ALLAH’I BİLMENİN MUKADDİMESİ
İnsanı tanımak Allah’ı tanımak için önemli bir adımdır. Hz. Ali’nin sözlerinde bu marifetin değeri şöyle ifade edilmektedir:
“Nefsi tanımak marifetlerin en faydalısıdır.” “Nefsini tanıyan rabbini tanır” .
Dolayısıyla nefsi tanımak marifetullaha hidayet eder.
Çünkü insanı tanımak Allah’ı tanımak için mukaddime mahiyetindedir.
Üzerinde durulması gerekli olan bazı önemli noktaları beyan etmekte fayda vardır.
İNSANIN HAKİKATI
Önemli olan, insanı Kur’an’ı Kerim’de tanımaktır. Allah (cc) insanı eşreful mahlûkat olarak yaratmış ve insanın oluşum sürecini şöyle beyan etmiştir.
وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ مِن سُلَالَةٍ مِّن طِينٍ
“And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık”.
ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَّكِينٍ
“Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik”
أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِين فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً
“Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik.
Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir”
Ayetlerin ışığında diyebiliriz ki, insan iki yönlü olarak yaratılmıştır:
1- Maddi boyut: Bazen meleki ve tabii boyut diye açıklanır. Kur’an’ı Kerim bu boyutun oluşum sürecini değişik şekillerde ifade etmektedir.
a- toprak: altı ayette geçmektedir.
b- yaş çamur: üç ayet.
c- kuru çamur: sekiz ayet.
d- değersiz su: iki ayet
e- hareketli su: bir ayet.
f- nutfe: onbir ayet.
2- Melekutî boyut: Bazen semavi, fitri, ruhanî ve manevi boyut diye tabir edilir. Kur’an’ı Kerim, insanın bu boyutunu bazı ayetlerde ruh diye adlandırır.
الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنسَانِ مِن طِينٍ
“O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.”
ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِن سُلَالَةٍ مِّن مَّاء مَّهِينٍ
“Sonra onun zürriyetini, dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir”
ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْع وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُون
“Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِّن صَلْصَالٍ مِّن حَمَإٍ ْ مَّسْنُونٍ
“Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım”
فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ
“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın!” Ve Kur’un bazen bu boyutu fıtrat diye tabir eder.
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“(Resûlüm!) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler”
Ve insanın maddi boyunun iktiza ettiği dört özellik vardır:
1- Doğru sözlülük ve merak: İnsanın zatında hakkı arama ve hakka yönelme his ve duygusu vardır ve bütün âlemi kapsayan bir varlığın olduğuna inanmakta ve ona ulaşmak için çaba sarf etmektedir.
2- İyilik duygusu: Bu duygu insan hayatında görünen iyimser bütün hadiselerin temelidir ve önemli bir özelliktir. İnsanın zatından gelen bu güzel duygu, insanın toplumsal ve bireysel hayatında önemli bir etki bırakır ve insan hayatında örnek teşkil edecek güzel ahlaki değerleri inşa eder. Adalet, gayret, selamet gibi.
3- Kemalî arama hissi: İnsan batın ve fıtratı itibarıyla kemal olana meyilli olduğu gibi çirkin olan ve nahoş hususlardan bizardır. İnsanın kemal olana gönül vermesi ve onu koruması asil hünerlerin doğuşuna sebep olur.
4- Dinî his: Allah’a inanmak ve ona gönül bağlamak insan ruhunun derinliklerinde yatmaktadır. İnsanın batınında olan inançları bazı kaide ve kurallar dâhilinde kendisini amellerde gösterir. Allah’a yöneliş insanoğlunun asil hislerindendir ve bu duygu insanın maddi boyutundan kaynaklanamaz.
Çünkü dünya lezzetlerinden mahrum olamayan insanlar dinleri ve inançları uğrunda bütün varlıklarını tereddüt etmeden feda ederler. Bu davranış onun derin ruhî ve fıtrî inancından kaynaklanmaktadır.
İNSANIN HAKİKİ BOYUTU
İnsanın yaratışı ve varlık boyutu incelendiğinde, insanın asaletinin ruhunda olduğu anlaşılır. Çünkü insan, ruhî değerlerin ve güzelliklerin aşikâr olduğu sahne ve mazhardır. Aslında insan bedenin azaları ruhî değerler ve çöküntülerinin buruz ettiği vesilelerdir. Ve bu beden bugün var, yarın yok. Çürüyüp, toprak olmaktadır.
Kur’an’ı Kerim, ölümü “teveffa” kelimesiyle beyan eder. Yani Allah ve melekler insanların ruhlarını kabz etmektedirler.
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي شَكٍّ مِّن دِينِي فَلاَ أَعْبُدُ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِنْ أَعْبُدُ اللّهَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ وَأُمِرْتُ أَن أَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ ْ
“De ki: "Ey insanlar! Benim dinimden şüphede iseniz, (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam, fakat ancak sizi öldürecek olan Allah'a kulluk ederim. Bana müminlerden olmam emrolundu."
اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır da ölümüne hükmettiği canı alır, ötekini muayyen bir vakte kadar bırakır. Şüphe yok ki, bunda iyi düşünecek bir kavim için ibretler vardır”
قُلْ يَتَوَفَّاكُم مَّلَكُ الْمَوْتِ الَّذِي وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ
“De ki: Size vekil kılınan (bu konuda görevlendirilen) ölüm meleği canınızı alacak, sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.”
Netice itibariyle beden fanidir ve ruh baki. Ayetlere müracaat edildiğinde bu mefhum kolaylıkla anlaşılır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ عَلَيْكُمْ أَنفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُم مَّن ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Artık O, size yaptıklarınızı bildirecektir.”
إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا وَعْدَ اللّهِ حَقًّا إِنَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ بِالْقِسْطِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا لَهُمْ شَرَابٌ مِّنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ
“Allah'ın gerçek bir vadi olarak hepinizin dönüşü ancak o’nadır. Çünkü O, mahlûkatı önce (yoktan) yaratır, sonra da iman edip iyi işler yapanlara adaletle mükâfat vermek için (onları huzuruna) geri çevirir.
Kâfir olanlara gelince, inkâr etmekte oldukları şeylerden ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve elem verici bir azap vardır.”
إِنَّ إِلَى رَبِّكَ الرُّجْعَى
“Kuşkusuz dönüş rabbinedir”Aynı zamanda Kuran-ı Kerim insan ruhu hakkında şeref ve azametle bahsetmektedir. Önceki üç ayette ruh ile ilgili beyanda bulunurken üçüncü tekil şahıs zamiri kullanıldı. Daha sonra mütekellim zamiri kullanıldı.
Arap edebiyatında buna “izafetu-et teşrifiye” denilir. Bütün mahlûkat Allah’a aittir ve Allah Teala bir mekânı kendisine intisap etmektedir. Bu nispet ile o eve şeref vermektedir.
وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِّلنَّاسِ وَأَمْناً وَاتَّخِذُواْ مِن مَّقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَن طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ
“Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için evim'i temiz tutun, diye emretmiştik”
Bu ayet Kâbe’nin izzet ve şerefini göstermektedir.
Çünkü Allah (cc) ev (beyt) kelimesini ben şahıs ekine (ya) izafe etmektedir (beyti) diye. Fıtrettullah, Kitabullah, Sarullah, Yedullah, Erzullah isimlerinde de bu husus vardır.
Dolayısıyla insanın ruhî boyutu maddi boyutundan daha değerlidir. İnsan bedeninden çok ruhunu tatmin edecek şeylerle ilgilenmek zorundadır. Ruhî değerlerin rüştü için daha çok çaba sarfa etmek zorundadır.
İnsanın Maddi Boyutunun Özellikleri
İnsanın bu boyutuna ilişkin özelliklerini iki başlık altında toplayabiliriz.
1- Cezp ve Şehvet Kudreti: Bu güç insanları arzularının peşinden koşturur ve bütün lezzetlere yönlendirir. Yemek, içmek, giymek ve cinsi arzular gibi… Bu boyut, insan için bütün arzuları reva görmekte, onlara ulaşmada ve onlardan haz almada hiçbir şeyi engel olarak tanımamakta ve bu lezzetlere nasıl ulaşacağını tersim etmektedir.
Diğerlerinin bu nimetlerden mahrum kalmalarına sebep olacaksa bile bu lezzetlerin kendi elinde olmasını ister.
2- Gasp Kudreti: İnsan kendisine mani olacak bütün engellerin ortadan kalkmasını ister. Önüne çıkacak bütün mahrum edici engelleri bu gücü sayesinde birer birer ortadan kaldırmaya çalışır. Bu çabasında, başkalarına zarar gelse bile ısrarla hareket eder. Özetle diyebiliriz ki, insanın bu boyutu iki önemli hususiyet taşımaktadır;
a- İhtiyaçlar: yemek, içmek, gezmek, istirahat, evlilik, neslin devamı
b- Arzular ve yönelişler: menfaat, isyan, güç, zarardan kaçınma gibi.
İnsanın Manevi Boyutunun Değer ve Özellikleri
İnsanın bu boyutu incelendiğinde çok değerli özelliklerin bu boyutu yönlendirdiği ve idare ettiği anlaşılır. Akıl, düşünce, irade ve tercih yeteneği gibi. Akıl, sözlükte hapsetmek, söndürmek ve bekletmek anlamındadır.
Istılahî anlamı ise iki şekilde tanımlanmaktadır;
a- Araç, anlama gücü, ölçen, hayat şartlarını idare eden güç: Akıl batinî bir güç ve kudrettir. Akıl sayesinde iyi ve kötü belirlenir ve hayat şartları için uygun planlar çizilir.
Firuz Abadi bu konu hakkında şöyle söylemektedir;
“akıl ruhi bir nurdur. İnsanın nefsi bu nur sayesinde zaruri ve nazari ilimleri derk eder. Aklın oluşumu ve rüşte ulaşımı çocuğun oluşum anında başlar ve buluğa erdiğinde de tamamlanır.”
Bu vesileyle insan maddi ihtiyaçlarını giderecek, önündeki tehlikeleri uzaklaştıracak yolları tanır ve belirler.
b- Nur, hidayet ışığı, ebedi saadete hidayet eden güç: Akıl için yapılan bu yeni tarif, İmam Sadık (as) tarafından yapılmıştır. İmam Sadık (as)’a Akıl nedir? Diye sorulur.
İmam, “Akıl, kendisiyle Rahman’a ibadet edilen ve cennetler kazanıdılğı vesiledir.” Der.
Aklın nazari ve ameli diye iki kısma ayrılması bu hadiste beyan edilmektedir. Bazen aklın hareket alanında olması gerekenler ve olmaması gerekenler gibi ifadeler nazari ilimlere işaret etmektedir.
Bazen de aklın hareket alanı, yapılması gerekli olanlar ve yapılmaması gerekenler diye ifade edilir ki pratik aklın hareket alanıdır.
İmam Sadık (as) bu hadiste aklın hakikatini insanlığa beyan etmektedir.
Çünkü insanlığın ebedi saadeti ve mutluluğu, insanın fikir ve davranışlarının ıslah olmasından geçer. Böyle bir akıl ile insanlığın kurtuluşunu sağlayan dini usullerin temelleri sağlamlaştırılır.
İnsanın Allah, ahiret ve peygambere olan inancı ve imanı temin edilir. Aynı zamanda bu akıl ile insanın hareket ve davranışlarında oluşturacağı düzen ile kurtuluş vesilesi olan iki alanda yani düşünce ve amellerini sağlam temeller üzerine kurar. Akıl, batini bir güçtür, onun sayesinde Allah’ın varlığı ve birliği keşfedilir.
Allah’ın emir ve yasaklarını getiren Resul kabul edilir ve ona tabi olunur. Bu vesile ile insan ebedi saadetini güvence altına alır ve Berrin cennetlerini hak eder.
Bilcümle Allah’ı tanıma, O’na yönelme, Peygamberi tanıma ve O’na iman etmek, kulun kurtuluşunu sağlayacak yolları bulmak, aklın insana verdiği en büyük armağandır. Akıl iyi, kötüyü, hayrı ve şerri kolaylıkla birbirinden ayırır, hakkı tanır ve ona tabi olur.
İnsanın salahına olan değerleri kendisine hediye eder ve inansın hayatını fesada uğratan nahoş yolları ona tanıtır. Bu yolları tayin ettiği gibi irade ve seçme özelliğine dayanarak gerekli olanı seçer ve kaçınması gerekenden uzaklaşır.
İnsanın fıtratından kaynaklanan özellikleri iki kısımda toplayabiliriz:
1- İhtiyaçlar:
a- Fikir: müspet ve menfi
b- Zikir: dil ile yapılan ve manevi- kalbi
2- Yöneliş ve arzular:
a- Kemali talep etme
b- Hakikati arama
c- Güzeli talep etme
d- Bir araya getirme
www.alhassanain.com/turkish
MAHLÛKLARIN EN ÜSTÜNÜ İNSAN
İnsanın yaratılışından önce Allah iki grup varlığı yaratmıştı.
1- Semavi varlıklar: Bunlar meleklerdir. Kur’an’ı Kerim bunların görevlerini şöyle beyan etmektedir.
a- Tesbih
b- Takdis
c- Temhid (hamd etme)
Allah’ı, her türlü noksandan münezzeh etmeye takdis, onu tanıyıp en güzel sıfatlarla dile getirip şükretmeye tesbih ve hamd denir. Melekler sürekli Allaha ibadet eder, maddi hiçbir ihtiyaçları yoktur. Allahın izni ile âlemi idare etmekle görevlidirler.
2- Zemini varlıklar: özellikle hayvanlar ki, yeme, içme, uyuma faaliyetleriyle göze çarpan varlıklardır. Tabii ihtiyaçlardan başka hiçbir şeye yönelmezler.
Allah varlık sisteminin tamamlanması için insanı yarattı. İnsan hem semavi hem de zemini varlıkların özelliklerini kendiside taşır. Bu iki özelliğinden dolayı, semavi bir varlık olabileceği gibi, maddi boyutuna yönelmesi halinde hayvandan da aşağı olabilir.
Bu iki özelliğini ilahi kanunlar dâhilinde kullanır ve dengeli bir hayat düzeni seçerse mana âleminde Allah’a en yakın ve yeryüzünde kendisine halife olur. Bu hikmet Bakara süresinde beyan edilmiştir.
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
“Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdınla seni tespih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun? Dediler.
Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim, dedi”
Allah, insanın yaratılışı gereği diğer varlıklardan ayrı kıldı ve on daha güzel bir suret vererek kendi ruhundan üfledi.
وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِير
“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”
فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُواْ لَهُ سَاجِدِينَ
“Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın”
Manevi boyutla da insana, takva ve fücuru tanıma özelliği ilham etti.
وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّاهَا
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene”
فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا
“Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki” Daha sonra bu yaratılışa en iyi yaratılış dedi
ثُمَّ أَنشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
“Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.”
لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık”
İnsanın bu iki boyutu arasında bir çekişme vardır. Maddi boyutu onu rahata, lezzetlere ve şehvete davet eder, manevi boyutu ise onu hakka, hakikate, ilahi lezzetler, kemale, adalete ve kâmil olana tabi olmaya davet eder.
Bu iki boyut arasında neden çelişki var? Sorusuna gelince verilecek en uygun cevap şudur: Bu iki boyut yaratılışları gereği hayırdırlar ve şer sayılmazlar. İnsan bir imtihan içerisindedir.
Bu imtihanı sayesinde mahlûkatın en şereflisi unvanına nail olur ki bu bir varlık için en değerli şeydir. İmtihanı vermemesi takdirinde hayvanlardan da aşağı olur ki bu bir varlık için en düşük mertebedir.
Bu önemli konuya bakıldığında insanın saadet ve şekavetti bu iki boyuta yönelmekten geçer. Akıl ve manevi boyut hâkim olursa maddi lezzetlerden uzaklaşma gibi bir husus söz konusu değildir.
Tabii bir şekilde dünya nimetlerinden istifade etmek her insanın hakkıdır. İki boyut arasında denge sağlanırsa tefrit ve ifrata kaçmaksızın iki boyuttan olması gerektiği gibi istifade edilir.
Ama maddi boyut hâkim olursa, akıl ve manevi boyut hüküm beyanında bulunsa da bu hüküm kale alınmaz. İnsan şehvet ve arzularının peşinden koşarak ebedi şekavetti hak eder. Hz. Ali bu konu hakkında şöyle bir beyanda bulunmaktadır; “insanların çoğunun aklı hevesine esirdir”.
ALLAH’I BİLMENİN GEREKSİMİ
Varlık âlemini inkâr etmek mümkün değildir. Zira etrafımızda birçok şeyi müşahede etmekteyiz. Varlıklar bizler için bedihi ve aprioridir. Eğer bazılarının yaptığı gibi bütün varlık âleminin oluşumunda şüphe etsek bile kendi varlığımızı asla inkâr edemeyiz.
Descartes kuşkuculuk (scepticizm) metoduyla öncelikle her şeyi inkâr etmede, daha sonra kendi vücudundaki cevherden yola çıkarak önce kendisini sonra da varlığın oluşumunu ispatlamaya çalışmaktadır.
Maalesef bu ispat yönteminde büyük bir hataya düçar olmaktadır. “Düşünüyorum öyleyse varım” kendisinden sonraki nesiller için bıraktığı kötü bir mirastır. Bu konuyu “Metafizik Düşünceler” adlı eserinin altıncı makalesinde incelemektedir.
Ama doğrusu insanın vücudu ve varlığı kendisi için bedihi ve inkâr edilemez bir gerçektir. Örneğin hava boşluğunda muallâk kalan birini düşünün. Bu kişi hiçbir şeyden haberdar olmazsa, vücut azalarını tanımaz ve bedeninin organları hiçbir yerle temas etmezse ve gözü bağlı olan bu insan her şeyden önce kendi varlığını izhar eder.
“Ben varım” der. “Düşünüyorum öyleyse varım” demez. Bir fiil insanın vücudunu ispat etmez, bir şey ve şeylerin varlığını ispatlar. Ama insan kendi varlığını husulî değil huzuri olarak derk eder. Zira husulî olabilmesi için aşağıdaki üç yoldan biriyle gerçekleşmesi gerekir:
1- İnsanın zati özelliklerinin bilinmesi ve bu özelliklerden yararlanarak insanın tanımını yapmakla. Ama boşlukta muallâk farz edilen birisi için bu tanım imkânsızdır. Zira hiçbir bilgisi yoktur.
2- Tebessüm, acı, sevinç gibi insanın bazı özelliklerinden yararlanarak yapılan tanım. “düşünüyorum öyleyse varım” insanın düşünce özelliğinden yararlanarak insanı tanıma yoluna gidilmiştir. Birinci tanımdaki delile binaen bu tanımda imkânsızdır.
3- İnsana yakın ve benzer bir varlığın özelliklerinden yararlanarak misali tanım ile yapılan nitelendirme. Bu tanımda imkânsızdır. Zira farz ettiğimiz bu muallâk kişinin insanı tanıması olanaksızdır.
Boşlukta muallâk kalan insan husulî ilmin yolları olan bu üç yolun hiçbirinden istifade edemeyip, huzurî olarak kendi varlığını izhar eder. Her insan kendi varlığını aşikâr bir şekilde huzuri bilgi ile algılar.
Bu beyandan sonra değinilmesi gereken mevzu varlık âleminin meydan gelmesindeki illettir. Acaba varlık âlemi kendiliğinden ve hiçbir illet olmadan mı meydana geldi? Yoksa herhangi bir illet tarafından mı vücud elbisesine büründü? Bu soruların cevabını akli delillerle vermeye çalışacağız.
DELİLİN MUKADDİMELERİ
A- Varlık âlemi aşikâr bir şekilde vardır ve inkâr edilemez.
B- Varlık ikiye ayrılır.
1- Varlığı kendi zatından olan ve vücudu kendisi için zaruri olan Vacib-el vücud
2- Varlığı kendi zatından olmayan ve varlığını başka yerden alan mümkün- el vücud
Varlık âlemi bu ikisi dışında başka bir seçeneğe sahip değildir. Yani varlık âlemi ya Vacibel vücuttur, başka bir deyimle varlık âlemi kendi kendisini yaratmıştır ki bu sanı imkânsızdır. Bütün varlığı ihtiyaç olan şeyler nasıl olurda kendisinin yaratıcısı olur.
En ufak ihtiyacını gideremeyen şey nasıl olurda kendi illeti olur. Dolayısıyla bu ihtimalde batıldır. Veya bu varlıklar mümkün- el vücutturlar ki doğrusuda budur. Varlık mahiyeti itibarıyla vücud ve yokluğa nispeten imkân sıfatına sahiptir. Mevcut olması için illete ihtiyacı vardır.
C- Mümkünatın illete ihtiyacı vardır. Bu illet de iki ihtimale dayalıdır.
1- İmkân âleminin illeti ya bir mümkün- el vücuttur veya Vacib-el vücuddur. Eğer illet mümkün- el vücud olursa muhal olan bir çıkmaza girer. Çünkü her mümkün illet ister
ve eğer mümkünatın illeti başka bir illet ise o mümkün olan illet de illet ister ve bu durum sonsuza kadar sürer ve bir mümkünler silsilesi illet olarak ortaya çıkar.
Buna teselsül ve devir denilir ki mantıkta batıl ve muhaldir. Eğer bütün âlemi bir daire olarak farz edersek, bu âlemde hiçbir şey âlemin yaratıcısı olamaz. Çünkü bu âlemin kendisi mümkün cüzlerden oluşmuştur.
2- Dolayısıyla bütün âlemi yaratan bir Vacib-el vücudun olması şarttır ki bu da matlup olandır.
D- Vacib-el vücud birdir ve iki tane olamaz. İki yaratıcının olduğunu farz edecek olursak:
1- Bu ikisi arasında mutlaka bir farkın olması gerekir. Eğer ikisi de her yönden eşit ve hiçbir farkları yoksa bu iki kavrama iki yaratıcı demek doğru değildir.
Çünkü bütün özellikleri aynı olan iki şey birdir. Ayrık değildir. Aynı durum birden fazla yaratıcı içinde geçerlidir.
2- Bu iki yaratıcının arasında fark olduğunu düşünürsek, biri diğerinden fazla diğeri ise noksan olacaktır. Yani biri diğerine oranla üstün olacaktır. Noksanlığı olan bu nakısını gidermek be tamamlamak için ya kendisi illet olacak ki bu batıl ve geçersizdir.
Çünkü eğer bu eksikliğini kendisi tamamlayacaktıysa ilk baştan tamamlardı. Veya bu eksikliği gidermek için başkasına muhtaçtır. Muhtaç olduğu anda Vacib-el vücud olması mümkün değildir.
Dolaysıyla bütün mukaddimelere dikkatle diyebiliriz ki; bütün kâinatın yaratıcısı tek ve Vacib-el vücud olan Allah’tır.
Allah’ı tanımanın gereksimi için üç yol ve amaç sayabiliriz.
1-Akli gereksim: Fikir ve düşünceye dayalı bu yolu iki şekilde beyan edebiliriz.
A- İllet ve malul yoluyla
Bu manayı derk etmek için bazı mukaddimeleri kavramak gereklidir.
— Âlemde büyük bir sitsem içerisinde yaratılmış düzenler vardır.
— Bütün varlık âleminde değişiklik ve tahavvül görülmektedir.
— Tahavvül ve değişiklik, önceden olmayışı ve sonradan icat olunmayı gösterir.
Dolayısıyla öncesi ve sonrası yokluk olan bir şey maluldür ve illete ihtiyacı vardır. Netice itibariyle âleme varlığını bahşeden asıl ve yegâne illete yönelmek gereklidir.
Kur’a-nı Kerim 75 yerde insanları afakî ve enfüsi ayetler hakkında tefekkür ve tedebbür etmeye davet etmektedir. Ki insan gaflet uykusundan uyanıp ve ilahi cemali müşahede etmenin seyrine dalsın.
B- Muhtemel zararı defetme yoluyla Bu konuyu anlamak için aşağıdaki mukaddimelere ihtiyaç vardır.
- Tarih boyunca bazıları peygamber olduklarını ilan ettiler. Allah’tan insanlara vahi getirdiklerini beyan edip, Allah’a davet ettiler.
- Peygamber aracılığıyla cennet ve cehennem, sevap ve günah hakkında haberler verdiler. Bu haberlere tabi olunduğunda tebşir, muhalefet edildiğinde ise tenzir ettiler.
- Akıl bu haberleri inkâr etmediği gibi teyit de etmektedir. Muhalefet edildiğinde doğacak zarar ihtimalini kendisinden uzaklaştırmaya hüküm etmektedir. Bu dünyada ihtiyatla hareket etmeli ve davet edilen yaratıcıya teveccüh edilmelidir.
Eğer zarar yakin derecesinde ise daha bir ciddiyet ile hareket edilmeli ve geleceğimizi teminat altına almak için hayatı düzenleyen mukaddes Kur’an’a teveccüh edilmelidir.
2- Fıtri Gereksim: Fetere (فطر) lügatte yarmak, yaratmak anlamındadır. Haleke (خلق) kelimesi de yaratma manasındadır. Fakat (خلق ) ilk maddeden ve belli bir form üzerine yaratmaktır. Bundan dolayı halk etme fiilini Kur’an-da başkalarına da nispet vermektedir.
فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
“Yaratanların en güzeli Allâh, ne yücedir!”
Fatır (فاطر) ise hiçbir madde ve ön hazırlığı olmadan yaratana denilir. Bu mahlas müfret alarak fakat Allah (cc) için kullanılır.
Fıtrat aslında has ve özel şartlar içinde yaratmaktır. Bu manayı zikredeceğimiz ayette Allah (cc) isminin fıtrat kelimesine izafe olmasından da çıkar.
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allâh'ın yaratma yasasına (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”