ÖNSÖZ
Bu eserde Ehl-i Beyt mektebinin inanç esasları olan, Tevhid, Adalet, Nübüvvet, İmamet ve Mead konuları özet olarak delilleriyle birlikte incelenmiştir.
Belki de bazıları "böyle bir eserin yazılmasına ne gerek vardı?" diye düşünebilirler.
Ancak açıktır ki, her inancın varlığının devam etmesi, onun bilimsel olarak açıklanmasını zorunlu kıldığı gibi, belli bir inanca sahip olan insanların, o inancı doğru bir şekilde öğrenmeleri, onların en tabii hakkıdır.
Bu da, o inancın içeriğini ortaya koyan, bizzat o inanca sahip olan kimseler tarafından kaleme alınan yazılı eserler olmadan imkansız olduğuna göre, bu tür eserlerin yazılmasının ne kadar elzem olduğu ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan Türkiye'mizde yirmi milyonu aşkın Ehl-i Beyt mektebi mensubu bulunduğu halde, bu mektebin inanç esaslarını ortaya koyan pek az yazılı eser bulunmaktadır. Bulunan yazılı eserlerin de birçok yönden eksik olduklarını görmekteyiz.
Onların birçoğu ehliyetsiz kişiler tarafından kaleme alınmıştır ki, bu tür eserlerde birtakım ne Ehl-i Beyt'in siyer ve ahlakından, ne de buyruklarından haberi olan bazı dünya düşkünü insanların uydurukları
ve hayal mahsulü hurafe inançlar, Ehl-i Beyt inançları olarak sunulmuştur. Oysa Ehl-i Beyt inancını, ancak Ehl-i Beyt'in kendisinden ve Kur'an-ı Azim-üş Şan'dan almak mümkündür.
Bu hususta bazı ehliyetli kişilerin yazmış oldukları eserlere gelince; onların da, ya Ehl-i Beyt inançlarının dayanaklarına işaret etmediklerini, ya da bu açıdan yetersiz kaldıklarını görmekteyiz. Bu ise, bu inancı paylaşanlar arasında büyük bir boşluğa sebebiyet vermektedir.
Bu nedenler, Ehl-i Beyt mektebinin inanç esaslarını delilleriyle ortaya koyan eserlerin kaleme alınmasını zorunlu kılmaktadır. İşte biz de bu nedenle böyle bir eseri kaleme almayı kendimize bir görev bildik.
Maksadımız, sadece kendi inançlarımızı delilleriyle ortaya koymaktır. Yoksa, asla bizimle aynı inancı paylaşmayan kardeşlerimizle çatışmak gibi düşük bir hedefi amaçlamadık, amaçlamayız da.
Bu eseri mütalâa eden, bizimle aynı inancı paylaşan veya paylaşmayan bütün kardeşlerimizden gördükleri hatalar hususunda, tam bir bilimsel metanetle bizleri uyarmalarını saygılarımla arz ederim.
Allah'ım! Sen bizi, sözü dinleyip de en güzeline tabi olan kimselerden eyle.
Bu naçiz eseri zamanın ilahi hücceti efendimiz Hz. İmam Mehdi (a.s)'a ithaf ediyorum.
Abdullah TURAN
TEVHİD
Allah Teala'yı Tanımanın Önemi ve Zorunluluğu
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
"De ki: O Allah tektir. Allah, Samed'dir (Her şey O'na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.) Doğurmamış ve doğmamıştır ve O'nun hiçbir eş ve benzeri yoktur." (1)
"Göklerde ve yerde olan her şey O'nu tenzih eder. O üstündür ve yüce hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin saltanatı O'nundur. O diriltir ve öldürür ve O her şeye kadirdir. Evvel ve ahir, zahir ve batın O'dur ve O her şeyi bilendir." (2)
"O, öyle bir Allah ki, O'ndan başka bir ilah yoktur. Gizliyi de bilir, görüneni de. O, Rahman (dünya ve ahirette varlık rahmetini her şeye sunan) ve Rahim (dünya ve ahirette has rahmetini yalnızca mü'minlere sunan)dır.
O, öyle bir Allah ki, O'ndan başka bir ilah yoktur. Her şeyin sahibidir. Ayıplardan ve noksanlıklardan münezzehtir. Esenliktir ve kullarını esenliğe erdirir. İnanan ve inandırandır. Her şeyi koruyandır.
Mutlak saltanat sahibidir. Eksiklikleri giderendir. Uludur. Allah müşriklerin şirk koştuğu şeylerden münezzehtir. O Allah, yaratan, var edip olgunlaştıran ve şekil verendir. Bütün güzel adlar O'nundur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nu tenzih eder. O mutlak üstünlük ve hikmet sahibidir." (3)
Hz. İmam Rıza (a.s) babaları aracılığıyla Hz. Ali (a.s)'dan o da Hz. Resulullah (s.a.a)'den naklettiği bir hadiste Hz. Resulullah şöyle buyuruyor: "Allah Teala buyuruyor: "Benden başka bir mabud yoktur.
Bana ibadet edin. Sizden kim, "la ilahe illallah" şehadetini halis kalple söylerse, benim kaleme girmiş olur ve kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur." (4)
"Uyun-u Ahbar-ı Rıza" ve Şeyh Saduk'un "Tevhid" adlı kitabında yer alan bu hadisi, Şeyh Tûsi "Emali" adlı kitabında şöyle nakletmiştir: "Hz. İmam Ali (a.s) Hz. Resulullah (s.a.a)'in şunları buyurduğunu söyledi:
"Cebrail-i Emin Allah Teala'nın şunları buyurduğunu bana haber verdi: "Benden başka bir mabud yoktur. Ey kullarım! Bana ibadet edin ve bilin ki, sizden kim, "la ilahe illallah" şehadetini halis kalple söyleyerek benimle mülâkat ederse, benim kaleme girmiştir.
Kim de benim kaleme girerse, azabımdan emin olur." Bu sırada o Hazret'ten: "Şehadeti halis kalple söylemenin manası nedir?" diye sordular. Hazret: "Allah'a ve Resulüne itaat edip, Ehl-i Beyt'inin velayetini kabul etmektir" cevabını verdi."
"Sevab-ül A'mal" kitabında Hz. Resulullah (s.a.a)'den nakledilen bir hadiste de Hazret şöyle buyuruyor: "İki kesin şey vardır:
a) Kim, Allah Teala'dan başka bir mabudun olmadığına ve onun bir ortağı olmadığına şehadet ederek ölürse cennete gider.
b) Kim de Allah'a bir şeyi ortak koşarak ölürse cehenneme gider."
"Uyun-ü Ahbar-ı Rıza" ve "İlel-üş-Şerayi" kitaplarında Hz. İmam Rıza (a.s)'dan Allah Teala'yı tanımanın gerekliliği ve nedeni hakkında nakledilen bir hadiste,
o Hazret şöyle buyuruyor: "Eğer birisi; "Neden Allah Teala, kendinden başka bir mabudun olmadığına, peygamberlerine, hüccetlerine ve Allah'ın katından gelen kitaplara iman etmeyi emretmiştir?" diye sorarsa, cevap olarak denir ki; bunun birkaç nedeni vardır:
a) Allah'a iman etmeyen birisi onun yasaklarından ve büyük günahları işlemekten sakınmaz. Kendi arzusu, heva ve hevesi doğrultusunda her hoşuna giden fesat ve zulmü yapmaktan hiçbir şekilde kaçınmaz.
Her insanın başkalarının hakkını gözetmeden, kendi heva ve hevesine göre istediği her şeyi yapmaya kalkışması ise, bütün halkın fesada düşerek yok olup gitmesine yol açar.
b) Halkın bazısı bazısına zorbalık etmeye başlar. Mallar zorla gasp edilir, can ve namusa tecavüz edilir ve herhangi bir hak veya suç söz konusu olmaksızın herkes birbirini öldürür. Bu ise, dünyanın tahribine neden olur. Ve yaratıkların helak olup, mal ve canların yok olmasıyla sonuçlanır.
c) Allah Teala hikmet sahibidir. Hikmet sahibi ise, ancak fesattan kaçındırıp doğru olan şeyleri emreden, zulümden sakındırıp, kötü işleri yasaklayan kimseye denir.
Fesattan kaçındırmak, doğru olan şeyi emretmek ve kötü işlerden nehyetmek ise, ancak Allah Teala'nın varlığını kabul ederek, asıl emreden ve nehyedeni tanımakla olur.
O halde insanlar, Allah Teala'yı tanımak ve varlığını kabul etmekten muaf tutulup kendi başlarına bırakılsalardı, ne onları doğru olan şeylere yönelten, ne de fesatlardan uzaklaştıran bulunurdu. Çünkü, bu durumda artık emreden ve nehyedenin varlığı söz konusu olamazdı.
d) İnsanların başkalarına örtülü kalan gizli konularda fesat yaptıklarını görüyoruz. O halde, eğer Allah Teala'nın varlığını kabul etmek, O'na inanmak ve O'ndan korkmak olmasaydı,
kimse kendi heva ve hevesiyle baş başa kalınca herhangi bir günahtan kaçınmaz veya herhangi bir harama düşmek veya büyük bir günahı işlemek hususunda, halkın görmediği hallerde, kimseyi dikkate almazdı. Böyle olunca da bütün insanlar helak olup giderlerdi.
O halde halkın varlık ve mutluluğu ancak ve ancak gizli, açık her şeyden haberi olan, hayrı emreden, fesattan sakındıran, hiçbir gizli şeyin ona örtülü kalmadığı, her şeyi bilen Allah Teala'nın varlığına iman etmekle sağlanabilir. Çünkü ancak bu onları, gizli olan fesatları yapmaktan alıkoyabilir.
Eğer birisi: "Allah Teala'nın vahdaniyetini kabul etmek neden farz kılınmıştır?" diye sorarsa, cevabında denir ki; bunun da birkaç nedeni vardır:
a) Eğer Allah Teala'nın vahdaniyetine inanmak gerekli olmasaydı, insanların iki veya daha fazla idare edici olduğunu hayal etmeleri mümkün olurdu. Böyle olunca da halk, batıl ilahları bırakıp onları yaratanı bulamazdı.
Zira, her insan belki de kendisini yaratandan başkasına ibadet ediyor olabilirdi ve belki de bunun farkına varmayabilirdi. Artık onlar gerçekten yaratıcılarını tanımazlardı ve sonuçta ne bir amirin emri kalırdı, ne de bir yasak koyanın yasağı. Zira bu durumda onlar ne hakiki amiri tanırlardı, ne de hakiki yasaklayıcıyı.
b) Eğer iki mabud olsaydı, onlardan biri, diğerine oranla itaat edilip ibadet edilmeye daha evla olmazdı. Diğerine itaat etmeyi caiz görmek ise, Allah Teala'ya ibadet etmeyi farz değil, caiz görmek sonucunu doğururdu.
Allah Teala'ya itaat edilmemesini caiz görmek ise, Allah Teala'ya, bütün kitap ve peygamberlerini inkar edip, bütün batılları ispat etmek, bütün hakları kenara itmek, bütün haramları helal kılmak, bütün günahları işleyip, bütün itaatlerden kaçmak ve bütün fesatları helal kılıp, bütün hakları yok etmek demektir.
c) Eğer birden fazla mabudun olması mümkün olsaydı, şeytanın ikinci mabud olduğunu iddia etmesi de mümkün olurdu. Böylece şeytan, Allah Teala'yla her hükmünde çelişip halkı kendi tarafına çekerdi. Bunun sonucunda ise en şiddetli inkarcılık ve nifak ortaya çıkardı.
Eğer birisi: "O halde niçin Allah Teala'nın benzeri olmadığına inanmak farz kılınmıştır?" derse, cevabında deriz: Bunun da birkaç nedeni vardır:
a) Bu durumda insanlar başkasına değil de Allah'a ibadet ve itaate yönelirler. Artık Rableri, yaratanları ve onlara rızk verenleri konusunda bir şüpheye düşmezler.
b) Eğer O'nun bir benzeri olmadığını bilmeselerdi, belki de babalarının diktiği bu putların; güneşin, ayın ve ateşin kendilerinin Rabbi olmadığını bilmezlerdi. Zira bunlar bazıları için şaşırtıcı olabilirdi.
Sonuçta bu gibi gayri hakiki mabudlardan ulaştığı sanılan şeyler fesada yol açıp, bütün itaatlerin terk edilmesine ve bütün günahların işlenmesine yol açardı.
c) Eğer insanlara, Allah Teala'nın benzeri olmadığını bilmeleri farz olmasaydı, Allah Teala'yı diğer yaratıklardaki acizlik, cehalet, değişmek, yok olup gitmek, yalan konuşmak ve zulmetmek gibi, hallerle kıyaslamaları, O'na yanlış sıfatları nispet vermeleri mümkün olurdu.
Bu hallere sahip olan bir şeyin ise yok olup gitmesinden emin olunmaz, adaletine güvenilmez, sözüne, emrine, yasağına, va'dine, sevap ve cezasına itibar edilmezdi.
Böyle bir şeyin olması ise insanların fesada çekilmesi, rübubiyetin batıl olup gitmesi demektir." (5)
Allah Teala'yı Tanımayı Zorunlu Kılan Akli Deliller
Allah Teala'yı tanımanın gerekliliği hakkındaki bu birkaç hadisten sonra şimdi de konuyu akli yönden kısaca inceleyelim.
Allah Teala'yı tanımanın gerekliliği kelam ilminde akli yönden ele alınmış ve bu gibi araştırmaların gerekliliği için birçok akli delil zikredilmiştir. Biz sadece bunların bazısına işaret edeceğiz:
Birinci Delil:
Fıtrattan Kaynaklanan Bilinçlenme İçgüdüsü
İnsanı Allah Teala'yı tanımaya ve onu bu gibi konularda araştırma yapmaya zorlayan şey, onun kendi yaratılışı ve fıtratıdır. Başka bir deyişle insan aklı kendi zatında bulunan içgüdülerle bu tür araştırmalara girmiş ve girmek zorundadır da.
O içgüdülerden birisi, insanın bilinçlenme içgüdüsüdür. Bu içgüdü istisnasız her insanda vardır. İnsanoğlu dünyaya geldiği andan itibaren etrafında bulunan varlıkların ne olduklarını, onların ve kendisinin nasıl meydana geldiğini ve sonunda ne olacaklarını anlamaya çalışır.
Bunu kavramak onun için en büyük amaç sayılmaktadır. Bu içgüdü ta çocukluktan insanda uyanmaya başlar. Çocuğun baba ve annesini soru yağmuruna tutması, işte bu içgüdünün zorlaması sonucudur.
Elbette bu içgüdü her şahısta var olmasına rağmen, bütün insanlarda eşit derecede olmayabilir ve her dönemde çalışma alanı değişebilir. Örneğin, çocukluk yaşlarında çocuğu basit şeyleri öğrenmeye zorlayan bu içgüdü, daha sonraları derinleşerek insanı daha derin ve ağır şeyleri bilmeye zorlar.
İşte insanı Allah Teala'yı tanımaya ve bu gibi konularda araştırma yapmaya iten en büyük etken de bu duygudur. Çünkü, kavrayış seviyesi yükselen her insanın zihninde bu defa; "Ben neyim?
Bu alem nedir? Nereden geldik? Bizi var eden biri var mı? Nereye gideceğiz?" gibi sorular doğar ve bunlara müspet veya menfi bir cevap buluncaya kadar rahat edemez. O halde insan aklı, yaratılışı gereği Allah'ı aramak zorundadır.
İkinci Delil:
Muhtemel Zarardan Kaçınma Duygusu
İnsanı bu sahada araştırmaya zorlayan ikinci bir etken de, yine insanın kendi yaratılışında bulunan muhtemel zarardan kaçınma ve muhtemel bir yararı elde etme duygusudur.
Yani, insan aklı, doğuştan herhangi bir zarar ihtimali olduğunda, özellikle de önemsenecek bir zarar olduğu söz konusu ise, onu önleyici tedbirlere baş vurur. Muhtemel bir yararla karşılaşınca da onu elde etme yollarını araştırır.
Bu duygu ve aklın bu hükmü hepimizde bulunmaktadır. Örneğin, muhtemel bir deprem veya sel karşısında tedbir almamız veya ihmalkarlıktan dolayı muhtemel bir yararı kaçırdığımızda kendimizi kınamamız, bu duygudan ve aklın bu hükmünden kaynaklanır.
Bu duyguya sahip olan insan, bir takım çok muhterem, sadık, dürüst ve son derece üstün akıl ve bilgi sahibi olan insanların, Allah tarafından gönderilen peygamber olduklarını iddia ederek, insanları O'na iman getirip,
O'nun emirlerine itaat etmeye davet ettiklerini, O'na inanıp itaat edenler için büyük mükafatların, kafir olup isyan edenler için de büyük ve acı verici azapların olduğunu ileri sürdüklerini,
üstelik hem onların kendilerinin bu yolda istikrarlı olduklarını, hem de doğru, akıllı, bilgin kimselerin onlara iman edip uyduklarını gördüğünde, ister istemez içerisinde onların sözünün doğru olabileceği ihtimali doğar ve bu nedenle kendi yaratılışında bulunan bu duygusu gereğince aklı, ona bu konuda gereken araştırmayı yapıp tedbirli olmasını emreder.
İşte bu duygu, insanı özel olarak Allah Tebareke ve Teala, genel olarak da din hakkında inceleme yapmaya zorlayan, insanın kendi yaratılışından kaynaklanan ayrı bir etkendir.
Üçüncü Delil:
Şükran Duygusu
İnsanı Allah Teala'yı tanımaya iten bir diğer etken de, insanın iyilik karşısında minnettar olma duygusu ve insan aklının, her iyilik ve nimet karşısında iyilik yapana ve nimet sahibine teşekkür etmenin gerekliliğine dair olan hükmüdür.
İşte bu duygu ve aklın bu hükmü gereğince, her insan kendisine yapılan iyilik karşısında minnet duyar ve iyilik yapana teşekkür eder.
Öte yandan insanoğlu, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren kendisinin yararlanması için hazırlanan nimetlerin sayılmasının imkansız olduğunu görür ve ister istemez sahip olduğu bu duygu gereğince aklı, ona bu nimetlerin sahibine teşekkür etme emrini verir.
Nimet sahibini tanımadan da ona teşekkür etmek mümkün olmadığından; aklı onu bu nimetleri kendisi için hazırlayanı tanımak ve bu konuda araştırma yapmak zorunda bırakıyor. İşte böylece insan nimet sahibini tanımayı araştırmaya koyulur.
Buna göre, insanın Allah Teala'yı tanıma isteği ve genel olarak dini araştırması onun kendi akli yapısı ve fıtratında bulunan duygulardan kaynaklanır.
Böylece bazı materyalistlerin ileri sürdükleri; "İnsanı din konusunda araştırmaya iten ve dine yönelten bir takım dış etkenlerin olduğuna" dair görüşlerinin batıl olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat biz yine de aşağıda onların ileri sürdükleri etkenleri ele alarak kısaca inceleyeceğiz.
(1)- İhlas Sûresi
(2)- Hadid: 1-3
(3)- Haşr: 22-24
(4)- Et-Tevhid: s. 25
(5)- Uyun-u Ahbar-ı Rıza s. 99, Bihar-ül Envar c. 3 s. 10
Dinde Sabır
4- Korku
Materyalist Ekol Ne Diyor?
Varlığın madde alemiyle sınırlı olduğunu iddia eden bu ekol; dinin doğuşu hakkında üç ayrı görüş ortaya atmıştır.
1- Cehalet
Materyalistler diyorlar ki; Tanrı ve din kavramı insan zihninde cehaletten doğmuştur: "İlk insanlar tamamen bilgisiz olduklarından, gerek dünya ve gerekse kendileri hakkında bir bilgileri olmadığından ve dünya üzerinde etki yaratabilmek için ancak çok basit araçlardan yararlandıklarından,
kendilerini şaşkınlığa çeviren bütün olayların sorumluluğunu (taşıdıkları özelliklere göre) doğa üstü güçlere (iyi ruh, kötü ruh, cinler, şeytanlar ve yaratıcılar gibi) yüklüyorlardı."(6)
Kısacası Engels'in deyimi ile: "Din (tanrı) insanların sınırlı (dar) anlayışından doğmuştur."(7) Örneğin, eski insanlar yağmur ve karın güneş ısısıyla denizlerden yükselen buharların soğuk tabakaya ulaşarak donmasından, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırımın da bulutlar arası elektrik akımından doğduğunu bilmiyorlardı.(8)
Yine, onlar diyorlar ki; "İlkel insanlar sıtma hastalığının bataklık ve benzeri yerlerde yaşayan sivrisinekten geçtiğini bilmedikleri için, asırlarca kötü ruhlardan yakınıp durdular.
Ama gün geçtikçe insan bilinçlendi, bilinçlendikçe de yıllardır yaratıcının eteğinden tuttuğu şeylerin gerçekte maddesel nedenleri olduğunu gördü. Bu gün bilim bir çok şeyin maddesel nedenini anlamış, bir kısmını da anlamak yolundadır. Böylece cehaletten doğan yaratıcı kavramı hayalet aleminde yok olup gitmektedir."
Cevap:Görünürde aldatıcı bir şekilde takrir edilen bu görüş, aslında hiçbir ilmi gerçeğe dayanmayan temelsiz bir iddiadan başka bir şey değildir. Çünkü ilk önce bu görüş kendisiyle çelişmektedir.
Biz burada tanrı kavramı gibi dinsel kavramların menşeini araştırıyoruz. Biz insanları dinsel inanç ve kavramlara yönlendiren etkenlerin neler olduğunu inceliyoruz. Materyalistler insan zihninde tanrı kavramı gibi dinsel kavramların oluşmasına vesile olup, onları dini inanç ve eğilimlere iten sebebin insanların cehaleti olduğunu iddia ediyorlar.
Bu iddianın kendisi tanrı kavramının daha önceden insan zihninde oluştuğunu göstermektedir. Zira daha önceden yaratıcı düşüncesine sahip olmayan bir insan, onun bir şeyi meydana getiren sebep olduğunu kestiremez. O halde, herhangi bir nesnenin veya herhangi bir hadisenin nedenini araştıran insan eğer, onu tanrıya bağlıyorsa, demek ki,
o insan bu incelemeyi yapmadan daha önce hem nedensellik ilkesini yani, bir nesnenin, bir hadisenin nedensiz meydana gelemeyeceğini, hem de tanrı kavramını bilmektedir ki, o nesne veya hadiseyi tanrıya nispet vermektedir. Oysa, bizim bahsimiz, bu kavramın ilk olarak insanın zihninde nasıl oluştuğu hakkındadır.
Buna göre, ilk insanlar yaratıcı düşüncesine daha önceden sahiplermiş ki, örneklerde zikredilen nesnelerin de onun tarafından meydana getirildiğini düşünmüşler.
Sonra insanoğlunun zihninde kendine yer bularak onu meşgul eden konuları üç ana başlık altında toplamamız mümkündür:
1- Yalnızca insanoğlunun akıl ve mantık yapısı gereği zihninde oluşan ve onu kendine çeken konular. Başka bir tabirle, insan zihninde oluşan bir takım şeyler var ki, insanın akılsal ve mantıksal yapısı onların insan zihninde oluşmasında yeterlidir.
Açıktır ki, bu gibi konuların insan zihninde oluşmalarını tevcih etmek için insanın kendi akılsal ve mantıksal yapısından başka bir neden aramak doğru olmayıp bilimsellikten uzaktır. Buna örnek olarak, nedensellik kanununu zikredebiliriz.
Yani, yaratılışı gereği akıl ve mantık sahibi olan insan, varoluşundan itibaren bir şeyin kendiliğinden ve nedensiz olarak var olamayacağını kavramış ve dolayısıyla karşılaştığı her şeyin nedenini araştırmaya koyulmuştur.
İnsanı bu kanuna müteveccih kılan onun kendi akıl ve mantık yapısından başka bir şey değildir. Dolayısıyla insanoğlunun bu konuya gösterdiği teveccühün sırrını, onun akli ve mantıki yapısında aramalıyız. Bunun için başka nedenler peşine gitmemiz ve onu başka nedenlere bağlamamız, ne doğrudur, ne bilimsel.
2- İnsanoğlunun akıl ve mantık yapısıyla ilgili olmayıp, onun duygu ve içgüdüleriyle alakadar olan, yani onun fıtri yapısıyla bağlantılı olan konular. Başka bir tabirle de, bir takım konular ve hususlar da vardır ki, onlar insanoğlunun fıtrî yapısı ve içgüdüleriyle ilintilidir.
Onları insan zihninde oluşturan ve insanoğlunun o hususlarla ilgilenmesini sağlayan onun fıtrî yapısı ve içgüdüleridir. Açıktır ki, insanoğlunun bu hususlara teveccühünün sırrını da, onun fıtrî yapısı ve içgüdülerinde aramalıyız.
Bunun için başka nedenler aramamız da ne doğrudur, ne de bilimsel. Buna örnek olarak da, insanoğlunun evlilik hayatına olan teveccüh ve ilgisini misal getirebiliriz.
İnsanoğlu varoluşundan bu yana belli bir yaşa geldiğinde elbette ki, bu hususa ilgi göstermiş ve gereğini yapmıştır. Açıktır ki, insanı bu konuya yönlendiren onun yaratılış yapısından başka bir şey değildir.
Dolayısıyla da, "İnsanoğlunu bu hususa teveccüh ettiren etken nedir?" sorusunu yönelten kimse, "İnsanoğlunun bu hususa teveccüh etmesini sağlayan, onun kendi fıtrî yapısı ve içgüdüleridir" cevabından başka bir cevap alamaz. Başka bir cevap verilse de, onun hata olduğundan kimse şüphe etmez.
3- İnsanoğlunun hayatında kendine yer bulup onun zihnini meşgul ettiği halde, ne onun akli ve mantıki yönünden, ne de yaratılış ve fıtrat boyutundan kaynaklanan konular.
Aksine, insan mantığı ve fıtratında bir yeri olmadığı halde, bir takım dış etkenler sayesinde insan hayatında kendine yer bulan konular. Buna, bazı insanların bir takım şeyleri herhangi akli bir sebebi olmadığı halde, uğursuz saymalarını misal gösterebiliriz.
Açıktır ki, bu gibi olayları ne insanların mantıksal boyutuna bağlayabiliriz, ne de yaratılış yapılarından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bu gibi konuların tevcihi için, bir takım dış etkenler aramalıyız. Bu etkenler, bir takım toplumsal etkenler de olabilir, psikolojik bir takım sebepler de olabilir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlunun hayatında kendine yer bulan bir konu, eğer onun mantıksal boyutu veya yaratılış yapısı ile ilgili ise, artık onun tevcihi için bir takım dış etkenler peşinde koşmak abes olmakla birlikte, bilimsellikle de bağdaşmaz.
İnsanoğlunun varoluşundan itibaren dini konu ve kavramlara ilgi gösterdiği şüphesizdir. Peki, insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan ve onu bu konularda araştırma yapmaya iten etken nedir?
Acaba insanoğlunun bu hususlarla ilgilenmesini sağlayan, onun kendi akıl ve mantık yapısı veya fıtrî yapısı mıdır? Yoksa, ne onun akli ve mantıki yapısında, ne de fıtrî yapısında bu gibi konuların bir yeri olmayıp, onun bu gibi konularla ilgilenmesini sağlayan başka etkenler mi vardır?
Biz yukarıda, insanoğlunun dini kavramlara ilgi göstermesinin ve dini konularda araştırma yapmasının, hem insanın mantıksal boyutunun gereği olduğunu, hem de yaratılış yapısının zorunlu kıldığı bir olay olduğunu ispatladık.
O halde insanoğlunun hem mantıksal boyutunu, hem de yaratılış yapısını bir kenara bırakıp da, ondaki bu eğilimi tevcih etmek için, materyalistlerin ve bazı psigolokların yaptığı gibi, bir takım dış etkenler aramak doğru olmadığı gibi, bilimsellikle de çelişmektedir.
İlaveten, biz yukarıda da izah ettiğimiz üzere, insanlar yaratıcı düşüncesine, alemin bir bütün olarak nedenini ararken kendi akli yapıları ve fıtratlarında bulunan duygular sayesinde varmışlardır, yoksa tek tek nesnelerin nedenini ararken değil. Eğer dinler tarafsız bir şekilde incelenirse, bu gerçek apaçık olarak görülür.
Kısacası, tek tek her nesnenin bir var eden nedeni olduğunu bilen insan, niçin bir bütün olarak alemin de bir var edeni olabileceğini düşünmesin? Onu düşünen bunu düşünemez mi?!..
İnsanın yaratılışında bulunan diğer eğilim ve duyguları ihmal etsek bile, hayatının başından itibaren nedensellik ilkesinin, yani her meydana gelen bir olayın kendiliğinden ve
sebepsiz meydana gelmesinin imkansız olduğunun farkında olan insan, elbette ki, varlık aleminin tamamının da bir sebep ve nedeni olup olmadığını araştırmaya koyulacak veya en azından bu ilkenin farkında olmak,
onun zihninde bütün varlıkların da bir menşei ve yaratanı olup olmadığı sorusunu doğuracaktır. Bu durumda başka dış etkenler peşinde olmak elbette ki, doğru değildir.
Kısacası, insanın bu evrenin akılları hayran bırakan çok ince bir nizam içerisinde hareket ettiğini, onda hiçbir kusur ve eksikliğin olmadığını görmesi,
insan zihninde böyle düzenli bir teşkilata sahip olan varlık aleminin bir menşei ve müdebbiri olup olmadığı sorusunu doğurarak, onu bu konuda araştırma yapmaya sevk etmekte yeterlidir. Dolayısıyla insanın bu araştırmasını yorumlamak için başka nedenler aramak doğru ve bilimsel değildir.
2-Mahrumiyet
Bazı materyalistler de dinin varoluş sebebini mahrumiyete bağlamaktalar. Şöyle ki; yukarıda naklettiğimiz görüşlerinin, materyalizmin temel ilkesi olan ekonominin asaleti teorisiyle bağdaşmadığını gören bu tip materyalistiler, onu beğenmeyerek her şeyde olduğu gibi, dini de bu ilkeye uygun bir şekilde yorumlamaya kalkışmışlardır.
Onlara göre; "Sınıflı bir toplumda dinin kökleri, sosyal gelişme unsurları, sömürme ve yoksulluk ile karşı karşıya kalan insanın çaresizliğinde ve kitlelerin özleminde yatar.
Din burada Lenin'in sözleriyle "devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı forumlarından biridir." (9)
Görüldüğü gibi; materyalizm, burada yaratıcı ve din düşüncesinin mahrumiyet, sefalet, yokluk içerisinde tedirgin, çaresiz yalnız kalmış, devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış, ezilmiş halk kitlelerinin kalplerinde besledikleri kurtuluş, saadet ve intikam özlem ve hayalinden doğduğunu iddia etmektedir.
Cevap:Materyalizmin bu iddiası da doğru değildir. Zira bu görüş gereğince sadece mahrumiyet ve sefalet içerisinde olanların dini kabul etmeleri ve böyle problemleri olmayanların ise tamamıyla dinsiz olmaları gerekir.
Oysa bu gerçekle bağdaşmamaktadır. Bu görüşü ortaya atan materyalistlere haklı olarak şu soruyu sorabiliriz: Peki, mahrumiyet ve sefalet içerisinde olmayan zenginler... Onlardaki din düşüncesi nasıl doğdu? Onlardaki din düşüncesini nasıl açıklayacaksınız?
Eğer din, iktisadî mahrumiyet ve sefaletin bir ürünüyse, zengin insanlarda böyle bir şey söz konusu edilemez.
Başka bir deyişle, eğer dini, mahrumiyet içerisinde olan fakirler kendilerini avutmak için doğurmuşlarsa, mahrumiyet içerisinde olmayan zenginlerin buna inanmaması, bunu kabul etmemesi gerekirdi.
Halbuki dine inanmayan zenginlerin yanında fakirler de olduğu gibi, tarih dinine sıkı sıkıya bağlı zenginlerle doludur. Hatta sadece malını değil, canı ile birlikte her şeyini dini uğrunda severek feda etmeye razı olanlar görülmektedir.
Tarih malını, canını, kısacası her şeyini dini uğrunda feda eden büyük kahramanları iftiharla anmaktadır. Bu gün de böyle insanlar az değildir.
Bunun dışında, faraza din mahrumiyetten doğmuştur. Ama materyalistlerin kendi itiraflarına göre, ilk insanlar tabakasız (komün) bir yaşantı sürdürmekteydiler; gıda mamulleri herkesin ihtiyacından kat kat fazlaydı.
O toplumda insanlar, sömürmek, sömürülmek, ezilmek, mahrumiyet, sefalet içinde bunalmak değil, bu kavramların ne anlama geldiğinden bile haberdar değillerdi. Tarihin şahitliğine göre,
onların da dini inancı vardı. Böyle iken onlardaki din düşüncesi nasıl doğdu? Bunu nasıl açıklayabilirler? Bu varsayım onların din inancını ve dine yönelişini açıklamaktan acizdir. O halde bu varsayım da yanlıştır.
3- Sömürü
Materyalistler bununla da hakikati gizleyemeyeceklerini, dünkü tarih ve bugünkü yaşamın kendilerini yalanladığını görünce, söz değiştirerek sanki biraz önce dini,
sefalet içindeki fakir insanların doğurduğunu söyleyen kendileri değillermiş gibi, bu sefer de tam tersine dini, fakirleri daha kolay sömürebilmek için zenginlerin yarattığını ortaya atıyorlar.
Lenin komünist gençliğin üçüncü ittihat kongresinde yaptığı konuşmada şöyle diyor: "Burjuvalar, bizim bir ahlakımız olmadığını iddia ederler, oysa ki, bizim de ahlakımız vardır.
Biz burjuvaların kabul ettiği anlamdaki ahlakı inkar ediyoruz. Onların ahlakı, tanrının emirlerinden gelir; biz ise hiç kuşkusuz tanrıya inanmıyoruz. Ve biz çok iyi biliyoruz ki,
tanrı altında konuşan başkalarının emeklerini kendi çıkarları için sömüren rahipler, mülk sahipleri ve burjuvalardır. Ya da onlar bu ahlakı tanrı emirlerinden alacakları yerde,
nihayet tanrı emirlerine pek benzeyen ülkücü, ya da ülkücü gibi görünenlerin kullandığı cümlelerle anlatmaktadırlar. Bizim inkar ettiğimiz ahlak, sınıfların hatta insanlığın dışından alınmış olan bütün bu emirlerdir.
Bunlar, mülk sahipleriyle kapitalistlerin büyük çıkarları için işçilerle köylülerin kafasını şişirmek ve onları aldatmak için ortaya atmış oldukları sözlerdir.
İşçilerin çıkarları sınıf savaşlarının gerçeklerine bağlıdır. İşçiler arasında bugün gerçekleştirmeye çalıştığımız birliği hiç bir felsefi ve dinsel ahlak yaratamazdı. Toplum dışından gelen her ahlak kuralı yalandır." (10)
Marx ise başka bir yerde dinin afyon oluşundan yakınmaktadır. Dini sömürücü kapitalist, burjuva ve diğer çıkar guruplarının proletaryaya (işçi sınıfına) her türlü sosyal haklarını unutturup,
onu gaflet uykusuna yatırarak sömürüsünü daha kolayca yapabilmek ve sömürüsüne sağlamlık kazandırmak için ortaya attığı bir hileli ip veya zehirli afyon olarak niteleyen Marx'a göre, sabra davet etmek, kıyamet,
cennet, cehennem... va'dlerinde bulunmak da bu yüzdendir. Bütün bunlardan tek ve asıl amaç proletaryayı uyuşturup daha kolay teslim olmasını sağlamaktır.
Cevap:Materyalizmin bu görüşü de öncekileri gibi asılsız olup, hiçbir ilmi gerçeğe dayanmamaktadır. Zira bir kere, daha tarihi araladığımızda görüyoruz ki, tarih yine materyalizmi yalanlamaktadır.
Bu görüşü tarihin tasdik ettiği doğru bir görüş olarak niteleyebilmemiz için, tamamen gerçek tarihi bırakıp, hayali olarak bu görüşe uygun yeni bir tarih uydurmamız gerekiyor.
Tam tersine, tarih dinin ilk önce zenginler tarafından değil, mahrum fakirler tarafından desteklendiğini, geniş bir çevreye yayılmadan önce, en kuvvetli köklerini fakirlerin kalbinde attığını,
gelişme ve yayılmasını da fakirlerin eteğinde ve yine onların fedakarlığı ve ağır çabalarıyla sağladığını kaydetmektedir. Örneğin, Hıristiyanlığın dünyaya yayılmasında,
özellikle de, Rum İmparatorluğu'nu egemenliği altına almasında, kalplerindeki ateşli imanın o nurlu meşalesinden başka hiçbir şeye sahip olmayan fedakar mahrum fakirlerin en büyük rolü oynadıklarını tarih okuyan herkes bilmektedir.
İslamiyet de öyledir. İslam dini de ilk olarak Mekke'nin fakirlerinin veya pek zengin olmayan fertlerin kalbinde taht kurmuştur. Savunulması ise yine onlar tarafından yapılmıştır.
Halbuki materyalizmin bu iddiasına göre, dinlerin ilk önce zenginler tarafından benimsenmesi ve yine onlar tarafından savunulması, fakirlerin de buna karşı direnmeleri gerekiyordu.
Bilal Habeşi'nin efendisinin, onun üzerine koyduğu yarım tonluk taşın üzerine, "Dinden çıkmazsan öleceksin" değil, "Dine girmezsen öleceksin" yazması gerekiyordu.
Materyalistler dini zenginlerin kendi çıkarlarını korumak için uydurduklarını söylüyorlar. Bu, din her zaman zenginlerin çıkarlarını esas almış, zenginlerden yanadır demektir.
Şimdi onlara göre, burjuvazi zenginleri koruyan en son ve en kamil din olan İslam dinini ele alalım. İslam dininde faiz mutlak olarak haram edilmiştir. Şimdi soruyoruz: İslam'dan önce zenginlerin bir numaralı gelir kaynağı ve sömürü aleti olan faizi haram etmek onların çıkarlarına mıydı?!
İslam dini gelmeden önce zenginler büyük imtiyazlara sahip idiler. İslam dini gelişiyle hiçbir kimsenin imtiyaz sahibi olamayacağını, herkesin Allah katında ve bütün haklarda eşit olduğunu ilan etti ve hatta daha ileri giderek böbürlenen zenginleri en kötü insanlar olarak ilan ederek halka onları rezil etme emrini verdi.
Yine soruyoruz: Dini zenginler uydurmuşsa, onda her şeyden önce kendi çıkarlarını gözetmeleri ve pekiştirmeleri gerekirdi. Oysa, dinin emirleri bunun aksinedir. Peki, sahip oldukları bu imtiyazları kaldırmak onların çıkarlarına mıydı?! Onların kendi elleriyle kendi imparatorluklarını yıkmaları akla uygun mudur?!
Gelelim zenginlerin malında fakirler için ayrılan bir tür vergi niteliğindeki mallara... İslam dini bununla da kalmayıp daha ileri giderek, ihtiyaç dışı malların, harcanılacak zaruri yerler olduğu halde,
harcanmayıp toplanmasına veya lazım olan yeri bırakıp da gereksiz yerde harcanarak israf edilmesine yasak koyarak, bunun büyük bir günah olduğunu açıklamış ve bu gibi hareketlerde bulunan insanları en ağır şekilde kınayarak, kendilerine dünya ve ahirette en büyük müeyyideler ve cezalar uygulanacağını belirtmiştir.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün,
alınları, yanları ve sırtları onlarla dağlanacak, "Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiğinizi tadın" denecek."(11) Acaba bunların hangisi onların çıkarınadır?
İslam dini, iyiliği emredip kötülükten alıkoyma görevini zorunlu kılarak, insanları çevresinde olan olaylardan sorumlu kılmış, böylece de onların kötülüğe, zulme hep birlikte karşı koymalarını emretmiştir.
Hz. Resulullah (s.a.a) "Kendi içindeki zayıfların, fakirlerin güç sahibi zorbalarda olan haklarını, hiç bir tereddüt gösterilmeden alamayan bir toplum takdise (refaha, saadete) erişemez" (12) diyerek insanlara sosyal adaleti emretmiştir. Tekrar soruyoruz: Acaba bu saydıklarımızın hangisi zenginlerin çıkarınadır?
Hz. Resulullah'ın "Hak Ali iledir, Ali hakladır. Ali Kur'an'ladır, Kur'an Ali iledir" gibi, birçok methiyelerle övdüğü, Kur'an-ı Kerim'de birçok ayetle birlikte hakkında Tathir ayetinin de inmiş olduğu İslam'ın en büyük liderlerinden biri olan Hz. İmam Ali (a.s)'ın kendi halifeliği döneminde Malik bin Eşter-i Mısır'a vali tayin ettiğinde ona yazdığı ünlü emirnamesinde bakın ne diyor:
"Sana helal olmayan şeylerden nefsini koru. Hükümdarlık döneminde kalbinin şiarı; merhamet etmek, insanları sevmek, onlara lütuf etmek olsun. Sakın onların sırtından geçinen zararlı bir kurt gibi olmayasın.
Çünkü onlar iki sınıftır: Ya senin din kardeşindir. Ya da yaratılışta bir eşindir. Allah'a karşı insafını koru (onun emirlerine itaat et ve emirlerine karşı çıkma) ve asla ne sen halka zulüm et, ne de yakın akraban veya dost ve arkadaşlarına izin ver. Öyle olma ki, bu gibi insanlar sana güvenerek zulüm yapsınlar.
Şunu da bil ki, Allah'ın kullarına zulüm edenin düşmanı Allah'ın kendisidir. Allah Teala nedensiz ve haksız yere düşman olmayacağına göre, Allah'ın düşmanı olduğu kişilerin özür ve delili de kabul edilmez. O kişi tevbe edip mazlumların hakkını geri verene ve onların gönlünü alana kadar Allah'la savaş halindedir.
Şunu da bilmiş ol ki, hiçbir şey, Allah'ın nimetinin kesilerek yerine hüsranın gelmesinde zulüm üzerine kurulan bir yönetim kadar etkili değildir. Allah mazlumların nidalarını duymaktadır ve onların hakkını zalimden en iyi şekilde alandır."(13)
Hz. Ali ülkesinde çözüm bekleyen sayısız siyasi buhranlar olduğu halde onların hiç birisine, sosyal adalet ve fakirlerin hakkının korunmasına verdiği önem kadar önem vermemekte, ısrarla Malik'e onların hakkını ve sosyal adaleti tavsiye etmektedir.
Emirnamesinin bir yerinde de şöyle diyor: "Allah! Allah! O ezilen alt tabaka var ya işte onların hakkı... (En çok onların hakkında Allah'tan kork) Onlar ki, ne bir sığınacak yerleri var, ne de başka bir şeyleri...
Yokluktan çeşitli eziyet ve zorluklar içerisinde kıvranıyorlar. Onlar içerisinde ihtiyaçlarını gizlemeyen olduğu gibi, onuruna yediremeyip, sırrını kimseye açamayanlar da vardır.
Ey Malik! Allah'ın sana teslim ettiği hakkı (onların hakkını ) koru. Beyt-ül maldan ve İslam ordularının topladığı çeşitli tarım ürünlerinden bir kısmını da onları refaha kavuşturmak için ayır.
Onların kendileri, herhangi bir nedenden dolayı gelip haklarını almaya güçleri yetmezse, sen bunu onların kapısına kadar götür. Çünkü onların uzakta olanı (iktidarı olmayanı) aynen yakında olanın sahip olduğu hakka sahiptir."(14)
Hz. Ali (a.s)'dan naklettiğimiz bu sözler dinin özünü açıklamaya yetmez mi? İsterseniz Hz. Ali (a.s)'den dinin gerçekte neden ve kimden yana olduğunu ve neyi korumak istediğini tek cümlede anlatmasını isteyelim: "Her zaman fakirden yana ol; çünkü Allah da onlardan yanadır. Asla sömürücü zenginin tarafına geçme. Çünkü şeytan onların tarafındadır."(15)
Dinde Sabır
Materyalistlerin, dindeki sabır çağrısını istismar ederek, kendi hedefleri doğrultusunda sabrın: "Hakkımı kıyamette alırım" anlayışını ifade ettiğini ve böylece sabrın, halkı zulüm karşısında boyun eğip teslim olmaya davet etmek demek olduğunu göstermeye çalıştıklarına işaret etmiştik. Şimdi de bu konuya kısaca bir göz atalım.
Evet dinlerde sabra çok önem verilmiştir. Fakat bu sabır çağrısı, materyalistlerin göstermeye çalıştıkları gibi zulüm karşısında boyun eğmek anlamında değildir.
Dinlerde sabır genellikle aşağıda açıklayacağımız şu üç anlamda kullanılmıştır ki, her üç anlamda insanlık için elzemdir.
1- Cephede düşmanla çarpışırken çıkacak zorluklar karşısında yılmamak, zorluklara sabredip göğüs germek anlamında: "Düşmanla savaşırken eğer sizlerden yüz taneniz (çıkacak zorluklara göğüs gerip) sabırlı olsanız onlardan iki yüz tanesine galip gelebilirsiniz." (16)
2- İnsanlığın saadet ve refahını tehdit eden şehvani ve hayvani arzular, günahlar karşısında sabırlı olmak. "Sabır ve namaz ile yardım dileyin, hiç şüphesiz namaz, huşu duyanların dışındakilere ağır gelir." (17)
3- Hayatta karşılaşılan zorluklar karşısında iradeli olmak, şuurunu yitirmeyerek o zorlukları ortadan kaldırmak için sabırlı olup mukavemet etmek: "...Bir zorluk veya musibetle karşılaştığında sabırlı ol." (18)
İlahi dinleri incelediğimizde dindeki sabrın bu anlamlarda kullanıldığını, materyalistlerin iddia ettikleri şekilde zalime ve zulme karşı teslimiyet anlamını ifade etmediğini açık bir şekilde görebiliriz.
Yukarıda işaret ettiğimiz üç ayetin bu gerçeği en açık şekilde ortaya koymasına rağmen, biz bu mevzuu iki ayet ve bir hadisle pekiştirerek tamamlayacağız.
Allah Teala şöyle buyuruyor: "Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek de ğildir; Lakin iyi olan, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a, peygamberlere ina nan,
O'nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve muttakiler de ancak onlardır." (19)
Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar ki, sahipleri olan Allah'ın öz rızasını kazanmak için sabrederler, namaz kılarlar, gizli ve açıkça Allah'ın onlara verdiği rızktan harcarlar ve kötülüğü iyilikle gidermeye çalışırlar. İşte dünya yurdunun akıbeti onlarındır." (20)
Hz. Resulullah da şöyle buyurmuştur: "Sabır üç konuda olur: Musibet karşısında sabırlı olmak, Allah'a itaat etmekte sabırlı olmak ve günah karşısında sabırlı olmak..." (21)
Görüldüğü üzere, bu üç husus da insanlık aleminin bekası ve hayatın devamlılığı için elzem ve zorunlu unsurlardır. Bunlar fakirlere, sömürüye, zulme teslim olmak değil, ona karşı direnç ve mukavemet iradesi verir. O halde materyalistlerin bu iddiaları da hiçbir esasa dayanmayan boş bir iddiadan öteye gitmemektedir.
4- Korku
Avusturyalı psikolog Freud,(22) korkunun Allah'a ve dine inanmanın kaynağı olduğunu savunmuştur.(23)
Şöyle ki; sel, tufan, deprem, hastalık ve ölüm gibi korkutucu tabii olaylarla karşılaşan insanoğlu, bu olaylardan korkuya kapılarak, onların tamamını tanrı diye tabiat üstü bir varlığa bağlamıştır.
Freud'a göre; Allah, insanların yaratanı değil, mahlukudur! Gerçekte insanların zihinlerinde dini inançların oluşmasının asıl sebebi, bu olayların zararlarından korunma arzusudur.
İlk insanlar, zararlı olayların karşısında içerisine düştükleri korku ve ıstıraptan kaçmak için, gittikçe kudret sahibi, şuurlu ve tabiata hakim bir varlığa inanmaya başladılar.
Böylece kurban, ibadet, dua ve buna benzer şeyler, vasıtasıyla bu varlıkların sevgisini kazanarak, kendilerini tehlikelerden kurtarmaya çalıştılar.
Cevap:İlk önce; bu görüş sadece bir teori ve varsayımdır. Bu görüşü, kanıtlayacak hiçbir tarihi delil yoktur.
İkincisi; insanlardan bir grubunun veya hepsinin korku yüzünden Allah denen madde üstü bir varlığı kabul ederek ona taptıklarını farz etsek bile, mantıki açıdan bundan "Allah yoktur.
Bütün dinler yalan ve boştur" sonucunu alamayız. Bu görüş, en fazla, doğru olduğunu farz etsek bile, halkın din ve Allah'a yöneliş sebebinin yanlış olduğunu ispat edebilir. Bu ise, Allah'ın var olmadığını ve dinlerin gerçek olmadığını ispat etmekten farklıdır.
Örneğin; insanlık aleminde tarih boyunca yapılan ilmi buluşların birçoğu, meşhur olmak, para veya toplumsal kariyer kazanmak için gerçekleşmiştir. Bu sebeplerin doğru olmayıp, ahlak dışı olması, o ilmin de batıl ve geçersiz olduğunu göstermez.
Özet olarak bu görüşte, insanı bir şeye yönlendiren şeyle insanın ulaştığı şey birbirleriyle karıştırılarak, birinin batıl olması halinde, diğerinin de batıl olacağı zannedilmiştir. Oysa, bu ikisi farklı konular olup birbirleriyle hiçbir bağlantısı yoktur.
Üçüncü olarak; tarihi gerçekler bu görüşün batıl olduğunu ispat etmektedir. Tarih, dini getiren ve insanları Allah'a inanmaya davet eden kimselerle, ona kalpten inanların devamlı olarak halkın en cesaretli ve en şecaatlileri olduğunu, en ağır işkenceler karşısında bile, davetlerinde direnerek, ondan vazgeçmediklerini göstermektedir.
Tarih boyunca ve günümüzde kesinlikle Allah'a inanmayan binlerce korkak insanlar olmuş ve olagelmektedir. Oysa, bu görüş gereğince onların en dindar insanlar olması gerekirdi.
Eğer Allah'a inancın asıl kaynağı tabii olaylardan korkmak olsaydı, tabiat olaylarının birçoğunun, kontrol altına alındığı günümüzde, Allah'a olan inancın yok olması veya en azından önemini kaybederek zayıflaması gerekirdi.
Oysa, günümüzde Allah'a ve dine yöneliş tam kuvvetiyle yerinde bakidir, hatta ilim ilerledikçe dini inançların daha da güçleştiğine şahid olmaktayız.
(6)- Felsefenin Başlangıç İlkeleri adlı kitaptan naklen s. 40 Georges Politzer
(7)- Aynı kaynak s. 109 ve bkz. Materyalist Felsefe sözlüğü s.110
(8)- Onlara göre, bütün bulutları Tanrı yapıyordu; yağmur, yaratıcının gökteki denizden gönderdiği rahmeti, gök gürültüsü bulutları süren meleklerin sesi, şimşek onun elindeki kamçının ışığı, yıldırım ise onun sinirlenip haykırdığında ağzından çıkan ateş parçası idi.
(9)- Materyalist Felsefe Sözlüğü s. 110
(10)-Naklen Filozoflar Ansiklopedisi c. 3 s. 261
(11)-Tevbe: 35
(12)- Nehc-ül Belağa: 53. ahitname
(13)- Aynı adres
(14)- Nehc-ül Belağa s. 982 Hazret'in Malik'i Eşter'e yazdığı Emirnamesi
(15)- Aynı kaynak
(16)- A'raf: 66
(17)- Bakara: 45
(18)- Lokman: 17
(19)- Bakara: 177
(20)- Ra'd: 22
(21)- Bihar-ül Envar: c. 71 s. 77
(22)- Sigmund Freud, (1856-1939); Avusturyalı meşhur psikolog. Çeşitli eserleri vardır. "Rüya Tabiri", "Cinsel İstek Konusunda Üç Görüş", "Tevahhum ve Tabu" bu eserlerden bazılarıdır.
(23)- Belki de bu görüşü ilk kez ibraz eden, Rumlu şair "Titos Lugeritos" tur. Miladi 99 yılında ölmüştür. O, şiirlerinden birinde şöyle diyor: "Allah'ı ilk yaratan korkudur."