Yalnızlığın çığlıkları yırtıyor kulakları. Bir yudum insan solumak istiyor zavallı yürekler. Çağın en büyük düşmanı oldu yalnızlık; insanları yalnızlıklaştırmak, sevdiklerinden ve toplumdan uzaklaştırmak, teknoloji (TV, bilgisayar, internet vs) ve dünya meşgaleleri arasında kendi kabuğuna sıkıştırmak!
Devekuşu misali gömülür oldu başlar toprağa. En yakınımızdaki, vaktinde bizim için saçını süpürge eden, uykusuz geceler geçiren, gerektiğinde eşine ve çevresine karşı bize kucak açan, ‘sadece yavrularım için’ diyerek sayıklayan anne-babalarımız yalnız ve terk edilmişler şimdi!
Birer kuş misali uçup kendi yuvalarını kurunca çağımız gençliği, unutuverdiler ailelerini. Elden ayaktan düşmedikleri süre boyunca, yüksünerek çaldılar kapılarını ayda yılda bir, uzak ahbap ziyaretleri gibi. Heyhat! Yaş geçti, bel büküldü. Eller tutmaz, ayaklar işlemez oldu yılların yorgunluğu ve yıpratmalarına karşı. Bir oda, bir ocak, bir televizyon ve hep aynı mekâna bakan bir küçük pencere oldu artık dünyaları. İniltilerin her gece duvarları dövdüğü, ‘nerede evlatlarım’, ‘neden’, ‘nasıl’ sorularının beyinlerin her hücresini felce uğrattığı, aralarında çocuklarıyla zaman farkının yaşandığı, yalnızlık ve sessizlik kucağında tespih tanesi gibi dökülen gözyaşlarıyla boğulan ve yitirilen bir insan, bir alem! Bir anne, belki de bir baba!
“…Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (Maide: 32)
Öldürmek için ille de bir silaha gerek yoktur elbette. Öfkeli bir söz, yüzü asmak, aşağılayıcı cümleler kullanmak, işe yaramadığını ve başa bela olduğunu hissettirecek küçücük bir kıvılcım, yeme ve barınma ihtiyaçlarından yoksun bırakmak, yetecektir nasırlaşmış yüreklerin bu mekândan diğer mekâna göçü için.
Ey iman edenler, iman ediniz!
Bugün ülkenin pek çok yerinde yaşlandığı, yatağa bağımlı hale geldiği, hastalandığı, ellerine, dillerine veya çişlerine (altına kaçırma) hakim olamadıkları için unutulmak istenen, içinde bulundukları durumla yüz yüze bırakılan, zehirli düşüncelerin kalpleri çürütmesiyle acımadan ölüme terk edilen nice insancıklar var. Vicdanların buz gibi soğuk estiği, taş kadar katılaştığı, para hırsının gözleri kör ettiği, kendi huzurunun her şeyin üstünde olduğu bilincinin taşındığı, hemen yan kapı da olsa dahi ana-babasını sormaktan imtina eden, utanan, sıkılan, yüksünen, onları birer kambur gibi gören, onların dün kendileri için yaptıklarını unutan, bugünkü seviyesini veya başarısını onlara borçlu olduğunu nankörce hatırlamak istemeyen zavallılar var dört yanımızda!
“De ki: Gelin Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin -sizin de onların da rızkını biz veririz-; kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın ve Allah'ın yasakladığı cana haksız yere kıymayın! İşte bunlar Allah'ın size emrettikleridir. Umulur ki düşünüp anlarsınız.” (En’am:151)
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of!" bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.
Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: "Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!" diyerek dua et.
Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.”(İsra: 23/24/25)
İmam Sadık(a.s) bu ayetle ilgili şöyle buyurmuştur:
“Eğer Allah Teala, (anne-babayı incitmek hususunda) öf kelimesinden daha küçük bir şeyin olduğunu bilmiş olsaydı, mutlaka ondan da nehy ederdi; öf, anne-babaya karşı gelme ve onları incitmenin en küçük ve hafif olanıdır. İnsanın anne-babasına keskin bir şekilde bakması da akk-ı valideynden (onları incitmekten)dir.”
Ey iman edenler, iman ediniz!
Nedendir bilinmez, bitmez bu gelin-kaynana husumetleri. Üzerlerine nice maniler, fıkralar, hikâyeler yazılmıştır da, bir tanesi hoşgörü, iyi niyet beslemez içerisinde. Hep kıskançlık, hep öfke, hep nefretle beslenmiştir bu ikilinin aşkı(!) Kimileyin kocaların tutarsızlığı, kimileyin gelinlerin işgüzarlığı, kimileyinse kayınvalidelerin büyüklük yapıp dillerini tutamaması neden olur sorunun derinleşmesine, bu kalp hastalığının kangren gibi tüm vücudu sarmasına.
Zor mudur kayınvalidelere sıradan insanmış gözüyle bakabilmek, anamızın yerine koyup, anamıza verdiğimiz değeri verebilmek, hoşgörümüzü, sevgimizi ve saygımızı, hiç olmazsa onların karşısında dizginleyerek yüreklerin çığlıklarını susturabilmek! Gerçekten imkansız mıdır onlarla aynı sofrayı paylaşıp, aynı muhabbete ortak olmak, yaptığı haksızlığın (davranış, eylem, söylem veya tutum) üstüne fazla gitmeyip, Allah için susabilmek veya katlanabilmek!
hz.muhammed
Mümkünsüz müdür hastalandığında üstünü başını yıkayıp yemeğini pişirmek, ara sıra uğrayıp ihtiyaçlarını gidermek, banyosunu yaptırmak, hiçbirini yapmaya zaman ayıramıyorsak (!) birini tutup, kimsesizliğin acısını yüreklerine nakşetmesek ilmek ilmek. Kendimizi onların yerine koysak, bir gün bizimde yaşlanacağımızı düşünsek önüne geçilmez zaman tünelinde, yaptıklarımızın tek tek yazıldığını Allah katında, bunların hesabının sorulacağını hatırlasak alnımız yerde her secdeye vardığımızda, örnek olsak çevremize ve çocuklarımıza, ne ekersek onu biçeceğimizi, fani olan bu dünyada her şeyin geçici olup, asıl öbür dünyaya yatırım yapmamız gerektiğini tekrarlasak kendimize şeytanın vesveselerine inat!
Değil mi ki miz de bizden bunu istiyor:Rabbi
“Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardandır.” (3/114)
“Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah, kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir.” (3/30)
Ey iman edenler, iman ediniz!
Erkeklerin birbiriyle geçimleri daha kolaydır da, kadınların birbirleriyle geçinmeleri hep sancılı olmaktadır. Hiçbir şey tek taraflı değildir ancak, her ilişkide alttan alan, yürümez olan ilişkiyi sürüklemeye çalışan, yeri geldiğinde susmayı, yeri geldiğinde oturmayı bilen bir taraf mutlaka vardır. İşte biz Müslümanlar, bu pozitif bakmayı bilen taraflar olamaz mıyız?
İstisnalar hariç elbette kayınvalideler gelinleri kızları gibi sevemez, onlara davrandıkları gibi davranamaz, tebessümleri, kendi evlatlarının yüzüne yansıdığı gibi gelinlerinin yüzüne yansımaz. Hep farklı düşünceleri ve cevapları vardır. Evlatlarına yandıkları gibi gelinlerine-damatlarına yanmaz, sizi hatırlamaz, sizin için üzülmezler(Üzülseler de göstermeyi beceremezler). Ha keza bizim içinde geçerlidir aynı olgular. Okumuş, alim, doktor, öğrenmen, aydın, prof vs. neci olunursa olunsun, mutlak bu ikilem ve sıkıntıların farklı versiyonları yaşanır, yaşanmıştır veya yaşamaktadır.
Ancak bunların hiç biri Müslüman kimliğimizi değiştirmez, değiştirmemelidir. Bizler her durum ve ortamda Allah’ın rızasını kazanmayı gaye edinmeliyiz. O zaman üstesinden gelebiliriz bu sıkıntıların. Bir furyadır almış başını gidiyor yine bu mesele üzerine. Gelin, kayınvalidesine bakmak zorunda değilmiş(!) bayrağı taşımaktadır kadınlarımız yüzleri kızarmadan! Allah, ‘analarınız’ derken kendi öz analarını kastediyormuş. Tüm birlikteliklerinde, ellerinde Kur’an, yaparlarken sohbetlerini, birbirlerine bunları anlatıp öğretiyorlarmış.
Kendisi ev gezmelerinde, öz annesinin evinde kahvaltı muhabbetleri yaparken, kocasının annesi inim inim inlemekte ama onun umurunda değil. Bir Müslüman olarak, bir komşumuz dahi hasta iken yerimizde duramaz, bir faydamız olur mu diye kapılarını aşındırırken, yolda kalan Allah misafirine bir kap yemeği zevkle uzatırken, komşusu açken tok yatan bizden değildir hadisini ağızlarımızdan hiç düşürmezken, hangi Müslümanlığımızla evlenip akrabalık oluşturduğumuz, birlikte yeni nesillerin oluşmasına katkıda bulunduğumuz eşlerimizin annelerine-babalarına sırtlarımızı dönebiliriz? Anne-baba, yakın akraba, yolda kalmış, yetim veya düşkün, hasta veya komşu, bu sıfatlardan hiç birinde yer bulamıyor muyuz onlara?
Kanaatimizce, eşlerimizin anneleri ve babaları, bizim de anne ve babalarımız gibidir. (Öyleki nikah düşmüyor, onların yanında örtünmek zorunluluğu ortadan kalkıyor. Daha nasıl bir yakınlık gerekir ki onların acı çığlıklarına ve yardım için uzattıkları ellere sahip çıkalım). Evlilik huzurumuzun devamı, Allah’a karşı sorumluluklarımızın icabı, akrabalık ilişkilerinin gereği, insanlık ve kul olma bilinci gereği, onları sahiplenmek bizler üzerine vazifedir. (Kızları, oğulları baksın vs teferruatlarını tartışmıyoruz. Üzerimize düştüğünce yapılması gerekenleri izaha çalışıyoruz)
Ey iman edenler! Tehlike çanları çalıyor uzun zamandır vicdanlarımızda. Münafıklık tohumları ekiliyor gizliden
yüreklerimize.
“Demek ki ey münafıklar! Siz işbaşına geçecek olursanız, ülkede fesat çıkaracak, nizamı bozacak, akrabalık bağlarını parçalayacaksınız! (Allah’a verdiği söze bile sadık kalmayan kimsenin, böylesi hakları gözetmesi de beklenemez). İşte bunlar, Allah’ın lanet edip kulaklarını sağırlaştırdığı, gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed, 47/22-23)
Resulullah (s.a.v), ana-babaya hizmet ederek cenneti kazanamayan kimseler hakkında üç defa tekrarlayarak şöyle buyurmuştur:
“Ana-babasından biri veya onların her ikisi onun yanında yaşlanmış çağına ulaşmış olup da (onlara hizmet ederek ) cennete giremeyen kimsenin burnu toprağa sürülsün (hor ve hakir olsun).”
Yine Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Babalarınıza iyilik edin ki, oğullarınız da size iyilik etsinler; iffetli davranın ki, kadınlarınız da iffetli olsunlar.”
Ey iman edenler, iman ediniz!
Ölümler yaşanıyor her gün yalnızlık ve pislik içinde. Bir dost, bir komşu için yükseliyor feryatlar. Ya bir banyoda, tuvalette, belki de bir kapı önünde, yahut da yatağında gözleri açık kalmış bedenler yatıyor sessizce! Uzanan eller boş çevrilirken evlatlarca, Ayşe, Hatice veya Emine hanımın yemek getirdiği boş bir kapla toslaşırken bakışlarımız, komşu olarak düğümlenirken kanlı ve öfkeli gözyaşları boğazımıza, ter, ilaç ve necaset kokusuna burun kıvırırken gönüller kırık isteksizce, insanlık namına utançlar yaşanır Rabbin huzurunda.
Anlık bir korku sarar tüm bedeni elektrik çarpmışçasına. Başlar hemen dudaklar sessizce dualar mırıldamaya.
“Rabbim kimseyi yalnız ve sensiz bırakma! Kimseyi elden ayaktan düşürüp başkalarına muhtaç etme! Bana ve aileme temiz ve hayırlı ölümler nasip et! Çok çektirip bakanlara yük etme! Çok yaşayıp acılar ve pişmanlıklar içinde ölmektense, elden ayaktan düşmeden, senin sevdiğince yaşayıp ölmek nasip eyle! Ne derler, iki gün yatak, üçüncü gün toprak nasip eyle!” amin.
“Biz insana, anne ve babasına güzel muamele etmesini emrettik. Zira annesi onu nice zahmetlerle karnında taşımış ve nice güçlüklerle doğurmuştur. Onun (hamilelik) taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır. Nihayet insan, gücünü kuvvetini bulup daha sonra kırk yaşına girince dedi ki, ‘Rabbim bana, anneme ve babama verdiğin nimetlere şükretmemi ve senin razı olacağın Salih bir amelde bulunmamı bana ilham et; benim için soyumda barış ve dine bağlılık nasip et. Gerçekten ben tövbe edip sana yöneldim ve gerçekten ben Müslümanlardanım.” (46/15-16)Selam ve dua ile
Fatma Gülbahar Mağat- Haksözhaber