- Uzun Vadeli Program Doğrultusunda Geniş Örgütsel Çalışma
İmam Cevâd (a.s.) tıpkı diğer Masum İmamlar gibi bizim için örnek, uyulması gereken kimse ve bir modeldir. Allah'ın bu yüce kulunun kısa hayatı, küfür ve tuğyana karşı cihad ile geçti. Gençlik zamanında İslam ümmetinin rehberliğine tayin edildi ve kısa yıllar içinde, Allah düşmanlarıyla yoğun bir cihad ortaya koydu. Öyle ki, henüz yirmi beş yaşındayken varlığı Allah düşmanları için kabul edilemez bir hale gelmişti ve onu zehirleyerek şehit ettiler. Tıpkı kendi cihadlarını veren ve İslam tarihinin sayfalarını iftiharla dolduran diğer İmamlar gibi bu yüce İmam da İslam'ın her yönüyle yapılan cihadında uygulamalarıyla önemli bir yer tutmuş ve bizlere büyük bir ders vermiştir. Bu büyük ders, büyük münafık ve riyakâr güçlerin karşısında durduğumuzda, bu güçlere karşı koymada insanların uyanık olmasını sağlamak için çalışmamız gerektiğidir. Eğer düşman açıkça ve doğrudan düşmanlık ederse ve eğer bir iddiada bulunmaz ve iki yüzlülük yapmazsa onunla savaşmak daha kolaydır. Ancak Me'mun Abbasî gibi kudsiyet ve İslam taraftarlığı maskesini takan bir düşmanı tanımak insanlar için zordur. Bizim dönemimizde ve tarihin bütün dönemlerinde güç sahipleri her zaman halkla karşı karşıya gelmekten aciz olduklarında hile, riyakârlık ve nifaka başvurmaya çalışmışlardır. ...İmam Ali b. Musa Rıza (a.s.) ve Cevâd (a.s.), Me'mun'un yüzündeki yalancı maskeyi indirmek için gayret göstermişlerdir ve bunu başarmışlardır da.[1]
Bu yüce insan direnişin nişanesi ve sembolüdür. Yaşamının bütün kısa döneminde Abbasî halifesinin –Me'mun- uydurmalarına ve riyakârlığına karşı koyan, muhalefet eden ve asla geri adım atmayan, bütün zorlu şartlara tahammül eden, mümkün olan bütün yöntemlerle mücadele edip savaşan büyük bir insandır. Aleni olarak serbest tartışmayı gerçekleştiren ilk kişi odur. Me'mun Abbasî'nin karşısında, âlimlerle, iddia sahipleriyle en hassas meseleler üzerinde konuşmalar yaptı, deliller getirdi, kendi üstünlüğünü ve sözlerinin haklılığını ispatladı. Fikirlerin serbestçe tartışılması İslam'ımızın mirasıdır, bu, Hidayet İmamları döneminde oldukça yaygındı ve İmam Cevâd (a.s.) zamanında bu yüce İmam tarafından en güzel şekilde uygulanmıştır.[2]
İmam Hâdî (a.s.) ve onun zamanındaki halifeler arasındaki savaşta zâhiren ve bâtınen galip gelen kişi İmam Hâdî (a.s.)'dı. O yüce insanın imameti zamanında altı halife birbiri ardınca başa geçip, cehenneme vâsıl oldular. Bunların sonuncusu, hazreti şehit eden Mu'tez'di ve kendisi de kısa bir süre sonra öldü. Bu halifeler çoğunlukla zillet içinde öldüler, biri oğlunun eliyle öldürüldü, diğeri kardeşinin oğlunun eliyle ve bu şekilde Şîa'nın aksine Benî Abbas yerle bir olup gitti. Şîa Hazret-i Hâdî (a.s.) ve Hazret-i Askerî döneminde onca baskı içinde günden güne genişledi ve daha güçlü bir hale geldi.
Hazret-i Hâdî (a.s.) kırk iki yıl yaşadı ki bunun yirmi yılı Samarra'daydı. Orada bir çiftliği vardı ve o şehirde yaşamını sürdürüyordu. Samarra gerçekte askerî bir üs gibiydi ve burayı Mu'tasım inşa etmiş, kendine yakın Türk kölelerini - bizim Türklerimizle, Azerbaycan ve diğer Türklerle karıştırılmasın- Türkistan, Semerkand, Moğolistan civarlarından ve doğu Asya'dan getirtip Samarra'da konuşlandırmıştı. Bunlar yeni Müslüman olduklarından İmamları ve mü'minleri tanımıyorlardı ve İslam'ı anlamıyorlardı. Bu yüzden insanlara rahatsızlık veriyorlardı ve Araplarla -Bağdat halkı- aralarında anlaşmazlıklar yaşanıyordu. Aynı Samarra şehrinde İmam Cevâd (a.s.) döneminde dikkate değer sayıda Şîa büyüğü de toplanmışlardı, hazret onları idare edebilmiş ve onlar vesilesiyle imamet mesajını bütün İslam coğrafyasına -mektuplar yazarak- ulaştırabilmiştir. Bu Şiî teşkilatları, Kum'da, Horasan'da, Rey'de, Medine'de, Yemen'de ve dünyanın uzak noktalarında yayılmayı başarmış ve günden güne bu mektebe inanan fert sayısını artırmış, fazlalaştırmışlardı. İmam Hâdî (a.s.) bütün bu işleri bu altı halifenin kılıçlarının gölgesi altında ve onlara rağmen gerçekleştirmiştir. Hazret-i Hâdî (a.s.)'ın vefatı hakkında meşhur bir hadis vardır ve bu hadisten, dikkate değer bir Şiî topluluğunun Samarra'da toplandığı anlaşılmaktadır, öyle ki, hilafet sistemi bile onları tanımamaktadır; çünkü eğer tanımış olsaydı hepsini yok edecekti. Ancak bu topluluk güçlü bir teşkilat oluşturmuştu, hilafet sistemi onların içine sızamıyordu.
Bu yüce şahsiyetlerin -İmamların- bir günlük mücadelesi, yıllarca sürecek kadar etki bırakmaktaydı. Onların mübarek yaşamlarından bir gün, tıpkı bir cemaatin yıllarca yaptığı çalışma kadar topluma etki etmekteydi. Bu yüce şahsiyetler dini bu şekilde korudular, yoksa başında Mütevekkil, Mu'taz, Mu'tasım ve Me'mun gibilerinin bulunduğu bir din, sistemin âlimi olmakla beraber fısk ve fücurda alenen bir numara olan Yahya b. Eksem gibi âlimleri bulunan bir din, zaten hayatta kalmamalıydı, ilk günden itibaren kökleri kazınmalı, yok edilmeliydi. İmamların bu mücadele ve çabaları sadece Şîa'yı değil, Kur'an, İslam ve dinî öğretileri korumuştur; halis, muhlis ve Allah'ın veli kullarının özellikleri budur. Eğer İslam böylesine sağlam ve hazır insanlara sahip olmasaydı, bin iki yüz, bin üç yüz yıl sonra yeniden dirilemez ve İslamî uyanışı meydana getiremezdi, yavaş yavaş yok olup gitmesi gerekirdi. Eğer İslam, Peygamber (s.a.a.)'den sonra bu büyük öğretileri insanlık ve İslam tarihinin zihnine kazıyacak kimselere sahip olmasaydı, ortadan kalkması kaçınılmaz olurdu, yok olur gider, geriye hiç bir şey kalmazdı. Kalsaydı bile öğretilerden geriye bir şey kalmazdı, tıpkı asli öğretilerinden geriye bir şey kalmayan Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi olurdu. Kur'an'ın, nebevî hadislerin, bütün bu ahkâm ve öğretilerin, İslamî marifetlerin baki kalıp, bin yıl sonra beşerî öğretilerin en üstünde kendini gösteriyor olması sıradan bir iş değildi, bu, büyük mücadelelerle gerçekleşen sıra dışı bir işti. Elbette bu büyük işin gerçekleşmesi yolunda, dayak yemek, zindana düşmek, öldürülmek de vardır ki, bunlar bu yüce insanlar için önemli değildi.
Hazret-i Hâdî (a.s.)'ın çocukluğu hakkında bir hadis vardır; Mu'tasım hicri iki yüz on sekiz yılında, Hazret-i Cevâd (a.s.)'ı şahâdetinden iki yıl önce Medine'den Bağdat'a getirdi, Hazret-i Hâdî (a.s.) o dönemde altı yaşında olduğundan Medine'de ailesinin yanında kaldı. Hazret-i Cevâd (a.s.)'ın Bağdat'a getirilmesinden sonra, Mu'tasım hazretin ailesini araştırdı, Hazret-i Cevâd (a.s.)'ın büyük oğlu Ali b. Muhammed'in altı yaşında olduğunu duyunca, “Bu tehlikeli bir şeydir, bunun dikkate almamız gerekmektedir” dedi. Mu'tasım yakınlarından birini Bağdat'tan Medine'ye göndererek orada Ehl-i Beyt'e düşman birisini bulmasını ve bu çocuğu onun eğitimine vererek onu kendi ailesine düşman ve hilafet sistemine uygun bir şekilde yetiştirmesi emrini verdi. Bu şahıs Bağdat'tan Medine'ye geldi ve bu iş için insanlar içinde Ehl-i Beyt'e en muhalif ve en düşman olanlardan el-Cüneydî adlı Medineli bir âlim -Medine'de o zaman bu türden âlimler vardı- bularak ona şöyle dedi: “Ben, seni bu çocuk için öğretmen ve terbiyeci yapmakla görevlendirildim, hiç kimsenin onun yanına gidip gelmesine izin vermemelisin ve onu bizim istediğimiz gibi yetiştirmelisin.” Bu şahsın ismi -el Cüneydî- tarihlerde kayıtlıdır. Hazret-i Hâdî (a.s.) da -dediğimiz gibi- o dönemde altı yaşındaydı ve bu hükümet işiydi, kim bu işe karşı gelebilirdi?
Bir kaç zaman sonra, hilafetin adamlarından biri el-Cüneydî'yi gördü ve ona teslim edilen çocuk hakkında sorular sordu. El-Cüneydî şöyle dedi: “Çocuk mu? Bu çocuk mu? Ben ona edep konusunda bir meseleyi söylüyorum o bu meselenin bablarını bana açıklıyor ve ben bu cevaplardan istifade ediyorum. Bunlar nerede ders okumuşlar? Bazen ona odaya girmek istediğinde -eziyet etmek kastıyla- bir sûre oku öyle odaya gir diyorum, ‘Hangi sûreyi?' diye soruyor. Ben ona mesela, Âl-i İmran gibi büyük bir sûreyi oku diyorum. O okuyor ve müşkül âyetleri de bana açıklıyor. Bunlar âlimdirler, Kur'an hafızıdırlar ve Kur'an'ın tevili ve tefsirini bilmektedirler, çocuk mu?!” Bu çocuğun -zâhirde çocuktur, yoksa Allah'ın velisidir "Daha çocuk iken ona hikmet verdik"-[3] üstad ile ilişki bir süre daha devam etti ve üstad, Ehl-i Beyt'in muhlis Şiîlerinden biri oldu: "Köle dere suyunu getirecek oldu, dere gelip köleyi de götürdü.”[4]
Bütün meydanlarda galibiyet bunlardaydı ve onlar yeniliyorlardı. Bütün Abbasî halifeleriyle arası kötü olan ve onları şiirleriyle rezil rüsva eden her biri bizim için tarihî bir senet olan Di'bil şiirlerinde bir kaç beyit de Mu'tasım için söylemiştir. Diyor ki, “Biz kitaplarda okumuştuk, Benî Abbas yedi halife olacaktır diye, şimdi diyorlar ki, sekiz halife oldu, sekizincisi nerededir? Onlar tıpkı Ashab-ı Kehf gibidir, sekizincileri köpekti.” Sonra şöyle devam ediyor: “Sen nere o köpek nere? O köpeğin Allah katında hiç bir günahı yoktu ve sen baştan ayağa günahsın.”[5]
Hazreti gözaltında tutmak için Medine'den Samarra'ya getirdiler; ancak bunun bir faydasının olmadığını gördüler. Sizler eğer bu üç İmamın durumunu Menâkıb'da[6] yahut başka yerlerde okursanız bu yüce insanların zamanında Şîa teşkilatları arasındaki irtibatın İmam Bâkır (a.s.) ve İmam Sâdık (a.s.) döneminden daha fazla olduğunu göreceksiniz. Bunca kısıtlama altındayken dünyanın bir ucundan, mektup yolluyor, para gönderiyor ve emir alıyorlardı. İmam Hâdî (a.s.) Samarra'da insanların sevgilisi olmuştu. Herkes ona saygı duyuyordu ve hiçbir saygısızlık söz konusu değildi. Daha sonra da hazret ve aynı şekilde İmam Askerî (a.s.) vefat ettiğinde şehirde tufan kopmuştu. Yöneticiler bu noktada bu işin bir sırrı olduğunu, bunu öğrenmeleri ve buna göre bir çare bulmaları gerektiğini anladılar. Onlar "kutsiyet" meselesini dikkate aldılar. Mütevekkil, hazreti içki meclisine sürükledi, böylece bu haber her yerde yankılandı, Ali b. Muhammed Mütevekkil'in konuğu olmuştu, mecliste şarap ve ayyaşlık vardı. Bakın bu haber nasıl bir etki yaratmıştır.
Hazret muhalif bir insan gözüyle meseleye baktı ve bu komplo karşısında direndi. Hazret, Mütevekkil'in sarayına gitti ve onun şarap meclisini, manevî bir meclise dönüştürdü. Yani hakikatleri söyleyerek, kınayıcı şiirler okuyarak Mütevekkil'i mağlup etti. Öylesi son sözler söylendiğinde, Mütevekkil ayağa kalktı, hazret için misk kokuları getirdi ve onu saygıyla uğurladı. Hazret ona şöyle dedi: "Sen burada oturmuşsun ve ölümün pençesinin sana ulaşamayacağını mı zannediyorsun?" devam ederek ölümün aşamalarını Mütevekkil'in bedenine musallat olacak kurtlara kadar açıkladı. Hazret, meclisi tamamen değiştirmiş ve oradan ayrılmıştı. Bu savaşı başlatan taraf hırçın ve kudret sahibi halifeydi ve karşı tarafta savunmasız, zâhirde zayıf görünen bir genç kılıç ve mızrağın işe yaramayacağı bir psikolojik savaş uygulamıştı. Biz olmuş olsaydık asla böyle bir şeyi yapamazdık. Bu durumu değerlendiren ve halifeyi sinirlendirmeden söz söyleyen İmamdır. Hazretin ayağa kalkıp bütün şarap şişelerini yere vurması mümkündü. Bu iyi bir tepki değildi ve bundan bir sonuç da alınamazdı; ancak hazret, başka türlü davrandı. Meselenin bu boyutu çok önemlidir.
İmamların yaşamlarında o yüce insanların devamlı bir mücadele içinde oldukları ve bu mücadelenin siyasî bir ruh taşıdığı noktası göz önüne alınmalıdır. Çünkü hükümet koltuğunda oturan kişi de din iddiasında bulunmaktaydı. O da dinin zâhirlerine dikkat ediyordu. Hatta bazı zamanlar İmamın dinî görüşünü kabul ediyordu. Tıpkı Me'mun hakkında duyduğunuz ve açıkça İmamın görüşünü kabul ettiği olay gibi. Yani bazen fıkhî görüşleri kabul etmekten çekinmiyorlardı. Ehl-i Beyt'le girişilen bu savaş ve karşıtlığın sebebi, Ehl-i Beyt'in kendilerini "İmam" olarak görmeleriydi. Diyorlardı ki: "Biz İmamız." Hâkimler karşısındaki en büyük savaş tam olarak buydu. Çünkü hâkim olan kimse kendini İmam ve önder olarak bilir ve öyle görürdü. İmamda olması gereken delil ve karineler hazrette vardı ve onda yoktu ve bu durumu hükümet için tehlike olarak görüyordu; çünkü kendisi de bu iddiada bulunuyordu. Hâkimler bu kavgacı ruh haliyle saldırıyor ve İmamlar da bunlar karşısında tıpkı bir dağ gibi direniyorlardı. Açıktır ki, bu mücadelede, İmamların gündeme taşıdıkları öğretiler, fıkhî hükümler, ahlakî değerler başlı başına bir öneme sahipti. Daha fazla öğrencinin yetiştirilmesi ve Şiîler arasındaki irtibat günden güne genişledi. Şîa'yı bunlar ayakta tuttular. Sizler 250 yıl boyunca karşıtları tarafından baskı altına alınmış bir platformu düşünün, ondan geriye hiç bir şeyin kalmaması, tamamen yok olması gerekirdi; ancak şimdi dünyanın ne halde olduğuna ve Şîa'nın nereye ulaştığına bakın.
Bu noktayı İmam Sâdık (a.s.), İmam Hâdî (a.s.) ve İmam Askerî (a.s.) hakkında okunan şiirlerde çok net olarak görmek mümkündür. Bunlar savaşıyorlardı ve bu savaş için de canlarını verdiler. Bu, belirli bir hedefe doğru devam eden bir yoldur. Bazen biri geri döner, biri o taraftan gider; ancak hedef birdir. Bu yüce şahsiyetler, temeli atan İmam Hüseyin (a.s.)'dan daha fazla başarı elde etmişlerdi; çünkü İmam Hüseyin (a.s.)'ın şahâdetinden sonra "İnsanlar üç kişi dışında mürted oldular", hiç kimse kalmadı. Ancak İmam Hâdî (a.s.) zamanına baktığınızda İmamlar bütün İslam dünyasını avuçlarının içine almışlardı. Benî Abbas bile çaresiz kalmıştı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı, sonuçta Şîa'ya yöneldiler.
Abbasî halifelerinden biri hutbelerde Ehl-i Beyt'in adının anılması ve hakkın Ehl-i Beyt'le olduğunun söylenmesi için mektup yazıp, emir verdi. Bu mektup tarihte kaydedilmiştir. Vezirin bu mektup üzerine hızla halifenin huzuruna giderek şöyle dediği yazılır: “Ne yapıyorsun?” Hak Ehl-i Beyt'le değildir demeye cüret edemedi! Devamla şunları söyledi: “Şu anda Taberistan dağlarında ve diğer yerlerde birileri Ehl-i Beyt şiarıyla kıyam etmiştir; eğer bu sözün her yere yayılırsa, işte o zaman bir ordu kurar ve senin canına düşer.” Halife doğru söylediğini görünce, “Mektup gönderilmesin” diye emrediyor. Yani bunlar hükümetlerini kaybetmekten korkuyorlardı. Kalplerinde iman hâsıl olsa bile bu hükümet ve dünya sevgisi, bu saltanat, kalplerindeki imana engel oluyordu.[7]
O yüce insanlar çok fazla gurbette kalmışlardı, gerçekten de öyleydi, Medine'den uzak, ailelerinden uzak, sevdiklerinden uzak; ancak bunun yanında bu üç İmam hakkında –Hazret-i Cevâd (a.s.)'dan Hazret-i Askerî'ye kadar- başka bir nokta daha vardır, o da Hazret-i Askerî döneminin sonuna doğru ilerledikçe bu gurbetin ve yalnızlığın daha da arttığıdır. Bu üç İmam döneminde İmamların nüfuz alanı ve Şîa dairesinin genişlemesi İmam Sâdık (a.s.) ve İmam Bâkır (a.s.) dönemine göre belki de on kat daha fazladır ve bu çok ilginç bir şeydir. Belki de bunları böylesine baskı ve kuşatma altında tutmalarının sebebi tam olarak buydu. İmam Rıza'nın İran tarafına doğru hareket etmesinden ve Horasan'a gelmesinden sonra meydana gelen olaylardan biri de buydu. Belki de Sekizinci İmam'ın hesaplarında bu konu yoktu. Ondan önce Şiîler her yerde tek tük vardı; ancak birbirleriyle bağlantısız, ümitsiz, beklentisiz ve umudunu yitirmiş bir haldeydiler. Halifelerin hükümetinin hâkimiyeti her yerdeydi, öncesinde de Firavun gibi gücüyle Harun hüküm sürüyordu. Hazret Horasan'a doğru geldiğinde ve geçtiği güzergâhta insanlar hem âlim, hem azamet sahibi, hem coşkulu, hem doğru ve hem de nuranî bir şahsiyetle karşılaştılar, insanlar böylesi birini hiç görmemişlerdi. Ondan önce Şiîlerin ne kadarı Horasan'dan Medine'ye gidip İmam Sâdık (a.s.)'ı görmeyi başarabilmişlerdi? Ancak bu uzun yol boyunca, her yerde İmamı yakından gördüler. Çok ilginç bir şeydi, insan sanki Peygamber (s.a.a.)'i temaşa ediyordu. Bu manevî heybet ve azamet, o izzet, o ahlak, o takva, o nuraniyet ve o geniş ilim -ki ne sorarsan, ne istersen biliyordu, insanlar hiç böyle bir şey görmemişlerdi- adeta deprem etkisi yapmıştı.
İmam Horasan ve Merv'e ulaştı. Merkez Merv idi, şimdiki Türkmenistan sınırları içinde kalmaktadır. Bir iki yıl sonra da hazret şehit edilmişti ve insanlar yasa bürünmüşlerdi. Hem İmamın gelişi -ki insanların hiç bir şey görüp işitmediklerinin göstergesiydi- ve hem de o yüce şahsiyetin şahâdeti -ki acaip bir matem oluşturmuştu- bu bölgenin kontrolünü Şiîlerin eline geçmesini sağlamıştı, hepsi Şiî olmadı; ancak hepsi Ehl-i Beyt muhibbi olmuştu. Bu atmosferde, Şiîler çalışmak için seferber oldular. Bakın "Eş'arîler"in önde gelenleri ansızın Kum'da ortaya çıkıverdiler. Bunlar neden geldiler? Eş'arîler Araptırlar. Bunlar kalkıp Kum'a geldiler ve hadis ve İslamî öğretiler sofrasını Kum'da serdiler ve orayı üs haline getirdiler. Rey'de de Kuleynî[8] gibiler ortaya çıktılar. Kuleynî gibileri her şehirden çıkmaz, böylesi özelliklere sahip bir genci yetiştirmek için Şiî muhitine, itakatlı bir muhite ihtiyaç vardır; ancak bu şekilde Kuleynî olabilirler. Sonra bu hareket devam ettikçe bakın Şeyh Sadûk[9] Herat'a, Horasan'a ve diğer yerlere giderek Şîa için hadis toplamıştır, bu çok önemlidir. Şîa hadisçilerinin Horasan'da ne işleri vardır? Şîa muhaddisleri Semerkand'da ne yapmaktadırlar? Semerkand'da kim vardır? Şeyh Ayyâşî Semerkandî.[10] Ayyâşî Semerkandî Semerkand şehrinde yaşamaktaydı ve onun için şöyle söylenmiştir: "Evi Şiîlerin ve ilim ehlinin toplanma yeriydi."[11] Bu sözler Şeyh Keşşî'ye[12] aittir. Şeyh Keşşî'nin kendisi de Semerkandlıdır. Dolayısıyla İmam Rıza'nın yola çıkışı ve sonradan mazlumca şehit edilmesi, bu atmosferin İmamların eline geçmesiyle sonuçlandı, İmamlar da bundan yararlanmışlardır. Gerçekleşen mektuplaşmalar, gidiş gelişler sıradan bir şekilde olmuyordu, hepsi bir bahaneyle gizlilik içinde gerçekleştiriliyordu, yoksa eğer açıkça yapılsaydı yakaladıkları kişinin el ve ayaklarını kesiyorlardı. Mesela; bunca sert yaptırımlarda bulunan ve Kerbelâ'ya gidilmesini yasaklayan Mütevekkil, insanların problemlerini rahatça İmama ulaştırmalarına, sonra da cevapların halka ulaştırılmasına, humus ve zekât gibi şer'î vucuhatların toplanıp İmama getirilmesine ve sonra bunların alındı makbuzlarının alınıp insanlara dağıtılmasına izin verir miydi? Bunlar, bu üç İmamın sahip olduğu tebliğ ve emir komuta zincirine bağlı olan büyük teşkilatının göstergeleridir.
İmam Rıza'dan sonra Hazret-i Askerî'nin şahâdetine kadar böylesi olaylar gerçekleşmiştir. Hazret-i Hâdî (a.s.) ve Hazret-i Askerî gerçekte tıpkı bir askerî üs gibi olan Samarra şehrinde -o kadar da büyük bir şehir değildi, adı konulmamış başkentti, "Bakanlara mutluluk veren"[13], hükümet liderlerinin, yöneticilerinin ve gündelik ihtiyaçları karşılayacak yeterlilikte sivil insanların toplandığı bir şehirdir- bütün İslam dünyasıyla irtibatları düzenlemeyi başarmışlardır. Bizler İmamların yaşamlarının farklı boyutlarına baktığımızda, onların ne işler başardığını anlıyoruz. Dolayısıyla İmamlar sadece namaz, oruç, taharet yahut necaset konularına cevap vermiyorlardı. "İmam" konumunda - kendi İslamî anlamıyla- bulunarak, insanlarla konuşuyorlardı. Bana göre bu boyut diğer boyutların yanında dikkat çekicidir. Gördüğünüz gibi Hazret-i Hâdî (a.s.)'ı Medine'den Samarra'ya getirdiler ve genç yaşında -kırk iki- şehit ettiler yahut Hazret-i Askerî yirmi yedi yaşında şehit edildi, bunların hepsi, tarih boyunca İmamların, Şiîlerin ve o yüce şahsiyetlerin ashabının hareketlerinin büyüklüğünün göstergesidir. Halifelerin sistemleri, tam anlamıyla baskıcı ve polis devleti olmasına rağmen İmamlar böylesine bir muvaffakiyet elde etmişlerdir. Amaç, bu gurbetin yanında bu izzet ve azameti de görmektir.[14]
Dünya üzerinde hiç bir zaman Şîa'nın kendi arasındaki irtibatı ve Şîa teşkilatının yayılması Hazret-i Cevâd (a.s.), Hazret-i Hâdî (a.s.) ve Hazret-i Askerî dönemindeki gibi olmamıştır. Vekillerin ve naiplerin varlığı ve Hazret-i Hâdî (a.s.), Hazret-i Askerî'den nakledilen bunca olay -ki mesela, birinin para getirmesi ve İmamın ne iş yapılacağını tayin etmesi- bu manaya işaret etmektedir. Yani bu iki yüce İmamın Samarra'da mahkûm olmalarına rağmen ve onlardan önce de Hazret-i Cevâd (a.s.) bir şekilde ve İmam Rıza da bir başka şekilde halkla irtibatlarını bu şekilde geliştirmişlerdir. Bu irtibatlar Hazret-i Rıza'dan önce de vardı. Ancak hazretin Horasan'a gelmesi, bu işte büyük bir etki oluşturmuştu.[15]
İmamlarımız 250 yıllık imametleri boyunca –İslam'ın yüce nebisinin vefatından Hazret-i Askerî'nin vefatına kadar 250 yıldır- çok zorluklar çektiler, öldürüldüler, mazlum durumuna düşürüldüler ve onlar için ağlasak yeridir, mazlumiyetleri yürekleri ve duyguları kendilerine cezp etmişlerdir; ancak bu mazlumlar galip geldiler, hem yaşadıkları zaman diliminde hem de tüm zamanlar boyunca galip geldiler.[16]
Kaynak: Ayetullah Seyyid Ali Hameneî, 250 YILLIK İNSAN / Hz. Peygamber (s.a.a.)'den İmam-ı Zaman (a.f.)'a kadar Ehl-i Beyt'in İki Yüz Elli Yıllık Mücadele Tarihi, çev. Muaz Pazarbaşı, s. 26-29, Feta Yayıncılık, 2015.
[1] 10.10.1980 tarihli konuşmalarından.
[2] 15.05.1981 tarihli konuşmalarından.
[3] Meryem Sûresi, 12.
[4] Sadi, Gülistan, üçüncü bab.
[5] 20.08.2004 tarihli konuşmalarından.
[6] İbni Şehrâşub, Menâkıb, c. 4, s. 337-347.
[7] 21.09.2001 tarihli konuşmalarından.
[8] Ebû Câfer b. Yakub Kuleynî Râzî, "Kuleynî" adıyla meşhurdur. Değerli "Usûl-u Kâfî" adlı kitabın yazarıdır, hicri üçüncü asrın ikinci yarısı ve dördüncü asrın ilk yarısında yaşamış ve hicri 329 yılının Şaban ayında vefat etmiştir.
[9] Ebû Câfer Muhammed b. Ali b. Babeveyh Kummî, "Şeyh Sadûk" ismiyle meşhurdur. Hicri dördüncü asır Şîa ulemasındandır, "Men lâ Yehzuruhu'l Fakîh" kitabının yazarıdır. Hicri 309 da Kum'da dünyaya gelmiş ve 381 yılında Rey şehrinde hayata veda etmiştir.
[10] Muhammed b. Mesud Ayyaşî Semerkandî, hicri üçüncü asrın sonlarında ve dördüncü asrın başlarında yaşamış olan Şîa ulema ve müfessirlerindendir.
[11] Rical-i Necaşî, s. 372.
[12] Muhammed b. Amr b. Abdülaziz, Şeyh Keşşî olarak meşhurdu ve künyesi Ebû Amr'dı. Hicri dördüncü asrın parlak simalarından biridir, rical, ahbar ve hadis ilmi üstadlarındandır.
[13] Kast edilen Samarra şehridir.
[14] 10.05.2003 tarihli konuşmalarından.
[15] 09.08.2005 tarihli konuşmalarından.
[16] 20.08.2004 tarihli konuşmalarından.