GİRİŞ
Beşerin Allah'a olan Yolları
Şimdiye kadar düşüncelerin Allah marifetine ulaşması yolu ile ilgili ortaya atılan itirazlar ve engelleri gözden geçirdik, şimdi ise hangi delillerle göre Allah'ın varlığını kabul etmemiz gerektiğini, beşerin ne gibi yollarla Allah'a varabileceğini ve ister vahiy ve nübüvvet ismiyle olsun, ister irfan ve riyazet ismiyle olsun ve ister felsefe ve kelam ismiyle olsun beşerin hangi yollarla Allah'ı tanıdığını görelim.
Özet olarak hazırlanmış olan bu makalede mezkur yollardan yalnızca felsefi yola iktifa-a edilmiş, felsefi buhranlar içerisinden de yalnızca molla Sadra felsefesinin mahsulü olup en yüksek ve en değerli felsefi bir burhan olan "Sıddıkların Burhanı" ismiyle tanınan burhan ile ileride açıklayacağımız bir diğer burhanla yekinilmiştir.
Fakat biz konuyu daha geniş olarak beşerin bu hedefe varmak için seçtiği yolların tamamına değinmeği gerekli görmekteyiz. Dolayısıyla makalenin kendi metni hususunda açıklamaya başlamadan önce bu yolları özet olarak gözden geçireceğiz.
Genel olarak beşerin Allah'ı tanıma yolları üç çeşittir.
a) Kalp veya fıtrat yolu
b) Duyu ve bilim veya tabiat yolu
c) Akıl veya istidlal ve Felsefe yolu
Elbette son iki yolun her biri daha sonra açıklayacağımız üzere bir çok yollara ayrılmaktadır.
Kalp Veya Fıtrat Yolu
Allah marifetinin her insanın fıtratında olduğu söylenmektedir. Yani her insan yaratılış ve ruhunun asıl yapısı gereği olarak, kazanmaya ve bilimsel bir takım öncüller hazırlamaya çalışmaktadır.
Bu, açıklamayı gerektiren bir konudur; zira Allah marifetinin fıtri olduğunu ileri sürenlerden bazıları bundan akıl açısından fıtri olduğunu kastettiklerini belirtmişlerdir. Onlar insan aklının fıtratı gereğince, nazari delillere ihtiyaç olmaksızın, Allah'ın varolduğunu anlamaktadırlar. Varlık nizamını ve varlıkların diğerinin kontrol ve idaresi altında olduğunu görmenin kendisi, insanın delil getirmesine gerek duymaksızın insanda bu varlıkları kontrol ve tedbir edenin varolduğu inancını doğuruyor.
Nitekim mantık açısından fıtriyyat terimiyle anılan konuların hepsi böyledir.
Fakat bizim yukarıda sözü geçen fıtrattan maksadımız akıl fıtratı değil kalp fıtratıdır. Kalp fıtratı insanını özel ruhsal yapısı açısından Allah'ı arayan olarak yaratıldığı anlamını ifade etmektedir.
Allah'ı aramak, Allah'ı istemek, Allah'a tapmak duyguları, çocuğun annesini istemesi duygusu gibi insanın zatından kaynaklanan duyulardandır. Nitekim çocuk farkında olmaksızın kendi zatında bulunan duyusu gereği, annesini istiyor ve arıyorsa, beşer de kendisi farkında olmasa bile içinden gelen bir duyu gereği Allah'a inanmakta ve Allah'ı aramaktadır.
Mevlânâ kendi şiirlerinde bu hakikatı aynı misalle anlatmaktadır:
Çocukların annelere olan meyli gibi meylinin sebebinin süt vermekte olduğunu bilmez. Her yeni müridin aşırı meyli gibi o genç bahtlı yüce pire karşı
Cüz-i akıl o akl-i küldendir
Bu gölgenin hareketi o gülün dalındandır
Gölgesi sonunda onda fani olur
O zaman anlar meylin ve aramanın sırrını
Ayrı bir şair de şöyle diyor:
Binlerce zerrecikler başaşağı koşmaktalar
Güneşte güneşin ne olduğundan gafil olarak
Allah'ı isteme ve Allah'ı arama duyusu insanın kalp ve duyu merkezi ile varlığın kaynağı; yani yüce başlangıç ve mutlak kemal arasında olan manevi bir cazibedir. Cisimler arasında bulunan cazibe gibi. İnsan kendi farkında olmaksızın bu esrarengiz gücün tesiri altındadır. Güya şu bilincinde olduğu benliğinden gayri onun vücudunda gizli olan ayrı bir benlik de vardır ki; onun da kendine ait sesi ve çağrısı vardır.
Benden gayri perde arkasından bir söz düzen vardır.
Kalpte bir sır saklamak olmaz ki, sırları bilen vardır.
Bülbüller bahçeden balkona gül getirin
ki, kafesin bu köşesinde mırldayan vardır.
Sen sanma ki bu hikâyeyi kendim söylüyorum
Kulağını dudaklarıma yaklaştır ki, bir ses vardır.
Hafiz şöyle diyor:
Ben kalbi yorgunun içinde bilmem ki kim var,
ki ben susmuşum, ama o figan ve nale etmektedir.
Psikologlar bilginleri son asırda insanın açık olan şu duyusunun ötesinde gizli olan başka bir duyusu da olduğu gerçeğini anlamışlardır. Yani bu açık benliğinin ötesinde bir de gizli benliği olduğunu keşfetmişlerdir. Ancak bu bilginlerden bazısı bu gizli benliğin, açık bilinçten insanın batnına gidip şekil değiştiren şeylerden ibaret olduğunu ortaya sürerken, diğer bir grubu ise batini benliğin aslî olarak var olan bir gerçek olduğunu belirtmekteler. Bu bilginler, insanda bulunan sanat, ilim ve din sevgisi duyularının bu batnî duyudan kaynakladığını söylemekteler.
Arifleri filozoflardan ayıran asıl noktada işte budur. Arifler fıtrî aşkın gücüne inandıklarından bu gücü daha da kuvvetlendirmeye çalışıyor ve kalpten kaynaklanan yüksek ilahi duyuları güçlendirip onun gelişmesini önleyen engelleri gidermenin, ayrı bir tabirle kalbi tasfiye etmenin daha sonra da aşkın güçlü muti ve hızlı bineğine binerek, Allah'a doğru yol almanın gerektiğine inanıyorlar.
Buna karşılık filozoflar ve kelamcılar akıl, fikir ve istidlal yolu ile kendi matluplarını bulmağa çalışıyorlar. Arifler yücelip uçmak istiyorlar, filozoflar başını dizleri arasına alıp düşünmek istiyorlar. Arifler görmek istiyorlar, filozoflar bilmek istiyorlar.
Şariatta emredilen ibadetler işte bu duyguyu güçlendirip geliştirmek içindir, veya en azından ibadetlerin farz kılınma hikmetlerinden birisi işte budur.
Bu gün insanın ruhunun derinliğininde onu Allah'a bağlayıp inandıran böyle bir duygu ve aşkın bulunduğunu kabul eden bir çok bilgin bulunmaktadır.
Bizler insanın zatında böyle bir duyunun olup olmadığını anlamak istersek önümüzde iki yol vardır.
a) Bizzat kendi zatımızı ve diğerlerini böyle bir duygunun olup olmadığı açısından incelemeliyiz.
b) İnsanın ruhu üzerinde manevi açıdan uzun yıllar araştırma yapan bilginlerin bu hususta ne gibi görüş belirttiklerini görelim. Eski filozoflarımız hem istidlal ve hem işrak yoluyla bütün varlıklarda ve bu cümleden insanlarda böyle bir aşkın olduğunu ispat ediyorlardı. Bugünkü bilginler de insanda bulunan birtakım ruhsal buluşları böyle bir aşkın var olduğuna delil getiriyorlar.
Bu cümleden, "İnsan Bilinmeyen Varlık" kitabının yazarı ünlü bilgin Alexic Carrel'i sayabiliriz.
Carrel dua hakkında şöyle diyor: "Dua ruhun Allah'a doğru uçuşudur"1
Yine Carrel şöyle diyor:
"Vicdanın derinliğinde alevlenen bir ateşin olduğu söylenmektedir. İnsan kendini olduğu gibi görmektedir. İnsanın sapıklıklarını, yanlış düşüncelerini, gururunu, bençilliğini hırsını ve kibirlenmesini açığa çıkarıyor. İnsan onun sayesinde ahlaki görevleri için boyun eğip ve fikirsel alçakgönülülük için işe koyuluyor. İşte bu sırada bağışın azametli saltanatı onun önünde zahir olur."
Bu cümle bilginlerden bir diğeri de william Jhames'tir. O şöyle diyor:
"Her ne kadar bizlerin bir takım içgüdülerimiz ve isteklerimiz tabiat aleminden kaynaklanıyorsada, istek ve arzularımızın çoğunluğu madde ötesinden kaynaklanmaktadır. Zira onların çoğu maddi ve akli ölçeklerle uyum içerisinde değildirler.
Yine o diyor:
"Ben dini hayatın kaynağının kalp olduğunu tam olarak kabul etmekteyim şunu da kabul etmekteyim ki, felsefi formüller ve düsturlar aslı ayrı bir dil ile olan tercüme edilmiş bir konu gibidir."
Yine william şöyle demiştir:
"İnsanlar genel olarak kendi inançlarını felsefi temeller üzerine kurup sağlamlaştırdıklarına inanıyorlar; oysa, felsefenin kendisi iman üzerine kurulmuştur."
Merhum Furuği'nin nakline göre sevgiyi akıldan üstün kabul edip ilim ve itikadın temelini kalbi işrak üzerine kuran Pascal ise şöyle diyor:
"Allah'ın varlığına akıl değil kalp tanıklık etmektedir. İman da bu yol ile kazanılır."
Yine o demiştir ki:
"Kalbin bir takım delilleri vardır ki akıl onlara sahip değildir."
Merhum Furuğinin naklına göre, Berfson da yüksek ve alçak olmak üzere iki kısım dindarlık ve iki kısım ahlakın olduğuna ve onların her birinin ayrı bir kaynağı olduğuna inanmaktadır.
1- Yüksek dindarlık ve ahlak
2- Aşağı dindarlık ve ahlak
Alçak dindarlık ve ahlakın kaynağı toplumun salahıdır. Yüksek dindarlık ve ahlakın kaynağı ise yüce alemden ulaşan manevi feyizdir. Yüce alemden kaynaklanan diyanet hakkında şöyle diyor:
"O, hayvanlarda içgüdüyü ve insanlarda aklı meydana getiren bilgi kaynağıdır. Bu bilgi kaynağından insan bir işrak gücü konulmuştur ki, umumda örtülü ve zayıf bir haldedir. Ama onun kemala erip güçelenmesi de mümkündür. Öyle ki kişi o asil gerçeğin onun canında işlemiş olduğunu farkedebilir. Ateşin demire nüfuz edip onu kızartması gibi.
Ayrı bir tabirle, insan kendisinin mabde ile bağlantı kurduğunu farkediyor ve onda aşk ateşi alevlenmeğe başlıyor. Bu sırada akıldan kaynaklanan fikirsel tereddüt itminan ve güvene dönüşüverir. Ve bu sırada insanın sınırlı ve cüzi şeylere olan ilgisi azalıp, onlardan kesilir ve genel hayata bağlanır.
Bütün aleme aşığım ki alemin tümü ondandır"
Beşerin vicdanında din duygusunun varlığına inanan asrın psikologlarından bir diğeri de Freud'un ünlü öğrencisi Yunf'dur. O üstadının din duygusunun geri itilmiş maddi duyuların şekil değiştirmiş şekli olduğuna dair görüşünü reddederek din duygusunun gerçek bir duygu olduğuna inanmıştır. Bu konuda onunla üstadı arasında bir çok mektup mübadele olunmuştur ki, bazı kitaplarda bulunmaktadır.
Asırımızın ünlü bilgini Einstein'ın bu konuda güzel bir açıklaması vardır. O yayınladığı "Din ve Bilimler" adlı makalesinde din duygusunun herkeste bir ölçüde olmadığı iddiasında bulunup, Tevrat ve İncil gibi bazı dini kitapların
Allah'ı (c.c) tanıtma üsluplarına itirazda bulunduktan sonra şöyle diyor:
"İstisnasız olarak yaygın olan bir inanç ve üçüncü bir din her kesin arasında vardır. Gerçi halis ve saf olarak hiç bir kimsede bulunmamaktadır. Ben onun yaratılışın veya varlığın din duygusu olduğuna inanıyorum. Bu duyguyu tamamıyla ondan yoksun olan birine anlatmam çok zordur. Özellikle de artık burada çeşitli şekillerle görülen tanrı da sözkonusu değildir.
Bu dinde küçük bir ferd, beşerin amaç ve hedeflerini, nesne ve olayların arkasında tabiatta ve düşüncelerde zuhur eden azamet ve yüceliği hissetmektedir, o kendi varlığını bir nevi hapis telakki etmektedir. Öyle ki, beden kafesinden uçup bütün varlığı bir anda bir hakikat olarak idrak etmek ve kavramak istemektedir."
Kur'an-ı Kerim'de ve büyük İslam önderlerinden ulaşan naslarda din duygusunun ve Allah'a yönelmenin fıtri (doğuştan) olduğuna delalet eden bir çok deliller mevcuttur. Bizim tesbitlerimize göre Kur'an-ı Kerim bu hususu belirten ilk "ilahi" kitaptır. Bu gün ondört asır geçtikten sonra beşeri ilimler de bunu isbat ve teyid etmektedir.
Bu ayetleri açıklayıp tefsir etmek, özellikle de Hz. Resulullah (s.a.a) ve onun pak Ehl-i Beyt'inden (a.s.) bu ayetler hakkında buyurmuş oldukları sözler de dikkate alındığı taktirde çok uzayacağından ve böyle uzun bahisler bu kitabın muhtevası dışında olduğundan, biz onca ayet ve hadis-i şeriflerden sade bir kaç ayet ve hadis-i şerifi zikretmekle yetineceğiz:
1- "Hakka yönelmiş olarak yüzünü dine doğrult. O Allah'ın fıtatına ki "Allah" insanları onun üzerine yaratmıştır."
"Rum suresi:30"
2- "Acaba Allah'ın dininden gayrisini mi istiyorlar oysa ona göklerde ve yerde her kim varsa teslim olmuştur"
Ali İmran:83
3- "Onlar ki iman getirmişler ve kalpleri Allah'ı anmakla itminan bulur, bilin ki Allah'ı anmakla kalpler itminan bulur" Ra'd:28
4- Ve her kim beni anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun için dar bir geçim vardır..."
Taha: 124
5- "Hatırlat sen ancak bir hatırlatıcısın"
Gaşiye: 21
6- "Gökler de ve yerde her ne varsa Allah'ı tenzih etmektedir..."
Hadid:1
7- Hani Rabbin Adem oğullarının arkalarından zürriyetlerini çıkarıp kendilerine" ben sizin Rabbinız değil miyim?" diyerek kendi nefisleri üzerine şahit tuttuğunda onlar: "Evet ya rabbi şehadet ederiz" dediler..."
Araf: 172
8- "İman getirenler, Allah için daha çok sevgi beslerler..."
Bakara:165
Hadislere gelince:
1- Sonra onlara resullerini gönderdi ve birbiri ardına peygamberlerini onlara memur kıldı ta ki, onun fıtrat misakını onlara iletsinler, onlara unutulan nimetini hatırlatsınlar, onlara tebliğ ile hücceti tamamlasınlar ve akıllarda saklananları onlara çıkarıp zahir kılsınlar
Nehc'ül Belağa 1. Hutbe
2- Yaratmağı kendi kudreti ile başlattı, onları kendi meşiyyeti ile icad etti sonra da onları kendi iradesi doğrultusunda hareket ettirdi . Ve onları kendi muhabbet yolunda yürüttü"
Bu ayet ve hadislerin nasıl iddia edilen konuya delalet edip isbatladığı bahis çok uzun bir bahis olduğundan biz burada bu konuya değinmeyeceğiz, bu husus için bu ayet ve hadislerin tefsir ve açıklamaları yapılan kitaplara müracaat edilmesi gerekir.
His ve Bilim veya Tabiat Yolu:( yaratılışı inceleme yolu):
Bu yol üç bölüme ayrılmaktadır:
1- Evrenin yapısında kullanılan düzen yolu
2- Varlıkların kendi gidişatlarında sahip oldukları esrarengiz bir hidayetleri yolu
3- Evrenin sonradan icad edilişi yolu
1- Evrende bulunan sistem ve düzen:
Evrende bulunan varlıkları incelediğimizde evrenin yapısının ve evrenin yapısını oluşturan parçaların ve birimlerin bir düzen ve ölçek üzere yapılmış olduğunu, herbirinin belli bir yerde karar kılındığı ve her birinden bu özel konumundan dolayı özel bir amac güdüldüğünü görmekteyiz. Bu evren aynen bilinçli bir yazar tarafından yazılmış olan kitaba benzer ki, her bir cümlesi, satırı ve bölümü amaçlanan bir takım mana ve maksadı ifade etmektedir. Kelimelerde, satırlarda ve cümlelerde imal edilmiş olan düzen, özel bir incelikle ve titizlikle kurulmuş ve belli bir amacı gütmektedir.
Her insan bir ölçüde yaratılış kitabının satırlarını okuyabilir ve ondan bir takım anlamlar kavrayarak, yazarın maksatlarından bazısına ulaşabilir. Her insan hilkat içinde kullanılan hikmetli düzeni ve istifade edilen irade ve tedbiri bir ölçüde açıkça görüp çıkarabilir. Gerçi bu şahıs tahsil etmemiş olan çölde yaşayan biri bile olsa. Elbette ki tabii ilimlerden haberi olan bir kimse, sahip olduğu ilim miktarıca yaratılış içinde kullanılan hikmet, ve tedbir belirtilerini daha çok kavrayacaktır.
Kur'an-ı Kerim benzeri görülmeyen bir ısrarla insanları Allah'ı tanımak amacıyla yaratılışta ve varlıkların yapısında bulunan düzeni incelemeğe davet ediyor. Yine din önderlerinin sözlerinde "ki örneklerini, Nehc-ül Belağa'nın hutbelerinde, Tevhid-i Mufazzel'in hadislerinde ve Ehl-i Beyt İmamlarından bize ulaşan bazı dua ve ihticaclarında görmekteyiz" olağanüstü bir teveccühle bu konuya önem verilmiştir. Fakat bu gibi ayetlere ve hadislere kısa olarak değinmek maksadımız için fazla bir fayda veremeyeceğinden ve bu kitabı aşacağından biz bu gibi ayet ve hadislere değinmiyor ve bu bahsi ayrı bir kitaba bırakıyoruz.
Bu yolun umum halk için en iyi ve en faydalı yol olduğu kesindir.
Şimdi varlıkların yapısında kullanılan düzen ve sistemin nasıl hikmet ve bilinç sahibi olan bir yaratıcının var olduğunu isbat ettiğini görelim:
Bu sorunun cevabı açıktır. Zira bir eserin meydana gelmesi onu icad eden bir müessirin var olduğunu isbat ettiği gibi, o eserin sahip olduğu özellik ve sıfatlar büyük bir ölçüde onu icad eden müessirin özellik ve sıfatlarını gösteren bir ayna görevini ifa etmektedir.
Bir örnek zikredelim :
Bizler doğrudan doğruya yekdiğerimizin zihininde bulunan düşüncelerden ve sahip olduğumuz ruhsal kabiliyet ve sıfatlardan haberdar değiliz ve bunları doğrudan doğruya bilme imkanımız da yoktur. Bu açıktır ki, ne ben sizin kalbinizden haberdar olabilirim ne de siz doğrudan benim kalbimden geçenlerden haberdar olabiliyorsuz,
ama yine bir ölçüye kadar yekdiğerimizin kalbinden geçen şeyleri, bir şüpheye yer kalmayacak şekilde kavrayıp anlamaktayız. Biz bir kimsenin ilim sahibi olduğuna inanıp onun alim olduğunu kabul ediyoruz. Acaba bu inancımız hangi delile dayanmaktadır? Acaba buna delilimiz ondan bize ulaşan sözlü ve yazılı eserlerinden başka bir şey midir?
Biz bir kimsenin fakih, diğerinin, filozof, başka birinin matematikçi bir ayrısını da edebiyatçı olduğunu söylüyoruz. Buna ne delilimiz vardır? Açıktır ki, buna delilimiz, birincisinden fıkıhla ilgili, üçüncüsünden matematikle ilgili ve bilahare dördüncüsünden edebiyatla ilgili söz ve yazıların bize ulaşmasıdır. Biz eserle müessir arasında gerekli olan uygunluluğun gereği olarak ilmi olmayan bir kimsenin bilimsel söz ve yazı söyleyip yazamayacağını bilmekteyiz. Yine yalnızca fakih olan bir kimsenin felsefe, matematik ve edebiyyatla ilgili düzenli sözler söyleyemeyeceğini ve yalnızca filozof olan bir kimsenin fıkhi ve matematiksel sözler söyleyemeyeceğini bilmekteyiz.
Mesela bizler fıkıh dalında yazılan 44 ciltlik Cevahir kitabının yazarını tanımaktayız. Onun büyük bir fakih olduğundan hiç bir şüphemiz yoktur. Oysa onu görmemişiz, görseydik de onun batınından doğrudan haberdar olamazdık. Fakat Cevahir kitabı onun yazarının büyük bir fakih olduğuna kesin bir delildir.
Bazılarının, bu gibi konulara olan bilgi ve yakinimiz, artık asla bunun tersinin muhtemel olmadığı anlamına gelmediği, ve sadece ters ihtimalin hiç bir sağlam aklın itina etmeyeceği kadar zayıf bir ihtimal olduğunu yani ters ihtimalin tesadüf ihtimali olduğunu söylemeleri mümkündür. Örneğin Cevahir kitabı hususunda onun yazarının büyük bir fakih olduğuna yakinimiz vardır. Ancak bu şu demek değildir ki, artık bunun ters ihtimalı yanı onun yazarının fakih olmayan biri olması ve o kitabın tesadüf eseri yazılması ihtimali asla söz konusu değildir. Hayır onun yazarının fakih olmaması ve onun tesadüf eseri olarak yazılıp düzenlenmesi ihtimali de vardır.
Fakat bu ihtimal o kadar zayıf bir ihtimaldir ki hesaba gelmemektedir. İşte bu yüzdendir ki, Cevahir kitabının yazarının büyük bir fakih olduğuna zann değil, yakinimiz vardır deriz. Bu gibi yerlerde söz konusu olan tesadüf ihtimali, kaç milyonda veya kaç milyarda bir ihtimal gibi bizlerin bildiği rakamla ifade edilebilecek bir ihtimal değildir.
Aksine bir rakamının önüne ay küresine ulaşacak kadar sıfır bırakıldığında meydana gelecek bir tasavvurumuz dışı rakamlar karşısında bir ihtimal olarak ortaya çıkmaktadır, ama yine de bu kadar ihtimal karşısında bir aksi ihtimal olarak vardır.
Biz ileride bu konudan bahsedeceğiz, burada ancak şu kadarla iktifa ediyoruz ki, hesaba gelme kabiliyetine sahip olmayan böyle bir tes ihtimalin var olması konunun, kesinliğine bir halel getirmez. Böyle bir ters ihtimalin varlığı, ancak çok büyük matematiksel güçle anlaşılmaktadır. Biz kendi vicdanımızda böyle bir ters ihtimalin da olduğunu farketmekteyiz. Böyle bir ters ihtimal her bir yazarın hakkında söz konusu yapılabilir.
Örneğin ünlü şair Sadi'nin bu büyük eserini hiç bir edebi yetenek ve kabiliyete sahip olmadan tesadüf eseri olarak yazdığı ihtimal verilebilir veya İbn-i Sina hakkında hiç bir felsefi ve tıbbi bilgiye sahip olmadığı halde tesadüfü olarak kalemi eline alıp kağıt üzerine rastgele çekmesi sonucu o ünlü ve derin felsefi ve tıbbi eserleri yazdığı ve o doğru olan nakillerin, kesin inceleme ve araştırmaların kendiliğinden meydana gelip, doğru olarak ortaya çıktığı ihtimali sözkonusu yapılabilir.
Cevahir kitabının yazarı hakkında da aynı sözler ortaya atılabilir. Böyle bir ihtimalin varlığını mantıksal olarak reddetmek mümkün olmamakla birlikte, bizlerin Sadi'nin çok büyük bir şair olduğunda, İbni Sina'nın çok büyük bir filozof ve doktor olduğunda ve Cevahir kitabının yazarının çok büyük bir fakih olduğunda hiç bir şüphemiz yoktur.
İnsanî hilkat kitabını mütalaa etmek yoluyla Allah'a yönlendirmek isteyenler de, insanı aynı ölçüde ilim ve hikmet sahibi olan saniin varlığına güvenli kılmak istemekteler. Yani nitekim Sad'ının, İbni Sina'nın ve Cevahir kitabının sahibinin eselerini mütalaa etmek insana onların büyük ilim sahibi olduklarına dair güven kazandırıyor ve bu hususta şüphesi kalmıyorsa, evreni mütalaa etmek de aynı ölçüde insanı onu yaratanın çok büyük ilim ve hikmet sahibi olduğuna yakin ettiriyor.
Kursi Morison Muhammed Saidinin tercüme ettiği "İnsan Yaratılışının Sırrı" adlı kitabının 9. sahifesinde şöyle yazıyor:
"On tane bir lirayı üzerlerine birden ona kadar rakamla alamet bırakarak cebinize koyup karştırın, sonra da onları tertip üzere birden ona kadar çıkarmaya çalışın, çıkardığınız her lirayı ikincisini çıkarmadan tekrar cebinize atıp karıştırın,
Bu taktirde ilk önce 1- rakamının çıkması onda bir ihtimaline eşittir. 1- ve 2- rakamlarının tertip üzere dışarı çıkmaları ihtimali yüzde bir ihtimaline eşittir. 1-2-1- rakamlarınını terfiple eşittir. 1-2-3- ve 4- rakamlarının tertiple peşpeşe çıkmaları ihtimalı onbinde bir ihtimalina eşittir.
Böylece rakamların tertiple peşpeşe çıkmaları ihtimali azalacaktır. Ve bilahare birden ona kadar rakamların tertiple peşpeşe çıkma ihtimali onmiliyarda bir ihtimaline eşit olacaktır. Böylece bir sade misali zikretemekten maksad ihtimallar karşısında rakamların nasıl çoğaldığını göstermektir.
Bu durumda yer küresi üzerinde hayatın meydana gelmesi için o kadar uygun ortam ve şartların var olmaması gerekir ki, matematiksel imkanlar açısından bu ortam ve şartların tesadüfi olarak meydana gelip birbirleriyle uyum sağladıklarını düşünmek muhaldir. İşte bu yüzdendir ki zorunlu olarak tabiatta bu ortam ve şartların oluşup uyum sağlamalarına nezaret edecek idrak eden bir gücün var olduğuna inanmalıyız.
Böyle bir idrak gücünün var olduğuna inandığımız taktirde zorunlu olarak bu ortam ve şartları hazırlamak ve hayatı icad etmekten belli bir amaç güdüldüğüne de inanmak zorundayız.
Bu gün evrenin, yerin, hayatın ve insanın yaratılışı ile ilgili bir takım özel teoriler ortaya atılmıştır. Bazıları, bu teorileri kabul ettiğimiz taktirde artık evrenin, hayatın ve insanın yaratılışı önceden belirlenen bir plan üzerine yaratılmış olduklarına inanmaya bir gerek kalmadığını sanmaktalar. Örneğin güneş manzumesinde bulunan kürlerin meydana gelmesi hususunda Laplace'nin ünlü teorisi sözkonusudur. Mezkur teori gereğince bu küreler güneşin diğer bir yıldız ile çarpışması sonucu güneşten kopmuş parçalardan oluşmuşlardır. Hayatın ise bir takım kimyasal şartların biraraya gelmesi sonucu meydana geldiği,
sonra da gelişme ilkesi gereği olarak ilerleyip çoğaldığı ve bu günkü hale geldiği söylenmektedir. Bitkilerin, hayvanların ve insanın sahip olduğu çeşitli organların meydana gelmesi hususunda da onların da büyüme ve gelişme ilkesi gereği olarak tabiatta kendiliğinden meydana geldikleri ileri sürülmüştür. İnsanın ruh, akıl ve şuurunun ise bir takım kimyasal bileşimlerin maddesel bir ürününden başka birşey olmadığı söylenmektedir.
Biz şimdilik Laplace'in yer küresinin güneşten kopmuş bir parçası olduğuna dair teorisini ve yine hayatın ilk olarak tek hücreli canlı varlıklarla başladığına dair görüşü kabul ediyoruz. Fakat bizim sorunumuz şudur acaba bir bilgi ve iradenin dehaleti olmadan, tesadüfe de dayanarak bu teorileri doğrulamak mümkün müdür? Bu sorunun cevabını daha iyisi yeni biginlerin kendilerinden dinleyelim.
Kursi Morson "İnsanın Yaratılış Sırrı" adlı kitabının 10. sahifesinde şöyle diyor:
"Yıldız bilginlerinde tesir ederek, yekdiğerini çekecek kadar yakınlaşmaları ihtimali bir kaç milyonda bir ihtimaldır, ve iki yıldızın birbirne çarparak parçalanmaları ihtimali o kadar zayıf bir ihtimaldır ki, hesap edilmesi mümkün değildir.
Bu durumda yer küresinin güneşten kopan bir parça olduğu teorisini kabul etsek bile, bu çarpışmanın kasıtlı olarak ve irade dahilinde meydana getirilmiş olduğunu ve bu çarpıştırılmadan belli bir amacın güdüldüğünü kabul etmekteyiz ki, bu amaç yer köresinde hayatı meydana getirerek hayvan ve insan yaşantısını var etmek olabilir.
Hayatın meydana gelmesine gelince, faraza bir takım maddesel ve kimyasal şartların bir araya gelmesi hayatın var oluşu için yeterli olsa, yani hayatın madde ötesi bir cevher olduğunu kabul etmeyip onun maddenin kendi özelliğini kabul etsek bile, bu şartların bir araya gelmesinin kendisi tesadüfe bağlanamaz. Kursi Morson kitabının 154. sahifesinde şöyle diyor:
"Hayatın meydana gelip devam etmesi için gerekli olan şartların ve özelliklerin tamamının tasadüfü olarak bir anda bir gezegen üzerinde hazırlanması mümkün değildir."
Yine aynı kitapta "Bizlerin nefes aldığımız gazlar" başlığını taşıyan üçüncü bölümünde hayatın var olması için gerekli şartlar hususunda yaptığı genişçe bahsinin sonunda şöyle diyor:
"Oksijen, hidrojen ve Karbonik asid gazları ister bileşim hallerinde olsun ister yalnız olarak canlıların hayatı için gerekli olan ilk ilkelerdendirler.
Aslında yer köresi üzerinde hayatın varlığı onlara bağlıdır. Milyonlarca ihtimale karşın hatta bir ihtimal olarak bile bu gazların tamamının bir anda bir gezegen üzerinde var olmaları ve onların miktarlarının hayata elverişli olacak şekilde mutedil olması ihtimali yoktur. Bilimsel olarak tabiatın sırrı hususunda bir açıklama yapılamaz. Eğer bunca tertip ve düzenin tesadüfi olarak ortaya çıktığını söylersek de, matematiksel mantığa aykırı konuşmuş oluruz."
Bu durumda yer küresi üzerine hayatın meydana gelmesini tesadüfe bağlamak akl-i selime aykırı bir görüştür.
Bu günkü bilimsel teoriye göre hayvanların ve bitkilerin aslı bir şeydir. Yani bir hücrenin bitkiler ve hayvanlar olmak üzere iki kısma bölündüğü söylenmektedir. Şimdi de bu teorilere göre bile, bilhassa bu iki bölümün birbirlerine muhtaç olduklarını nazarda tutarak bu bölünmeyi tesadüfle yorumlamamızın mümkün olup olmadığını görelim.
Yine Kursi Morson kitabının 58. sahifesinde bu hususta şöyle yazıyor:
"Yer küresinde hayatın zuhur ettiği ilk dönemde çok taccüp edilecek bir olay vuku bulmuştur ki; bu olayın yer köresinde yaşayan canlılar üzerinde olağanüstü etkileri olmuştur. Hücrelerden biri şu ilginç özelliği kazanır ki, güneş nuru aracılığı ile bir takım kimyasal bileşimleri tecziye etmeye başlıyor ve bu işi sonucu kendisi ve kendine benzer diğer hücreler için gıda maddesi elde ediyor.
Bu ilkel hücrelerden türeyenler ise anneleri tarafından hazırlanan bu gıda maddelerini yemeye başlıyorlar ve hayvanları oluşturuyorlar. Oysa bu arada diğer bir hücreden türeyenler ise yer küresindeki bitkileri meydana getirerek yer küresinde bulunan bütün canlıların gıdasını temin etmeğe başlıyorlar. Acaba tesadüdü olarak bir hücrenin hayvanların neslini ve diğer birinin ise gitkilerin neslini meydana getirdiğini kabul etmek mümkünmüdür?!!"
Burada ilginç nokta şudur ki, bu iki hücreden meydana gelen hayvanlar ve bitkiler birbirlerinin tamamlayıcısı olup yekdiğerlerine muhtaçtırlar. Bunlardan biri olmazsa ötekisi de hayatını sürdüremez. Kursi Morson insanın yaratılış sırrı adli kitabının 31. Sahifesinde hayvanların yaşantılarında oksijene muhtaç olduklarını,
bitkilerin ise karbondiokside muhtaç olduklarını, hayvanların oksijen nefes alarak karbon dışarı verdiklerini ve bitkilerin ise bunun akisne karbondioksidi nefes alarak oksijen dışarı verdiklerini ve gerçekte bitkilerin yapraklarının insanın akçiğeri yerinde olup güneşin sıcağı altında esid korbonik'i korbon ve oksijen atomlarına teczie ederek korbonu kendinde saklayıp olsijeni dışarı attığını açıkladıktan sonra 32. Sahifede şöyle devam ediyor:
"Ormanların, meşelerin ve genel olarak bütün bitkilerin bedenlerinin asil yapısı su ve karbon bileşiminden ouşmaktadır. Hayvanlar karbon dışarı atmaları bitkiler ise oksijen. Bu yüzden eğer bu varkıkların bu işleri durar idise, bu durumda ya hayvanlar oksijenlerin tamamını tüketirlerdi, ya da bitkiler bütün karbonları tüketirlerdi. Sonuçta düzen bozulur her iki grubunda nesli yok olup giderdi."
Canlılar aleminin diğer bir ilgin konusu da ki asla tesadüfle tevcih edilemez, neslin devamı için zorunlu olan erkek ve dişi cinslerinin hayatın ilk başından meydana gelmesidir. İster hayvanlar aleminde olsun ister bitkiler aleminde olsun, ister erkeğe ait olsun ister dişiye tenasül organları o denli ilginçtir ve o kadar ince bir yapıya sahiptirler ki, asla bunların yaratılmasında bir amacın olmadığı ve hilkat neslinin devam etmesi için yaratmadığı söylenemez.
Bunlardan geçelim ve hayvanların ve bitkilerin çeşitli organlarını gözden geçirekim. Bunları incelemek bizleri o kadar şaşkınlık ve hayrete düşürmektedir, asla ince noktalatdan dolu binlerce sahifelik bir kitabı mutalia etmek bizi o denli hayrete gark edemez. Bunlarda mutala etmek derinleştilce onları var edenin sonsuz kudret ve yüce hikmeti hususunda olan hayretimizi kat kat artırıyor ve ünlü hekim ve şair sadi'nin deyimiyle:
"Tenbih etmektedir. Yaratılışta baştan başa kalbin tanrısına .
Beyni yoktur kimin tenrıya inancı olmazsa.
Bu denli ilginç resimler varlık aleminin kapısında duvarında
Gerçekte bir resimden ibarettir her kim bunları düşünmezse
Kısa bir süre için Avrupa'da şu fikir ortaya çıktı ki, bitki ve hayvanların yaratılışında olan düzen ancak bir anda meydana geldiği taktirde onu yaratanın büyük hikmet sahibi biri olduğuna delalet eder yoksa eğer tedici olarak meydana gelmiş olurlarsa, bir takım tesasdüfü olarak meydana gelen hadisler toplanarak meşhud varlık sistemini meydana getirmeğe heterlidir. Darvinin tabii tekamül etme ilkeleri yani Darwınısm teorisi ortaya çıktığında bazıları artık bu teorinin canlıların yaranmalarını tesadüfü olarak yorumlamak için yeterli olduğu düşüncesine kapıldılar.
Oysa biyolijistlerin ortaya attıkları bu teorilerinin yalnız başına canlıların yartılışını tevcih etmek için yeterli olmadığı kesin olarak ortadadır. İrade ve amacı tabiatta dehalet vermeksizin yaratılışı tevcih etmek imkansızdır. Darwinism teorisinin temeki "tabii seçim ve en uygun olanın baki kalması" ilkesidir. Ancak bunun kendisi hayat savaşında vuku bulan bir çeşit tabii elemeği dile getiren bir gerçektirki, hayat şatrlarına dahaçok kendini uyduran canlı hayatını sürdürmeğe daha çok elverişlidir.
Fakat söz canlı varlıkların yaşantısı için yararlı olan şeylerin ilk baştan tesadüf eserinde var olabilip olamıyacağında dır? Ta sonraları o tabiat elemesinde baki kalabilsin. Canlı varlıkların yaşantısında inceleme yaptığımızda onların orfanlarında ortamla uyum sağlamaları temin etmek için bir takım değişiklikler yapan bir esrarengiz, bilinçli ve belli hedefi olan bir gücün dehalet etmekte olduğunu görmekteyiz.
Eğer canlı varlıkların bedeninde medana gelen bütün değişmeler perde çeşidinden olsaydı tesadüfü olarak bir kuşun ayak parmakları arasında bir perde oluşmuştur, bu perde de onun suda kolayca yüzebilmesine yararlı olmuştur, o hayvan budan yararlanmış sonra da veraset yoluyla sonraki nesillere "geçi vereset ilmi bun kabul etmiyor" intikal etmiştir diyebilirdik.
Fakat canlı hayvanların bazı yararlı ve zornlu organları vardır ki çok büyük, karma katışık ve ince yapıya sahip bir sistemi oluşturmaktadır. Bu gibi organları ancak tamamı başa geldiği taktirde istifade edilir hale gelirler, Örneğin görme organı. Bu gibi yerlerde nasıl tedriç olarak canlı hayvanın bedeninde değişmeler meydana geldi ve onu kalmaya daha elverişli kendi elemsinde sakladı denebilir.
İnsanın yaratılış sırrı adlı kitabın 86. Sahifesinde gözün esrarengiz yapısı husuda bir takım açıklamalar yapıldıktan sonra şöyle yazıyor:
Bu büyük ve esrarengiz organın tamamı, göz tut sinir sistemine kadar hepsinin bir anda meydana gelmeleri gerekir. Çünkü bu karmaşık düzenden biri eksik olursa gözün görmesi mümkün olamaz. Buna rağmen bu amillerin hepsp kendiliğinden meydana geldikleri ve her birinin diğerine faydalı olacak ve ihtiyaç gierecek şekilde nuri düzenlediği düşünülebilirmi?"
İnsanı hayrete düşüren başka bir şeyde bir insanın bedeninde sayıları miliyatdları aşan hücrelerdir. Bunların hepsi bir kökten meydana gelmelerine rağmen her bir grup kendine has bir işi görmekte ve kendine özgü gıdayı almaktadır. Bedenin, kemik, et, tırnak, tüy göz, diş ve benzeri gibi çeşitli organlarına ait her hücreler ancak kendisine yararlı olan ve kendi hayatını sağlayan geda maddelerini alıyorlar. Hücreler onların şartlarla ve ihtiyaçlarla uyumunu sağlayan çok ilgiç bir güce sahiptirler.
İnsan yaratılışının sırrı adlı kitabın 76. Sahifesinde şöyle yazıyor:
"Hücreler kendi şekillerini ve hatta aslı tabiatlarını yaşadıkları ortamın gereği olarak ki kendileri de onun bir parçasıdırlar ve ihtiyaca göre değiştirerek onunla uyum sağlamak zorundalar. Canlı bir varlığın bedeninde meydana gelen her bir hücre kendisini, bazen et, bazen deri bazen dişlerin üzerindeki renk, bazen gözyaşı olabilecek ve bazen burun, bazen de kulak şeklini alacak şekilde ayarlamalıdır.
Bu durumlarda her bir hücre elverişli olduğu şeyin şeklini alabilecek şekilde ayarlamalıdır." Bu durumlarda her bir hücre elverişli olduğu şeyin şeklini alabilecek şekilde ayarlamalıdır." Yaratılışt abulunan uyumluluk ve düzen sayılmakla bitmez varlığın her bir noktasına baksak, uyumluluk ve üstün bilinç ve iradenin dehaletinden gayri bir şey görülmemektedir.
İnsan -yaratılış sırrı adlı kitabın 4. Sahifesinde şöyle yazıyor:
"İnsanın zaman süreci içerisinde tabiatla uyum sağladığını gösteren açık deliller, bu gün şu teori ile tamamlanmaktadır ki tabiatta kendini insanla uyum içerisine sokmuştur."
148. Sahifesinde de şöyle yazıyor:
"Yer köresinin hacmını ve fezadaki konumuyla onun varlığında olan esrerengiz uyumu nazara alıp i ncelediğimizde bu uyumların tesadüf eserinde meydana geldiğini söylemeğin onların her biri için milyonda bir ihtimal olduğunu ve toplamının tesatüf eserinde meydana gelmesi ise miliyardlarca karşit ihtimal karşısında bir ihtimal olduğunu göreceğiz. Bu yüzden yer köresinin kendi varlığını ve yaşantının onun üzerinde meydana gelmesini hiç bir zaman tesadüf meydana gelmesini hiç bir zaman tesadüf kanunlaruyla yorumlamak olmaz. İnsanın tabiata uyumundan daha ilginç olunanı tabıatın kendini insanla uyum vermesidir.
2-Hidayet Ve Yol Bulma
Varlıkların yaratılışında kasıt ve tedbirin dahaletini gösteren diğer bir elamet ve eserde onların kendi yollarını bulma özellikleridir. Her bir varlık düzenli iç organları ve beden sistemi yanısıra bir esrarengiz güce sahiptir ki, onun sayesinde gelecekteki yolunu tanıyabilir. Ayrı bir tabirle, varlıklar herne kadar maddi ve cismi yapılar açısından kör olsalar bile bir çeşit esrarengiz görüş onları önderlik etmeketdir. Bu esrarengiz görüşü onların cisimsel yapılarının ötesinde aramak gerekir.
Fakat bu esrarengiz görüşün mahiyyet ve hakikatının ne ve nasıl olduğu konusu "acaba nesnelerin içerisinde gizli olan bir gücmüdur yoksa yüzde yüz düçsel bir gücmüdür ya da varlıkları kemala doğru cazbeden, ve filozofların deyimiyle maşukun aşıkta etki bıraktığı güc gibi çok güclü bir etkenmidir"çok uzun bir balıstır. Her halukarda bu konuda varlıkara egemen olup onları idare eden şuur sahibi bir yoneticinin varlığını teyid ve isbat eden ayrı bir delildir.
Bu delil nazm delilden ayrıdır. nazm delili varlıkarın maddesel vucud yapısı sistemine aittir. Ayri bir tabirle nesnelerin vucud organizmasi aynen bir araba, saat veya dokuma fabirkası emsalı bir sanatsal sistem gibi belli bir sistem ve organizme sahiptır. Bir takım belli parça ve düzene sahiptir ki, o parçalardan her biri belli iş için yapıldığına ve onların yapımında kast ve bilginin eli olduna tanıklık etmektedir.
Fakat ne araba, ne saat ne sanatsal sisitme özel yol bulma gücüne sahip değillerdir. Onunla ve aracın hedefi arasında esrarengiz bir bağlılık yoktur ki otaomatikmen onu amacı doğrultusunda hidayet etsin. Ama tabii bireyler bunun alsie olarak böyle bir güce sahiptirler. Bu konu biraz daha açıklamayı gerektirmektedir.
Nesnelerin yol bulma özelliklleri iki çeşittir. Bir çeşidi onların iç organizmelerinin zorunlu bir özelliğidir. Yani bir aracın iç organizmesi öyle ayarlanabilir ki, otomatik olarak gideceği yola gidebilir ve yapacağı işi yapabilir. Bir saat organizmesi öyle ince ayarlanıyor ki, kendi işini en küçük bir aksaklık olmaksızın yapıyor. Bir apolu öyle ince düzenleniyor ki kendi yolunu en küçük bir sapma olmaksızın ketiriyor ve fotağraf alma haber yollama gibi işlerini yeri yerinde en küçül bir aksaklığa meydan vermeden yerine getiriyor.
Bu günün sanayısı makinenin insan bilgisinin yerini alacağı doğrultuda ilerlemektedir. Hesap makineleri toplama, çıkarma bölme ve çarpma gibi matamatiksel işlemleri tam incelikle yapmaktadır. Bir araba, katedilen masafatı, arabanın hızını, arabadaki yağ ve benzinin miktarını gözeteren sistemlerle donatolmıştır.
Radar sisitmi tehlikeyi henüz vuku bulmadan öne haber verir. Bir sade pusula aracı yönleri doğru olarak gözteriyor. Bu ölçüde yol bulma ve düzenli çalışma nesnelerin fiziksel ve ya kimyasal özelliklerinin toplamından elde ediliyor ve onların maddelrinin, hareketlerinin gereği ve ürünüdür. Açıltır ki, düzenli bir sistemin ürünü de düzenli bir iş olacaktır.
Bu tür yol bulma, geçmişten ve faili sabepten kaynaklanır. Yani bir takım fi iksel ve kimyasal özelliklere sahip olan nesnelre biraraya belerek bir sistem oluşturmuş ve o sistemin parçaları bir araya gelen nesneler, her birinin sahip olduğu özellikler ve onların bir bağlantıyla birlikte zorunlu bir sonucu olarak güzenli iş ve yol bulma olayını meydana getirmişlerdir.
Varlılarda görülen diğer bir çeşit yol bulmada varlıkdır ki, onu meydana getirmek için onun geçmişi ve faili sebep yani maddesel düzen yeterli değildir. Bu tür yol bulma varlıkla geleceği arasında bulunan bağlantıyı ve gayi sebebi yani giyet ve hedefe olan bir çeşit ilgi ve yönelişi göstermektedir.
Bir nesnenin maddesel yapı sistemine ait olan haraket ve işleri önkestirmek mümkündür. Yani o nesenin içsel yapı sistemini bilmek onun işlerini önkestirmek için yeterlidir. Çünkü bir nesnenin beden yapısı organızmesinde bulunan bileşim çeşidiyle bundan kaynaklanan zorunlu amel ve aksulamelleri ele getermek mümkündür. Bir şeyin parçalarının tabi amel ve aksulamellerini kestiemke mümkündür ve bu tür yol bulma o şeyin yapı organizmesindde bulunan düzenin kesin sonucudur. Bunun kendisi ayrı bir delildir.
Fakat eğer zorunlu olarak yapılması gereken bir iş yerine bir nesne iki yol ayırmında olur ve buna rağmen o şey onu hedefine ulaştıran yolu seçerse, işte burda ikinci çeşid hidayet ve yol bulma işi söz konusu olur.
O halde birinci çeşit hidayet ve yol bulma işinin sebep ve gerekceleri onun geçmişi ve faili sebebidir. Ama onun ikinci çeşit hidayet ve yol bulma işinin sebep ve gerekceleri ise onun geleceği ve gayi sebebinde karar kılınmıştır. Birinci çeşitte nesne kendi vacipliğini ve zorunluluğunu faili sebepten alır, ikinci çeşitte ise geyi sebepten alır. Fakat buna rağmen ince felsefi görüşü açısından faili sebeple gayi sebep arasında bir kopuklul yoktur.
Şimdi böyle bir hidayetin varlıkların tamamında veya bir kısmında oludğunu nasıl isbatlıyabileceğimizi görelim.
Başlangıç olarak şunu belirtelim ki, zahiren varlıkların iç yapı düzeniyle hidayet ve yol bulma özelliklerini birbirinden ayırarak iki mustakıl delil olarak zidreden ilk kitap kur'an-ı Kerim'dir. Yani Kur'an-ı Kerim varlıklarda bulunan hidayet ve yol bulma özelliklerinin yalnızca onların iç yapı düzenlerinden kayanaklanmadığını isbatlamıştır.
Allah'u Teala Taha suresinin 50. ayetinde Hz. Musa'nın diliyle şöyle buyuruyor:
"Dedi "Musa" rabbimiz her şeyin yaratılışını verip sonrada hidayet edendir"
Ala suresinin 2. ve 3. ayetlerinde de şöyle buyuruyor: O ki yarattı ve düzenledi ve o ki, taktir etti ve hidayet etti."
Camid varlıkların hidayeti hakkında ise şöyle buyuruyor:
"Ve her göğe kendi işini vaheytti." Hamim secde: 12
Bitkiler hususunda da şöyle buyuruyor:" Ve yıldız ve ağaç secde ederler." Rahman:6
Hayvanlar hususunda ise şöyle buyuruyor: "Ve Rabbin arıya vaheyetti ki... Mahl suresi: 68
İnsanla ilgili ise şöyle buyuruyor:
Sonra ona "insanın nefisne" fucuruna ve takvasını ilham etti" Şems:8
Yine buyuruyor:" Ve onlara hayır işleri yapmayı vahyettik" Enbiya: 73
Peygaberle ilgili olarakta şöyle buyuruyor:" Beşer Allah'a ancak vahiy aracılığıyla veya perde arkasından konuşabilir" Şura: 51
Hz. Resulu Ekrem hususunda ise şöyle buyuruyor:
"Sonra da vaheyetti kuluna o şeyleri ki vahyetti." Nacm: 10
Şimdi böyle bir hidayetin varlıklarda o varolduğunu nasıl ve hagi delillerle isbatlıyarbileceğimizi görelim.
Biz böyle bir hidayetin varlığına yapılan iptikar ve yenibuluşları bir delil olarak getirebiliriz. Yani iptikarlar ve yeni buluşlar varlıklarda ikinci çeşit hidayetin var olduğunun delilidir. Çünkü varlıkların düzenli maddi yapılarının zorunlu gereği gönceden kestirilen düzenli işin meydana gelmesidir. Yeni buluş ise düzenli bir maddi yapının ve önceden kestirilen belli hareketlerin ürünü olamaz.İbtikar ve yeni buluş geçmişten kopmak ve geleceğe bağlılık belirtisidir.
Bir hesap makinesi toplama, bölme çarpma ve çıkarma işlemlerini tam incelikle yapabilecek şekilde düzenli olarak yapılabirir. Yani hesap makinesinin düzenli yapısı böyle bir özelliği ona kazandırabilir. Fakat bir hesap makinesi asal bir matamatiksel kanun ve ilkeyi bulamaz ve ibtikar edemez. Yine bir tercüme ve ibtikar edemez. Yine bir tercüme makinesi bir kimsenin söz ve yazılarını tam incelikle tercüme edebilir. Fakat hiç bir kimsenin söz ve yazılarını
Dipnotlar
-------------------------------
1- Doktor Ali Şeriati'nın tercüme ettiği Dua Risalesi
- Ali Şariatının tecüme ettiği Yakarış Risalesi.
- Mehdi Kaimi'nin tercümesi olan "Din ve Ruh" kitabı
- Aynı kaynak.
- Aynı kaynak.
- Seyr-i Hikmet Der Avrupa c.2, s.14.