Bûşehr sanki merhum Seyit Abdullah şöyle anlatır:
Vaktiyle İsfahan âlimlerinden biri, deniz yoluyla hacca müşerref olmak için bir grupla birlikte Bûşehr’e gelmişti. Ne var ki İngiliz elçiliği vize vermeyerek zorluk çıkarmıştı. Ben de dahil olmak üzere birçok kişi işin düzelmesi için elinden geleni yapmaya çalıştıysa da bir faydası olmadı.
Şeyh ve arkadaşları bu duruma oldukça üzülmüşlerdi. Şeyh, “Epey müddettir hacca gitmek için uğraşıyoruz. Bir aya yakındır yoldayız ve bu yolda sıkıntılara katlandık. ( O zamanlar kafile yolculuğu İsfahan’dan Şiraz’a 17 gün, Şiraz’dan Bûşehr’e kadar da 10 gün sürüyordu) Bu yüzden geri dönemeyiz” diyordu.
Şeyhi oldukça üzgün ve sıkıntılı görünce acıdım. Bir şeylerle meşgul olmasını sağlayıp rahatlatmak için mescidimi ona vererek cemaat namazı kıldırmasını ve minbere çıkıp vaaz vermesini rica ettim. Şeyh isteğimi kabul etmişti. Her akşam minbere çıkıyor, beraberindeki hacı adaylarıyla birlikte hüzünlü ve kırık bir kalple Allah’a yalvarıyor, “emmen yucibu” ayetini okuyor ve İmam Hüseyin’e (as) tevessül ediyordu. Onların bu yakarışı her işiteni etkileyip üzüyordu.
Birkaç akşam böyle perişan bir halde Allah’a yalvarıp şikâyetlerini dile getirdiler.
“Rabbimiz bizler geri dönemeyiz, bizi maksadımıza ulaştır!”
diyorlardı.
Bir gün İngiliz konsolosluğundan birkaç kişi geldi. Şeyhe, “Gelin de izin belgenizi alın!” dediler. Sevinçle vizelerini aldılar ve Kâbe’ye doğru yola koyuldular.
Aradan birkaç ay geçmişti. Bir gün deniz kenarında dolaşırken saçı başı birbirine karışmış kötü görünüşlü birine rastladım. Bana pek yabancı gelmemişti. “Sen birkaç ay önce falan şahısla birlikte Mekke’ye gitmek isteyen İsfahanlı değil misin?” diye sordum. “Evet” dedi. Bunun üzerine Şeyh’in ve arkadaşlarının durumunu sordum. Uzun uzun ağladıktan sonra cevap verdi: “Yolda önce haydutların saldırısına uğradık, mallarımızı yağmaladılar; sonra da hastalığa yakalanarak hayatlarını kaybettiler. Onlardan geriye sadece ben kaldım; durumumu görüyorsun!”
Biladî der ki:
Onların dualarının niçin kabul olmadığını şimdi anlıyorum. Israrlarını sürdürünce Allah isteklerini kabul etti, ama bu kendi zararlarına oldu.”
gül
Allah-u Teala Kur’an’da şöyle buyurmaktadır:
“Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha körü olduğu halde bir şeyi sevmemeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz”[1]
Yine başka ayette şöyle buyuruyor:
“Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat bize kavuşmayı beklemeyenleri biz azgınlıkları içinde bocalar bir halde (kendi başlarına) bırakırız. [2]
Ayetteki kasıt şudur: Bazıları şerri talep ederek hayrı istediklerini sanırlar. İstedikleri şey hayırlarına olmadığı için Allah onu kabul etmez. Tıpkı öfkelendiklerinde kendilerinin ya da evlatlarının ölümünü dileyen, öfkeleri yatışınca da bundan pişmanlık duyup duaları kabul olmadığı için Allah’a şükreden kimseler gibi…
Nice işler vardır ki insan, hayrının ve saadetinin onda olduğunu zannederek ısrarla o işin olmasını yeğler, ama muradına erince de “Keşke bu iş olmasaydı!” diye hemen pişman olur.
Dolayısıyla insan, hacetlerini Rabbinden dilerken isteğinin hayırlısını Allah’a bırakmalı ve şöyle demelidir: Ey âlemlerin Rabbi! Dini ve dünyevi hacetlerim ancak senin rızan ve benim de hayrım doğrultusunda olursa yerine getir!
İnsan, diliyle söylemese bile bunu kalbinden geçirmelidir. O halde Rabbimizden bir şey talep ettiğimiz zaman o işin yararımıza mı, zararımıza mı olduğunu Allah’a havale etmeli; hayrımıza olanı Allah’tan dilemeli; aksi halde ondan vazgeçmeliyiz.
Netice olarak, insan kendisini Rabbi karşısında aciz, zayıf ve maslahatını teşhis edemeyen bir kul olarak görmeli; Rabbini ise her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen bir Rab olarak bilmelidir. Haceti verilmezse Rabbine karşı kötü düşüncelere kapılmamalı ve O’nu, isteğini yerine getirmediği için itham etmemelidir. Aksine duası kabul olmadıysa, bunu ya kendi maslahatına ya henüz vaktinin gelip çatmadığına ya da duasının kabul gerektiren bazı şartlara haiz olmadığına yormalıdır.
1-Bakara, 216
2-Yunus, 11
“Gizemli Öyküler” kitabından alıntıdır.
Ayetullah Destgayb
Kaynak: Beytül Ahzan