre, Allah Teala insanı yaratmış, daha sonra onu kendi başına bırakmıştır. Fiilleri icat eden yalnız insanın kendisidir; Allah'ın insanların fiillerinde hiçbir etki ve rolü olmadığı gibi, bu gibi işler ilahi failiyetin0 dışında kalmaktadır.
Her şeyi yaratan ve varolabilecek bütün mümkinatın yaratılışına tek kaynak olan eşsiz Allah'ın kudret ve kamil tevhidini sınırlandıran ve imkan vasfını taşıyan bütün varlıkların varlıklarını Vacip Teala olmaksızın da sürdürebileceklerini içeren, bu görüşün de yanlış bir görüş olduğu, Ehl-i Beyt İmamları tarafından gözler önüne serilmiştir.
Mutezile mezhebine göre, Allah Teala'nın insanın fiilleri üzerinde hiçbir rolü yoktur. Allah Teala'nın rolü, sadece insanın kendisini yaratmaktır. İnsan, yaratıldıktan sonra ihtiyarı dahilinde olan fiillerini yalnızca kendi kudret ve iradesiyle icat etmektedir.
Nasıl ki, bir fabrikayı yapan mühendisin rolü, sadece fabrikanın kendisini icat etmek olup, fabrikanın işlevinde onun hiçbir rolü yoksa, Allah Teala'nın işi de, sadece insanın kendisini yaratmaktır. İnsanı yarattıktan sonra, ne onun iradesinde, ne de işlerinde hiçbir etki sahibi değildir.
Bu görüşe göre, cihanın sadece ilk icat edilişinde yaratıcıya ihtiyacı vardır. Ama beka ve işlevinde yaratıcıdan müstağnidir. Bu görüşün Allah Teala'nın tevhid-i ef'ali ilkesiyle çeliştiği ve bir nevi şirk olduğu açıktır.
Nitekim Eş'arîler'in savunduğu, insan irade ve kudretinin insanın fiilleri üzerinde hiçbir etkisi olmadığı ve her şeyin doğrudan doğruya Allah Teala'nın irade ve kudretiyle icat edildiği görüşü de, insanın muhtar oluşu ilkesini ihlal ettiğinden, Allah Teala'nın adil olması ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
O halde ne Eş'arîler'in savunduğu cebir görüşü doğrudur, ne de Mutezililer'in savunduğu tefviz görüşü.
Zira biri, Allah Teala'nın tevhidi ile çelişirken, diğeri Allah Teala'nın adaletiyle çelişmektedir. Hak görüş, Ehl-i Beyt mektebinin ortaya koyduğu, insanın muhtar bir varlık olup, irade ve kudretinin yaptığı fiillerde etkili olduğunu kabullenmekle birlikte, Allah Teala'nın irade ve kudretinin de her şeyde müstakil etken olduğunu kabullenmek yoludur ki; bu görüşe, daha sonra ele alacağımız, kaza ve kader bölümünde açıklık getirilecektir.
İnsan Muhtar Bir Varlıktır
İnsanın muhtar bir varlık olduğu ve bütün eylem ve işlerini kendi irade ve ihtiyari ile yaptığı en kesin konulardan biridir. Her insan bütün ruhsal özellik ve duygularını kendi içinde idrak ve ihsas ettiği gibi, böyle bir özelliğe sahip olduğunu da bizzat kendi idrak ve ihsas etmektedir. İnsanın bu idraki hata etmesi mümkün olmayan ilm-i huzuri türündendir. İnsanın ilm-i husuli diye adlandırılan kavramsal bilgilerinde şüphe etmesi veya bu tür bilgilerinde hata ve yanılgıya kapılması imkan dahilinde olabilir. Ama bizzat kendi zatında idrak ettiği ilm-i huzuri bölümüne giren idrak ve ilimlerinde şüphe etmesi veya bu bilgisinde hata ve yanılgıya düşmesi söz konusu olamaz. İnsan her şeyden şüphe etse bile, kendi zatında varlığını hissettiği duygu ve ihsaslarında şüphe edemez. İşte insanın muhtar oluşu bu türden bir gerçektir. Bizim hepimiz, kendi vicdanımıza müracaat ettiğimizde bir sözü konuşup konuşmamakta, bir yemeği yiyip yememekte veya elimizi hareket ettirip ettirmemekte serbest ve muhtar olduğumuzu hissetmekteyiz. Bizim hepimiz, acıkıp da bir yemeği yemeye karar verdiğimizde, susayıp da bir suyu içmek istediğimizde veya temiz ve saf bir yolu taşlı bir yola tercih ettiğimizde bunları yapmaya mecbur olmadığımızı ve istersek bunların tersini de yapabileceğimizin farkındayız.
Bizim hepimiz, hangi din ve kültüre sahip olursak olalım, bütün insanların kanun, hak ve hukuklara riayet etmesini bekliyor, bunun dışına çıkanları kınıyor ve hatta gerekirse, cezalandırıyoruz. Eğer insanlar yaptıkları işlerde muhtar olmasaydı, bunların hiç biri bir anlam taşımaz ve bizim bu yaptıklarımız zulüm ve delilsiz eylemler sayılırdı. Zira bu taktirde yerin çekim gücüyle düşerek birinin kafasını kıran taşla, başkasının hakkına tecavüz eden bir insan arasında bir fark kalmıyor. Nasıl ki, taş yaptığından sorumlu tutularak kınanıp cezalandırılmazsa, bu durumda insan da aynı hükme girer. O halde insan da yaptığından dolayı sorumlu tutularak kınanıp cezalandırılamaz. Oysa ki, böyle bir düşünce hiçbir insanın aklından bile geçmez.
Konunun ilginç yönü şu ki, hatta fikirsel olarak insanın muhtar olmadığını savunanların kendileri bile amele gelince, insanın hür iradesini kabul etmek zorunda kalıyorlar. Meselâ, birisi onların hakkına tecavüzde bulunursa, onu kınıyor, hatta onun cezalandırılmasını talep ediyorlar.
Oysa insan hür irade sahibi olmazsa, ne onu yaptığı suçlardan dolayı kınamak doğru olur, ne de cezalandırmak. O halde insanın muhtar oluşu kesin olup şüphe götürmeyen bir konudur.
Mevlana'nın İnsanın Muhtar Oluşuna Getirdiği Deliller
Ünlü düşünür ve arif Mevlana, değerli eseri Mesnevi'nin bir çok yerinde insanın muhtar bir varlık olduğunu ele alarak onu bir çok delillerle ispatlamıştır. Mevlana'nın insanın muhtar oluşuna getirdiği delilleri şöyle sıralayabiliriz:
1- İnsan muhtardır. Zira her insanın bizzat kendisi bunu idrak etmektedir. Mevlana şöyle der: "Şüphesiz biz muhtarız. Zira varlığı hissedilen bir şeyi inkar etmek olmaz" (74)
2- İnsanın seçim ve karar almada tereddüde düşmesi onun muhtar olduğunu göstermektedir. Mevlana şöyle der: "Yarın bunu mu yapayım? Şunu mu?" demen ey genç, muhtar oluşunun delilidir. İki iş arasında tereddütte kalmaktayız. İhtiyar olmazsa, bu tereddüt nasıl olabilir? Hiç "bunu mu yapayım? Şunu mu?" diyenle iki eli kolu bağlı olan bir olur mu?" (75)
3- Emir, nehiy, va'd ve vaid, sevap ve ceza ihtiyarın varlığını kanıtlıyor. Mevlana şöyle der: "Kur'an baştan sona emir, nehiy ve va'd ve vaidlerle doludur.
Mermer taşına emredildiğini kim görmüştür? Bu yüce alemi icat eden Allah, nasıl cahilane emir, nehyedebilir? Hiçbir kimse, taşa gel demez. Hiçbir kimse, çakıldan vefa aramaz. Hiçbir kimse, taşa geç geldin demez. Hiçbir kimse, ağaca beni niçin vurdun demez. Muhtar olandan gayrisine emir, nehiy, öfke, ikram ve kınama olamaz."
4- İnsanın yaptığı işlerden lezzet alması onun muhtar olduğunu kanıtlıyor. Zira kerhen yapılan işlerden lezzet alınmaz. Mevlana bu konuda şöyle der: "Hiç kerhen yapılan işlerde lezzet olur mu? Oysa sen günaha koşa koşa gidiyorsun! Kim böyle neşeyle kerhen yapılan işe gider? Oysa insanlar sapıklığa oynayarak gitmekteler."
5- İnsanın yaptığı yanlış işlerden dolayı pişman olup vicdan azabı duyması onun muhtar oluşundandır. Mevlana bu konuda şöyle der: "Bizim öfkemiz ihtiyarın delilidir. Bizim utanç duymamız ihtiyarın delilidir. Eğer ihtiyar olmasaydı, bu utanç duymam niçindir? Bu teessüf etmem, vicdan azabı duymam ve kendimi kınamam niçindir? Eğer cebir olsaydı pişmanlık olmazdı, eğer zulüm olsaydı gözetleme olmazdı."
Velhasıl insanın muhtar oluşu vicdani ve açık bir konudur. Bunda şüphe etmek olamaz. Bütün öğretim, eğitim, kanunsal düzenler ve ilahi dinler bu ilke üzere kurulmuştur.
Ancak bütün bunlara rağmen, bazılarını böyle bir inanca yönlendiren, insanın muhtar oluşuna yönelik olan bir takım şüpheler olmuştur. Onlar bu şüphelerin cevabında aciz kalınca, kendi vicdanlarına aykırı olarak böyle bir görüşü kabul etmek zorunda kalmışlardır. Şimdi insanın ihtiyarı konusunda söz konusu olan şüphelerden bazılarına işaret edip cevap verelim.
source : abna24