PEYGAMBER AŞIĞI
Yazar: Rıza RAHGÜZAR
Mütercim: Bahri AKYOL
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Yazın son günleriydi, Medine sıcaktan kavrulmaktaydı. İnsanlar kan-ter içinde kalmışlardı. Hurmalar olgunlaşmak üzereydi. Ağırlıktan yere doğru sarkan hurma dalları çok güzel bir görünüme sahipti.
Yavaş yavaş hurmaları toplama zamanı gelmişti. Bir yıllık kuraklık ve kıtlık yerini bereketli bir yıla terk etmişti. O yıl bolca yağmur yağmış, ağaçlar meyvelerle dolmuştu. Bahçıvanlar, ağaçlardan meyveleri toplayıp satmayı ve diğer insanlar da almayı düşünüyorlardı.
İşte böyle bir günde, yorgun ve toz-toprak içerisinde kalmış bir deveci süratle şehire doğru yaklaştı. Medineli olmadığı her halinden belli idi. Yüzü güneşten yanmış ve siyahlaşmıştı. Uzak bir yoldan geldiği ve şahsiyetli bir insan olduğu halinden anlaşılıyordu.
Öğle ezanı vaktiydi, Müslümanlardan büyük bir kalabalık, şehrin camisinde toplanmış diğer Müslümanlar da aceleyle camiye doğru gidiyordu. Yolcu suratla şehrin sokaklarından geçerek, caminin önünde devesinden indi. Devenin ön ayaklarını bağladıktan sonra aceleyle camiye girdi.
Bilâl ezan okumak için her zamanki yerine çıkmıştı. Halk camiye girerken Bilal'ın o güzel sesi duyulmaya başladı. "ALLAHU EKBER ALLAHU EKBER.
.." O sırada abdest almakta olan Hz. Peygamber (s.a.a) camiye aceleyle giren yolcunun farkına vardı, yolcu daha ağzını açıp bir şey söylemeden, Peygamberimiz (s.a.a) den samimi ve sıcak bir ses yükseldi; Selamun Aleyküm.
Yolcu, Peygamber (s.a.a)'in selamını aldı. Peygamber (s.a.a) onun konuşmasını bekledi. Yolcu soluk soluğa "Ya Resulullah kötü haberlerim var. Rum imparatoru büyük bir ordu ile bize saldırmayı düşünüyor."
Resulullah (s.a.a) biraz sessizlikten sonra olup biten her şeyi anlatmasını istedi. Haberci, Rum ordusu ve donanımı hakkında duyduğu, bildiği her şeyi Peygamberimiz (s.a.a)'e anlattı.
Namaz eda olunduktan sonra Hz. Peygamber (s.a.a) minbere çıktı, halk sessizlik içinde merakla bekliyordu. Yeni bir şeyler olacağını herkes fark etmişti. Peygamber efendimiz (s.a.a), Allah (c.c) yolunda savaşmak hususunda bir hutbe okudu; Cihatla ilgili bir kaç ayet okuyarak,
Rumların savaş hazırlığı içerisinde bulundukları haberini Müslümanlara bildirdi. Daha sonra, Müslümanlardan eli silah tutan herkesin, silahını kuşanıp azığını da yanına alarak, harekete hazır olmasını istedi. Peygamber (s.a.a) daha sonra, birkaç kişiyi, Mekke'ye ve Müslümanlarla dostluk içinde bulunan kabilelere gidip savaş için ordu toplamaları için görevlendirdi.
Kötü haberdi gelen; zira çektikleri onca zahmet ve çalışmalarının karşılığını alacakları bir gündü. Onlar meyveleri toplamak, ağaçların gölgesinde oturmak ve dinlenmek umuduyla bir yıl boyunca kıtlığa tahammül etmişlerdi. Dahası, Medine'den Rum'a giden yol çok uzaktı; yollar yakıcı kumsal çöllerden geçiyordu. Bu çöllerde bazen öyle tufanlar oluyordu ki her şey kumların altında kalıyordu.
Bir canlının yaşayabilmesi, hayatını sürdürebilmesi çok zordu... Ne yapılmalıydı. Düşman Müslümanlara saldırıya hazırlanıyor ve Peygamber (s.a.a) de cihat emrini vermişti. Müslümanlar savaşa hazırlanmalıydılar.
Peygamberimiz (s.a.a)'in konuşması bittiğinde,
halk aceleyle ayrılıp evlerine gitti, borçlarını ödediler, silahlarını çıkarıp temizlemeye ve yağlamaya başladılar. Bu arada bazıları için bir yıllık zahmetlerinin karşılığını almadan savaş meydanına koşmak çok zor geliyordu. Bu durum münafıklar için iyi bir fırsattı. Halkın gönülsüzlüğünden yararlanarak, onları Peygamberimiz (s.a.a)'e karşı kışkırtmaya çalıştılar.
Münafıklar her fırsatta bozgunculuk yapıyor, bir o tarafa bir bu tarafa halkı savaşmaktan alıkoymaya çalışıyorlardı:
-Eğer biz savaşa gidecek olursak, hurmaları kim toplayacak?
-Bu sıcakta o kadar yol nasıl kat edilebilir? Yolun yarısında herkes açlık ve susuzluktan yok olup gider.
-Bunlarla savaşmak kolay bir iş mi? Rum ordusu dünyanın en güçlü ordularından biridir. Biz, bu silahlarla mı ve bu sayımızla mı onlarla savaşacağız?
Bu sözler bazılarına tesir etti. Rahat ve huzur peşinde olanlar çabuk aldandılar, çeşitli bahaneler uydurarak savaşa gitmeğe yanaşmadılar; fakat halkın çoğunluğu her şeylerini, eserlerini, çocuklarını ve bütün dünya malını bırakarak savaşa hazırlandılar.
Ebuzer'i Gaffarî de Medine'de idi; savaş haberini duyar duymaz savaşmaya karar verdi. Derhal devesinin peşi sıra giderek onu buldu ve yol hazırlıklarına başladı. Fakat devesi zayıf ve çelimsizdi. Ebuzer devesinin onu Rum sınırına kadar götüremeyeceğini görünce biraz düşündü ve sonra kendi kendine: "Bir kaç gün buna iyi bakar, iyi yem verir ve sonra da yolculuğa çıkarım" diye düşündü.
Rumların Müslümanlara karşı savaşa hazırlandıkları haberi her yere yayılmıştı. Bu haberi duyan diğer yerlerdeki Müslümanlar da silahlarını ve azıklarını alarak Medine'ye akın ediyorlardı. Medine görülmemiş bir kalabalıkla doldu. Şehir içinde kalacak boş bir yer kalmadığı için,
birçokları şehir dışında çadırlar kurup konaklamış ve hareket anını bekliyorlardı.
Nihayet hareket günü gelip çatmıştı. İslâm askerleri Medine'nin etrafındaki tepelerde bir araya toplanmışlar ve hareket emrinin verilmesini bekliyorlardı. Peygamber efendimiz (s.a.a) savaş elbisesini giyerek orduya katıldı. Çok kısa bir zamanda ordu nizama girmiş; harekete hazır bir duruma gelmişti.
Ordunun mevcudunu saydılar. Asker sayısı otuz bin kişiyi buluyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) orduyu bir kaç gruba bölerek, her grup için bir komutan tayin etti. Son bir kez daha bütün bölükleri dikkatlice gözden geçirdikten sonra cemaat halinde namaz kılmaya başladılar.
Namaz bittikten sonra Hz. Peygamber (s.a.a) hareket emrini verdi ve İslâm ordusu Rum sınırına doğru hareket etti. Ortalığı atların ayaklarından çıkan toz-toprak bulutu kaplamıştı. Atların kişneyişi, develerin ayak sesleri ıssız çölü âdeta inletiyordu.
Gittikçe ordu bir karartı gibi Medine'den uzaklaşıyordu. Develerin çanlarından çıkan sesler, atların kişneyişleri ve ordunun gürültüsü birbirine karışmış, çölü bir uğultu kaplamıştı.
Otuz bin savaş eri, kurak ve susuz çölü yararak ilerliyordu. Onların içersinde her türden insan bulmak mümkündü; ihtiyarından gencine ve zayıfından güçlüsüne kadar. Bazı deve sahipleri bir iki kişiyi de kendi develerine bindirmişlerdi. Yüce Peygamberimiz (s.a.a) deve üzerinde ordunun en önünde ilerliyordu.
Onun yanında da en yakın ashabından bazıları yer almıştı. Biraz gerisinde Ebuzer zayıf devesi üzerinde peygamber (s.a.a)'den uzak düşmemeğe gayret ediyordu.
Bir kaç gün böylece yola devam ettiler. Daha önlerinde kat edilmesi gereken uzun yollar vardı. İlerisi göz alabildiğince çöldü. Toprak, çakıl ve kumsallıktı. Bazı yerlerde kurumuş çalı kökleri kumları yararcasına dışarı çıkmıştı. Güneş alev saçıyordu.
Askerler yorgun ve susuzdu. Su ve azıkları çok azalmıştı. Peygamberimiz (s.a.a) de susuzluktan yanıyordu. Fakat bir şey söylemiyordu. Sağlam bir imana sahip olmayanlar, İslâm ordusuna katılarak buraya kadar geldiklerine pişman olmuşlardı.
İşte tam o sırada biri Hz. Resulullah'a yaklaşarak:
"Ya Resulullah, Ka'b orduyu terk ederek Medine'ye geri döndü" dedi.
Peygamberimiz (s.a.a): "Bırakın gitsin, eğer onda bir hayır varsa şüphesiz Allah-u Teala pek yakında onu size geri döndürür ve eğer onda bir hayır yoksa Allah (c.c) sizi onun şerrinden kurtarmıştır." buyurdular.
Aradan fazla bir zaman geçmemişti ki, aynı adam Peygamber (s.a.a)'e yaklaşarak, Mirare'ninde Medine'ye geri döndüğünü haber verdi. Peygamberimiz (s.a.a) yine aynı sözü tekrarladı.
Biraz sonra aynı adam yine Peygamber (s.a.a)'in yanına gelerek: "Ya Resulullah Hilâl da gitti."
Peygamberimizin (s.a.a) cevabı bu kez de aynıydı.
Ebuzer'in zayıf ve yaşlı devesi, güçlükle yürüyebiliyordu. Ebuzer başkalarından geri kalmamaya çalışıyor, ama bu mümkün olmuyordu. Biraz sonra deve artık tamamıyla durmuş kımıldayacak hali kalmamıştı. Bir adım dahi atamadı. Ordu içerisinden, Ebuzer'in de geride kaldığını görenler şöyle söylenmeye başladılar:
-Ebuzer-i Gaffari de geride kaldı. Galiba geri dönmek niyetinde!
-Ebuzer-i Gaffari mi niçin? O Peygamberin (s.a.a) en iyi arkadaşlarındandır.
-Allah'a (c.c) sığınırız.
Ebuzer niçin geri dönmek istiyor? Şimdiye kadar o asla Peygamber (s.a.a)'e itaatsizlik etmemiştir.
Onlardan biri derhal Resulullah (s.a.a)'ın yanına gelerek "Ya Resulullah, Ebuzer-i Gaffari de gitti." dedi.
Peygamberimiz (s.a.a) bu kez de yine aynı soğukkanlılıkla: "Bırakın gitsin. Eğer onda bir hayır olursa Allah-u Tebareke ve Tealâ pek yakında onu size geri döndürecektir ve eğer ondan size bir hayır yoksa Allah (c.c) sizi onun şerrinden kurtarmıştır." buyurdular.
Ordu hareketine devam ediyordu. Ebuzer her ne pahasına olursa olsun deveyi yattığı yerden kaldırmaya ve yürütmeye çalışıyorduysa da boşunaydı; zira devenin yerinden kımıldayacak hali yoktu.
Ebuzer bütün gayretine rağmen bir türlü muvaffak olamadı. Gayretinin faydasız olduğunu görünce, mecburen deveden indi, devenin üzerindeki yükü indirip kendi omuzlarına alarak yola düştü. Ordu epeyce uzaklaşmıştı. Bu durumda Ebuzer'in yaya olarak onlara yetişebilmesi çok zordu.
Ebuzer hızlı adımlarla gitmeye gayret ediyordu fakat başaramıyordu. Yorgundu, ayrıca susuzluk ve sıcaktan ıstırap içindeydi, omuzlarındaki ağır yük de hızlı yürümesine mani oluyordu.
Zaman geçtikçe Ebuzer ile ordunun arasındaki mesafe uzuyordu. Bir süre sonra ordu görünmez oldu. Görünen tek şey vardı oda; uçsuz bucaksız kurak bir çöldü.
Ebuzer ordudan geri kaldığı için çok üzgündü. Kendinde bir takatsızlık hissediyordu. Susuzluk ve yorgunluğun kendisini perişanlığa sürükleyeceğini hissediyordu. Nitekim Peygamber de "Ey Ebuzer sen çölde yalnız öleceksin" diye buyurmamış mıydı! Öyleyse işte burası çöl ve kendisi de yalnızdı.
Çevresine bakındı. Epey ötede bir dağ ve dağın üzerinde de bir kaç parça siyah bulut vardı. Ebuzer dağa ulaşıp bulutların gölgesinde biraz dinlenmeyi ve orada su bulabileceğini düşündü.
Dağa vardığında yerin yaş olduğunu gördü. Evet yanılmıyordu biraz önce yağmur yağmıştı. Ebuzer, biraz su bulabilmek için gezinmeye başladı; fakat görünürlerde su yoktu. Umutsuzluğa kapılmak üzereydi ki; büyük bir taşın üzerinde yağmur suyu birikintisi gördü. Su çok temiz ve berraktı.
Ebuzer'in gözlerinde şimşekler çaktı. Üzerindeki yükü bir kenara bırakarak yere diz çöktü ve bir avuç su içti. Su Ebuzer'e ferahlık vermişti. Her iki avucuyla bir daha içmek istedi; fakat Hz. Peygamberi (s.a.a) ve orduyu düşündü. Kendi kendine söylenmeye başladı: "Otuz bin Müslüman benim gibi susuzdurlar. Sevgili dostum Hz. Peygamber (s.a.a) de kesinlikle susuzdur ve içmeye su da bulamıyordur. Hayır, ben bu suyu içmeyeceğim ve peygambere (s.a.a) götüreceğim. Hz. Peygamber (s.a.a) su içmedikçe ben bu suyu ağzıma değdirmeyeceğim".
Ebuzer vakit kaybetmeksizin, yanındaki su kabını suyla doldurarak yola koyuldu. Susuzluktan yanıyordu, fakat buna rağmen gitmeye kararlıydı.
Ebuzer çölü yararak ilerliyordu. Süratle ilerliyor, tepeleri geride bırakıyordu; fakat ordudan eser yoktu, ne bir iz ve ne de bir karartı...
Güneş batmak üzereydi, Ebuzer orduya ulaşamayacağını sandığı bir sırada uzakta büyük bir karartı gözüktü. Adımlarını sıklaştırdı, epeyce ilerledikten sonra o karartının İslâm ordusu olduğunu fark etti. Ebuzer sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Ordudan da bazıları uzaktan bir karartının kendilerine doğru geldiğini fark etmişti. Ama mesafe fazla olduğu için karartının Ebuzer olduğunu fark edememişlerdi.
Karartıyı görenlerden biri Peygamberin yanına koşarak: "Ya Resulullah orduya doğru bir karartı gelmektedir, yaya birisi olması gerek" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.a) gittikçe yaklaşmakta olan karartıya biraz baktıktan sonra; "Bu gelen Ebuzer olsa ne iyi olur" buyurdular.
Biraz sonra Hz. Peygamberin yanındaki birisi sevinçle haykırdı. "Allah'a andolsun ki ta kendisidir! Ebuzer'dir!"
Hz. Peygamber gelenin Ebuzer olduğunu görünce şöyle buyurdu: "Allah-u Teala Ebuzer'i bağışlasın: O yalnız yaşıyor, yalnız ölecek ve kıyamet günü de yalnız kalkacaktır."
Ebuzer Hz. Peygamberi görünce, artık bütün susuzluk ve yorgunluğunu unutmuştu, koşar adımlarla ilerlemeye başladı. Hz. Peygambere yaklaştığı sırada bitkinlik ve susuzluktan bayılıp yere düştü. Hz. Peygamber (s.a.a) onun üzerindeki yükü açarak bir kenara bıraktı.
Ebuzer'in susuzluktan dudaklarının çatladığını görünce etrafındakilerden su getirmelerini istedi.
Ebuzer güçlükle gözlerini açarak çok ince, zayıf bir sesle: "Kendi su kabımda su var ya Resulullah" dedi.
Hz. Peygamber hayretle sordu: "Peki suyun vardı da neden içmedin?
Ebuzer güçlükle konuşmaya başladı: "Annem, babam sana feda olsun yolda gelirken biraz su buldum. Sizinde susuz olabileceğinizi düşünerek onu içmeyip size getirdim ve siz içtikten sonra ben de içerim diye düşündüm."
İslâm ordusu bir gün dinlendikten sonra yoluna devam etti.
Rum sınırına varıldığında Hz. Peygamber (s.a.a) oradaki kabilelerin liderleri ile antlaşmalar imzalayıp onların bazılarının orduya katılmasını sağladı.
Hz. Peygamber (s.a.a) Rum sınırını güven altına aldıktan sonra içinde; Ebuzer gibi askerlerin de bulunduğu güçlü bir İslâm ordusuyla, muzaffer bir şekilde Medine'ye geri döndü.
11-PEYGAMBER-İ EKREM(s.a.a)VE KUR'AN
Diğer peygamberlerden istenildiği gibi Hz. Peygamber-i Ekrem'den de mucize isteniyordu. O Hazret de Kur'an'ın açıkça teyid ettiği gibi öteki peygamberlerde olan mucizeleri tasdik ediyordu.
O Hazretin bir çok kesin ve güvenilir rivayetlerle ispat olunan mucizeleri vardır. Ancak şimdiye kadar kalan mucizesi Kur'an-ı Kerim'dir. Bu kitap semavi kitap olarak altı bin kaç yüz ayete ve yüzondört büyük ve küçük sureye şamildir. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) yirmi üç yıllık biset ve davet zamanlarında, çeşitli münasebetlerde tedricen nazil olmuştur. Bir ayetten bir sureye kadar gece gündüz, yolculukta, vatanda, savaş ve barışta, zor ve kolay günlerde Peygamber'e nazil olmuştur.
Kur'an-ı Kerim bir çok ayetlerinde açıkça kendisini mucize olarak tanıtıyor. Tarihin de bildirdiğine göre, o zamanki Araplar fesahat ve belagatın en yüksek derecelerinde olmalarına rağmen, Kur'an onları mübarezeye davet edip şöyle diyor; Kur'an'ın beşeri kelam olduğuna, Muhammed (s.a.a)'in getirdiğine veya yarazın öğretim gördükten sonra yazdığına inanıyor iseniz onun gibisini, ondan on suresini veyahut bir suresini siz de getirin ve bu konuda bütün imkanlarınızı kullanın. Nasıl ki buyuruyor:
"Doğru söylüyorlarsa onun gibisini getirsinler." (Tur, 34)
"Yoksa diyorlar ki, Muhammed Allah'a iftira ediyor deki öyle ise siz de iftiralı on sure getirin ve Allah'dan başkasını yardıma çağırın". (Hud, 13)
"Yoksa onu Peygamber uydurdu mu diyorlar? Sen de deki: Öyle ise siz de onun gibi bir sure getirin." (Yunus, 38)
Arapların en büyük fasih hatipleri bu çağrının karşısında "Kur'an sihirdir ve biz öyle bir şey getiremeyiz" cevabını verdiler.
Kur'an kendisini yalnız fesahat ve belağette mucizedir diye sınırlamıyor. Belki, bazı ayetlerde manada bile insanları ve cinleri mücadeleye davet ediyor. Çünkü insanın bütün yaşam programına şamildir. ve eğer dikkatle araştırılırsa bu program insanın bütün inanç, ahlak ve sayısız amellerinin temeli olarak görülür
ve bunların hepsine şamil olduğu anlaşılır. Onu Hak indirmiş ve Hak adını vermiştir. (İslam, kanunları gerçek hak ve maslahattan kaynaklanan bir dindir; halkın çoğunluğunun veya güçlü ve emir sahibi bazı fertlerin isteğinden kaynaklanmış bir din değildir.)
Bu programın temelini oluşturan en değerli kelime Allah'a inanç kelimesidir. Usul ve bütün öğretiler tevhidden kaynaklandığı gibi, beğenilmik ahlak de bu usüllerden sonuçlanan dallardır. Ondan sonra insanın, ferdin ve toplumun sayısız ahvalleri araştırıp onlara düşen görevler de tevhidden kaynaklanıyor ve sonuç elde ediliyor.
İslam dininde usül ve furu'un birbirine bağlanması bir şekildir ki, her fer'i hükmünü herhangi konuda olursa olsun araştırır isek tevhid kelimesine döner ve tevhid kelimesi de bu furunun bir araya gelmesiyle gerçekleşir.
Böyle bir geniş dini bu şekilde hazırlamak dursun da, yalnız o dinin alfabesini derlemek doğal en büyük ve bilgin hukukçuların da elinden gelmez. Bunları, can ve mal güvenliği olmayan bir çok kanlı savaşlar görüp iç ve dış baskılara maruz kalan kimse, kısa bir zamanda hazırlayabilir mi?
Bundan başka, Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) okuma yazması yokken öğretmen ve eğitici görmeden davetinden önce ömrünün üçte ikisini medeniyet, ahlak ve insaniyetin ne olduğunu bilmeyen, kurak çölde en kötü şartlar altında yaşayan ve her zaman yakın bir devletin köleliğini yapan cahil Araplar içerisinde yaşamasıyla birlikte böyle bir kitap getirebilir miydi?
Bunlara ilave olarak Kur'an-ı Kerim bir başka yoldan teheddi ediyor ve o şu ki, Kur'an-ı Kerim yirmi üç yıl zarfında çeşitli münasebetler ve olaylar nedneiyle tedricen nazil olmuştur. Eğer bir insanın indinden olsaydı, insanın tedrici tekamül ilkesi gereğince onun evveli sonuyla değişik ve sonu evvelinden daha iyi olurdu. Evvelinden sonuna kadar birbiriyle zıt şeyler bulunurdu. Ama Kur'an-ı Kerim'in Mekki ve Medini birine benzemektedir. Açıklama gücünün de bir üslubda olması dikkat çekicidir.
AHİRETİ TANIMA
1- İnsanın ruh ve bedenden yaratılışı
2- Bir başka açıdan ruhun hakikatı
3- İslam açısından ölüm
4- Berzah alemi
5- Kıyamet
6- Açıklama
7- Yaratılışın istimrarı
1-İNSANIN, RUH VE BEDENDEN YARATILIŞI
İslami öğretilere az çok aşina olanlar bilirler, ki Kitap ve Sünnet'in beyanları içerisinde, ruh ve cisin yahut nefs ile bedenden bir çok yerde söz edilmiştir. Cisim ile beden hisse bağlı olduğu için anlaşılması kolaydır. Fakat ruh ve nefs öyle değil, girift bir yapıya sahiptir.
Ehl-i Sünnet ve Şii filozofları ve mütekellimleri ruhun hakikatı konusunda çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat İslam açısından beden ve ruhun iki değişik hakikata sahip olduğu kesindir. Beden, ölüm arızasıyla hayati özelliklerini kaybeder. Fakat aslında hayat, ruhundur. Bedenle birlikte olduğu sürece, beden, hayatını ondan alır ve ayrıldığı an beden ölür. Ancak ruh, kendi hayatına devam eder.
Kur'an-ı Kerim'in ayetlerinden ve Ehl-i Beyt imamlarının açıklamalarından, ruhun gayr-i tabii bir varlık olup bedenle bir nevi ve bağlılık halinde olduğu anlaşılıyor. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
"Andolsun ki biz insanı, balçık mayasından yarattık, sonra onu, sağlam bir karar yurduna bir kafre su kıldık. Sonra o bir katre suyu kan pıhtısı haline getirdik, derken kan pıhıtsını bir parça et haline soktuk, derken etti kemikler yarattık, derken kemiklere et giydirdik, sonra da
onu başka bir yaratılışla meydana getirdik." (Mu'minin, 12-14)
Bu ayetlerin üslubundan anlaşılan şudur ki, ayetlerin evveli tedrici maddi yaratılışı anlatıyor. Ayetin sonunda ruh ve şuurun verilişine işaret ettiğinde onu, önceki yaratılıştan değişik bir şey tanıtıyor.
Başka ayette, ahireti inkar edenlerin "insan ölüp bedeni dağıldıktan ve bu parçaların yeryüzünde yok olmasından sonra, tekrar nasıl yaratılıp önceki insan haline gelir" itirazı karşısında şöyle buyuruyor: "De ki: Size memur olan ölüm meleği öldürecek sizi, sonra da dönüp Rabbinizin kapısına varacaksınız." Yani ölümden sonra dağılıp yeryüzünden kaybolan sizin bedenlerinizdir.Ama kendiniz (ruhlarınız), ölüm meleği vasıtasıyla bedenlerinizden ayrılmış ve bizim indimizde mahfuzsunuz. (Secde, 11)
Diğer ayetlerde ruhun gayri maddi olduğu, şöyle açıklanıyor: "Ve sana ruhu soruyorlar; de ki: Ruh, Rabbimin işindendir." (İsra, 85)
Diğer başka ayette Allah (c.c) kendi işinin (emrinin) ne olduğunu şöyle açıklıyor: "Emri, bir şeyin yaratılmasına taalluk eder, bir şeyi yaratmayı dilerse ona ol der, hemen oluverir. Yücedir, münezzehtir o mabut ki, herşeyin tasarrufu ve tedbiri, Onun elindedir." (Yasin, 83)
Bu ayetler gereğince, Allah'ın emri, varlıkların yaratılışında tedrici olmayıp, zaman ve mekanın onda etkisi yoktur. Öyleyse Allah'ın emri olan ruh da maddi olamaz. Kendi varlığında, maddenin gerektirdiği tedric, zaman ve mekan özelliklerine muhtaç değildir.
2-BİR BAŞKA AÇIDAN RUHUN HAKİKATI
Akli incelemeler, Kur'an-ı Kerim'in buyruğunu tasdik ediyor. İnsanların her biri kendisinde mevcut olan bir hakikatı ve gerçeği idrak edebiliyor. Bu hakikatı "Ben" olarak isimlendiriyor ve bu anlayış, her zaman insanda mevcuttur. İnsan bazı zamanlar baş, ayak kol ve diğer uzuvlarını hatta bazen bütün bedenini unutuyor. Fakat "Ben" hakikatını unutamıyor. Bu gerçek anlaşıldığı gibi, bölünmez ve parçalanmaz.
Beden her zaman çeşitli hallere dönüşür. Zaman geçer ve yeri değişebilir. Fakat bu hakikat (Ben) sabittir ve kendi varlığında değişikliği kabul etmez. Eğer maddi bir varlık olsaydı; maddenin özellikleri olan bölünme, değişme, zaman ve mekanı kabul ederdi.
Evet bu özelliklerin hepsini beden kabulleniyor. Ancak ruhsal bağlantı nedeniyle bu özellikler ruha da nisbet edilebilir. Fakat birazcık üzerinde düşünülürse bu zaman, o zaman, şurası, orası, bu tür, o tür, bu taraf, o taraf gibi nisbetlerin bedene ait olduklarını görüp, bu nisbetlerin ruh hakkında geçerli olmadığını ve bunların beden vasıtasıyla ruh da yansıdığını anlayabiliriz
Ruhun özelliklerinden olan ilim de aynı şekildedir. Eğer ilim maddeye mahsus olsaydı, maddelik gereğincde bölüm, zaman ve mekanı kabul ederdi.
Elbette bu bahisle ilgili birçok konular, soru ve cevaplar vardır. Ama onları bu kitaba sığdıramayız. Bilgi edinmek isteyenler diğer İslami felsefeyi ilgili kitaplara müracaat edebilirler.
3-İSLAM AÇISINDAN ÖLÜM
Dar görüşlüler ölümü insanın yok olması ve hayatı, doğuşla ölümün arasındaki zamanla sınırlıyorlarsa da İslam, ölümü, "yaşayışın bir katından diğer bir katına aktarılmaktır" diye açıklıyor. İslam'ın görüşünde insanın yaşamı ebedidir. Ruhun bedenden ayrılması, insanı bir başka hayata götürür.
Orada mutlu olanlar, dünyada yaptıkları iyilikler sebebiyle mutludurlar. Ateşe düşenler de, ölümde önceki yaşamlarında yaptıkları kötülükler karşılığında ateşdedirler.
Peygamber-i Ekrem (s.a.a) "Zannetmeyin ölmekle yok olacaksınız. Belki ölüm sizi bir evden öteki eve götürü" buyurmaktadır.
4-BERZAH ALEMİ
Kitap ve Sünnet'ten anlaşılan şu ki, ölüm ve kıyamet günü arasında sınırlı ve geçici bir hayat vardır. Bu berzah alemi olup dünya ve ahiret arasında bir vasıtadır.
İnsan ölümden sonra inançları ve yaptığı iyi ve kötü ameller sebebiyle özel bir hesaba çekilecektir. Bu kısa soruşturmadan sonra tatlı veya acı bir yaşantıya mahkum olacak ve kıyamet gününü bekleyecektir.
Berzah alemindeki insanın yaşamı, suç dolayısıyla mahkemeye çağrılıp, ifade verip, dosya düzenlendikten sonra sonucu beklemek için nezarette bekletilen insanın haline çok benzer.
Berzah aleminde insanın ruhu dünyada yaşadığı gibi olacak. İyilerden olursa saadete erişip nimet içerisinde olacak ve ilahi dergahına yakın olan iyi arkadaşlardan yararlanacak. Kötülerden olursa azap ve zorluk çekerek şeytan ve dalalet öncüleriyle birlikte olacaktır.
Saadete ermişlerin bir grubunun halini Allah (c.c) şöyle vasfediyor:
"Ey Peygamber, Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Onlar diridir ve Rableri katında (Kurb makamında) rızıklanırlar, ferah-fahur bir halde Allah'ın onlara ettiği lütuf ve ihsanlarla onlar, henüz kendilerine katılmıyanlara, fakat peşlerinden gelmekte olanlara da bilir ki ne korku vardır onlara,
ne de mahzun olurlar diye müjde vermeyi isterler. Allah'ın nimet ve ihsanına nail olduklarından dolayı sevinç içindedir onlar ve Allah, inananların ecrini zayi etmez." (Al-i İmran, 169-171)
Dünyada mal ve servetini meşru yollarda kullanmayan grubu da şöyle tanıtıyor:
"Sonunda, onlardan birine ölüm gelip çattı mı Rabbim der, beni geriye, tekrar dünyaya yolla da belki iyi işler işlerim ve zayi ettiğim ömrü telafi ederim Hayır, boş bir söz onun söylediği. Onların önlerinde, diriltilip mezarlarından çıkarılacakları güne dek bir berzah var. (Mu'minun 99-100)
5-KIYAMET VE AHİRET
Semavi kitapların içinde kıyamet günü hakkında genişçe söz eden, yüzlerce yerde çeşitli isimlerle bu günü hatırlatıp dünya ve ehlinin bu gündeki halini, bazen genişce ve bazen kısaca söyleyen yalnız Kur'an-ı Kerim'dir. Bu günün ismi Tevrat'ta geçmemiş. İncil kitabındaysa kısaca işaret edilerek geçlimiştir.
Kur'an-ı Kerim defalarca şunu hatırlatmıştır ki kıyamet gününe inanmak tevhide inanmakla denktir ve İslam dininin üç temel aslından biridir. Buna iman etmeyen, İslam dininden sayılmaz ve ebedi helak olmayı hak eder.
Sözün gerçeği de şudur. Çünkü eğer Allah'tan taraf hesab ve kitap, ödül ve ceza olmasaydı dini daveti oluşturan ilahi emirler ve nehiylerin hiçbir etkisi olmazdı.
Nübüvvet ve tebliğ unsurunun olup olmaması netice itibarıyla aynı olurdu. Belki olmaması daha mantıklı olur, zira dini kabul edip kurallarına uymak bir nevi zorluğu ve ağırlığı yüklenmek ve özgürlüğü selbetmektir. Eğer bu dine uymanın eseri olmazsa halk da bu ağırlığı kabul etmeyip doğal özgürlüklerinden el çekmezler.
Buradan anlaşılıyor ki kıyamet gününü hatırlatmak dini davetin aslı kadar önemlidir.
Ve yine anlaşılıyor ki kıyamet gününe inanmak, takvalı olmakta ve günahlardan kaçınıp, beğenilmemiş ahlaktan arınmaya en büyük etkendir. Nasıl ki bu günü unutmak veya ona inanmak her günahın ve suçun kökenidir. Allah'u Teala Kur'an'da buyuruyor:
"Allah yolundan sapanlara,
soru gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap var." (Sad, 26)
Göründüğü gibi ayet-i kerimede hesap gününü unutmak her günahın kaynağı sayılmıştır.
İnsan ve dünyanın yaratılışında, semavi şeriatların hedefinde tefekkür etmek böyle bir günün (kıyamet günü) gelecekte olmasını apaçık ortaya koymaktadır.
Yaratılışta meydana gelen işlee dikkat ettiğimizden görüyoruz ki hiçbir iş (zaruri olarak bir nevi hareketi içerse dahi) sabit hedefi olmadan oluşmuyor. İşin kendisi asil ve müstakil olarak maksat ve istenilmiş değildir. Belki devamlı bir hedef ve gayeye mukaddimedir ve o hedefe göre bu işler de isteniliyor. Hatta sathi ve yüzeysel görüşlerin hedefsiz saydığı bazı işlee örneğin doğal fiiller, çocukların oynaması vb.
dikkatle bakarsak kendilerine uygun hedef taşıdıkalrını görürüz. Nasıl ki genellikle harekete sahib olan doğal fiiller hareketin hedefi olan hedeflere sahiptirler. Çocukların oynamasında da oyunlara uygun hayali ve vehmi hedefler vardır ki, çocukları oynamakla o hedefe ulaşmak amacındadırlar.
Elbette dünyanın ve insanın yaratılışı, Allah'ın işidir. Allah da hedefsiz ve gayesiz işler yapmaktan, devamlı yaratıp, rızık verip, öldürüp ve yine aynı işi tekrar başlatıp düzeltmekten ve yok etmekten münezzeh ve beridir.
Buna göre mecburen insanın ve dünyanın yaratılışında sabit hedefler vardır ki bu hedeflerin nihai faydaları yine yaratılanlara döner, Allah'a değil. Şu halde diyebiliriz ki insan ve dünya sabit bir yaratılışa, fena ve yokluğa kabul etmeyen noksansız bir vucuda doğru ilerliyor.
Yine dini eğitim açısından halka baktığımızda görüyoruz ki dini eğitim ve ilahi rehberlik eserinde toplum iki gruba bölünüyor. Biri iyi işler yapanlar, diğer grup kötü işler yapanlar. Bununla birlikte dünya yaşayışında bu iki grubun arasında hiçbir özellik yoktur. Çoğu zaman ilerleme ve başarı, kötü ve zalim insanlarındır ve iyilik yapmak, bazı zorluklara katlanmakla ve çeşitli zulümleri görüp mahrumiyet çekmekle birliktedir.
Bu surette ilahi adlin gereği şudur ki bir başka yaşayış da yaratmalıdır ki bu iki grubun her biri yaptıkları ameller karşısında karşılık alsın ve dünya yaşayışlarına uygun bir karşılık da orada görsünler. Allah-u Teala Kur'an-ı Kerim'de bu iki delile işaret ederek buyuruyor ki:
"Ve biz gökleri ve yeryüzünü ve ikisinin arasındakileri eğlence için, boşu-boşuna yaratmadık. Biz onları, ancak gerçek olarak yarattık ve fakat çoğu bilmez." (Duha, 48)
"Ve biz göğü ve yeryüzünü ve ikisinin arasındakilei boş yere yaratmadık; bu, kafir olanların zannı artık vay haline kafirlerin ateşten. İnananlarla iyi işlerde bulunanları, yeryüzündeki bozguncular gibi mi tutacağız, yahut çekinenlere, doğru yoldan çıkanlara ettiğimiz muameleyi mi yapacağız?" (Sad, 27).
Başka bir ayette iki delili bir araya getirerek şöyle buyuruyor:
"Yoksa kötülük kazananlar, kendilerini de iman edenler ve iyi işlerde bulunanlarla eşit mi tutacağız dirilikleri de, ölümleri de onlarla bir mi olacak sanıyorlar? Ne de kötü hükmediyorlar. Ve halktemiştir Allah gökleri ve yeryüzünü gerçek olarak ve herkes, kazancına göre karşılık bulsun diye ve onlara zulmedilmez." (Casiye, 21 ve 22)
6-AÇIKLAMA
Kitabın ikinci bölümünde, Kur'an'ın zahir ve batını hususunda bahsettiğimizde işaret ettik ki Kur'an-ı Kerim'de İslami bilgilerin çeşitli yollardan ele gelmesi beyan edilmiştir. Bu yollar zahir ve batın diye ikiye bölünür.
Zahir diliyle açıklanan konular bütün halkın aklının anlayabileceği bir şekilde beyan edilmiştir. Fakat batın yoluyla açıklanan konular özel insanlar içindir ki ancak manevi hayat ruhuyla idrak edilir.
Zahir yolundan kaynaklanan beyanlarda Allah-u Teala varlığa malik olup yaratılış dünyasının mutlak hakimi olarak tanıtılıyor. Dünyanın yaratıcısı, sayısız melekler yaratmıştır ki O'nun her tarafa verdiği emirleri yerine getiriyorlar ve yaratılanların her bölümü onların bir grubuna mahsustur.
İnsan da O'nun yarattıklarından ve kullarındadır. Onun emirlerine uyup nehiylerinden kaçınmalıdır. Peygamberler Allah'ın buyruklarını duyuran, şeriatları ve kanunları getirenlerdir.Allan da bunların uygulanmasını istemiştir.
Allah-u Teala'nın iman ve itaata emri gereğince ödül ve sevap vadesi vermiş, küfür ve günaha da azap va'dinde bulunmuştur. Buyurduğu gibi de verdiği vadeleri gerçekleştirecektir. Allah'ın adil olması ve adaleti, bir başka dünyada, bu dünya hayatında iyilik ve kötülüğü dinlemeden yaşayan iyileri ve kötüleri birbirinden ayırıp iyilere ödül verip iyi bir yaşama kavuşturmasını, kötüleri de azap dolu sıkıcı bir hayatta bırakmasını gerektiriyor.
Allah-u Teala, adaleti gereğince ve verdiği vadelere göre bu dünyada yaşayan insanları istisnasız olarak başka bir dünyada diriltip hakiki olarak arasında hakla hüküm edecek. Haklının hakkın verip, mazlumun hakkın zalimden alacaktır. Aynen herkese amelinin karşılığını verecek, bir grubu cenete diğer bir grubu da cehenneme gönderecektir.
Şimdiye kadar anlatılan konular, Kur'an'ın zahiri anlamlarıdır. Bunların hepsinin doğru olmasını kabul ederek şunu da ekliyoruz ki: Bunlar, insanın sosyal yaşamından kaynaklanmış, bir arada toplanarak genel kanunlar halinde beyan edilmiştir ki, topluma yararı da fazla olsun.
Gerçekler sahasında adım atanlar ve Kur'an'ın batıni dilini biraz da olsun anlayanlar bu beyanlardan üstün ve değerli hakikatlar elde ederler ki bunlara herkes varamaz. Kur'an-ı Kerim de bazı yerlerde bu konuların arasında o hakikatlara işaret ediyor.
Kur'an, çeşitli işaretlerinden özet olarak şunu belirtiyor ki yaratılış dünyası tüm parçalarıyla insan da dahil olmak üzere tevkini hareketinde (her zamanda kemale doğru ilerlemektedir) Allah'a doğru hareket etmektedir ve bir gün gelecek ki bu hareket Allah'ın büyüklüğü ve azameti karşısında sona erecek, benliğini ve özgürlüğünü kaybedecektir.
İnsan da yaratılanlardan biridir. İnsanın kemale erişmesi şuur ve ilmi vasıtasıyladır ve bu vasıtayla hızla kendi Rabbine doğru ilerliyor. Hareketini bitirince Tek Allah'ın birliğini ve hakkaniyetini görecektir. O, her üstün sıfatın, varlık ve tüm güçlerin Allah'a mahsus olduğunu görecektir.
Bu vesileyle her şeyin gereçeğini olduğu gibi idrak edecektir.
Edebiyyet dünyasının ilk durağı burasıdır. Eğer insan, iman ve salih ameliyle bu dünyada Allah ile kendi arasında kopmaz bir bağ oluşturu, O'nun dostlarıyla kendisi arasında sevgi icat edebilirse üst alemde de Allah'ın indinde olup temizlerle beraber olacaktır. Ama eğer dünyaya bağlanıp temelsiz ve geçici lezzetlerini seçip üst alemden kopup Allah'la irtibat kurmayıp, iyilerle ülfet edinmezse büyük bir azaba düçar olup, ebedi fela kete düşecektir.
Doğrudur ki insanın iyi ve kötü amelleri bu dünyada geçicidir ve yok olur fakat iyi ve kötü amellerin sureti insanın batınından yerleşip ve devamlı insanla birlikte olur. İnsanın gelecek yaşamının acı ve tatlı sermayesidir bunlar.
Sözü edilen konuları aşağıdaki ayetlerden elde edebiliriz.
Şüphe yok ki (mutlak) dönüş Rabbinedir. (Ahlak, 8)
Buyuruyor:
"İyice bilin ki bütün işlerin dönüşü Allah'a doğrudur." (Şura, 53)
"İşte bugün hüküm Allah'ındır." (İnfitar, 19)
"Ey inanmış, şüpheden kurtulmuş can, dön Rabbine, ondan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak. Artık katıl kullarımın arasına." (Fecr, 27-30)
Kıyamet günü bazılarına olacak hitabı anlatırken şöyle buyuruyor:
"Sen gaflet etmiştin bundan, derken perdeleri kaldırdık gözünden, artık gözün keskindir bugün." (Kaf, 22)
Kur'an-ı Kerim'in te'vili (Kur'an'ın kaynaklandığı hakikatlar) hakkında:
"Onlar Kur'an'ın tavilinden başka bir şey mi bakıyorlar? Ancak onun hakikatları açıklandığı gün, bunu unutanlar diyecekler ki; Rabbimiz peygamberleri hak gönderdi. Şimdi şefaatçılardan biri var mı ki şefaat etsin bize yahut da tekrar dünyaya dönmemize izin verilse de, ordayken yaptığımız işlerden başka işler yapsak. Onlar zarar edenlerdir ve iftira ettikerini kaybettiler". (Araf, 53)
Yine buyuruyor:
"Böyle günde Allah onların mükafatlarını verir. Onlar da görürler ki Allah apaçık gerçek mabuddur." (Nur, 25)
"Ey insan şüphe yok ki sen Rabbine kavuşmak için çeşitli meşakkatlere düşersin. Sonunda da ona kavuşursun." (İnşikak, 6)
Yine buyuruyor:
"Kim Tanrıya ulaşmayı umarsa şüphe yok ki Allah'ın takdir ettiği zaman elbette gelecektir." (Ankebut, 5)
"Rabbiyle buluşmayı uman, iyi-ameller yapsın ve Allah'a kulluk etmesinde kimseyi iş tutmasın." (Kehf, 110)
"Ey inanmış, şüpheden kurtulmuş can, dön Rabbine, ondan razı olarak ve rızasını kazanmış olarak, artık katıl kullarımın arasına, ve gir cennetime." (Fecr, 27-30)
Yine buyuruyor:
"Derken o pek büyük felaket gelip çatınca, insan, o gün anlar, hatırlar neye çalıştığını. Ve cehennem, belirtilir görene. Artık kim azmışsa, dünya yaşayışın üstün tutmuşsa, artık cehennemdir onun yeri-yurdu. Ve amma kim, Rabbinin durağından korkup da nefsi, dileğinden çekmişse, şüphe yok ki cennettir onun yeri-yurdu." (Naziat, 34-41)
Amellerin karşılığının mahiyyetini açıklarken şöyle buyuruyor:
"Ey kafir olanlar, bu gün mazeret getirmeyin, anca ne yaptıysanız onun karşılığıyla cezalanacaksınız."
7-YARATILIŞIN İSTİMRARI
Şahit olduğumuz bu evren sonsuz ömre sahip değildir. Bir gün gelecek ki dünua ve ehli buradan göç edecekler. Nitekim Kur'an bunu doğrulayarak şöyle buyuruyor:
"Gökleri, yeri ve bunların arasındakileri hak ile yarattık ve belirli müddet için." (belirlenen ve sınırlı bir müddet için) (Ahkaf, 3) Acaba bu dünya ve insan nesli yaratılmadan daha önce bir dünya ve insan nesli yaratılmış miydi? Dünya ve ehli yok olduktan sonra (nasıl ki Kur'an yok
olacak haberini veriyor) yeni bir dünya ve insan yaratılacak mı? Bunlar bir takım sorulardır ki cevabında Kur'an-ı Kerim'de işaretten başka açık bir cevap yoktur. Fakat Ehl-i Beytten nakledilen rivayetlerde bu sorulara olumlu cevaplar verilmiştir.
------------------------
- Nasıl ki Kur'an Arap hatiplerinden naklen şöyle buyuruyor: (Velid uzun uzun düşündükten sonra hakka sırt çevirerek şöyle) dedi: "Bu Kur'an sihirden başka bir şey değildir. Bu Kur'an insan kelamından başka bir şey değildir." Müddessir/24-25
- Nasıl ki Kur'an Peygamber'in diliyle şöyle buyuruyor:
"Ben bi'setten önce bir ömür sizin aranızda yaşadım acaba düşünebiliyor musunuz? Yunus/16
"Kur'an nazil olmadan önce sen okuyamıyor ve yazamıyordun." Ankebut/48
ve yine buyuruyor:
"Kulumuza indirdiğimiz kitapta şüphe ediyor iseniz siz de onun gibi birisinden bir sure getiriniz." Bakara/23
- Hala mı düşünmezler Kur'an? Allah katından gayri bir yerden gelseydi onda,
birbirini tutmaz birçok şeyler bulurlardı.
- Bihar, c. 2, s. 161, Şeyh Saduk'un "İtikadat" kitabında naklen.
- Bihar, c. 2, Bab-ul Berzah.
- Bihar, c. 2, Bab-ul Berzah