EMİRE’L-MÜMİNİN ALİ’NİN (a.s) HAYATINA KISA BİR BAKIŞ
İmam Ali (a.s) 30. Fil yılında, Recep ayının 13. günü Kâbe’de dünyaya geldi. Annesi Esed kızı Fatıma ve babası Ebu Talib’dir. Hicri 40 yılı, Ramazan ayının 21 de Küfe şehrinde şahadet mertebesine erdi. Mübarek türbesi Irak’ın Necef-i Eşref kentinde bulunmaktadır.
HZ. ALİ’NİN (a.s) YAŞAMINDAN KESİTLER
Müminlerin Emiri’nin (a.s) İslam Peygamberi’nin (s.a.a) Bi’setinden (Peygamber oluşundan) on yıl önce dünyaya gözlerini açtığı, İslam tarihi oluşurken bütün gelişmelerde Efendimiz Resulullah’ın yanında olduğu ve onun vefatından sonra otuz yıl yaşadığı dikkate alındığında, 63 yıllık ömrünü beş bölüme ayırabiliriz:
1- Doğumdan Peygamber’in Bi’setine kadar olan dönem.
2- Bi’setten Peygamber’in Medine’ye hicret edişine kadar olan dönem.
3- Peygamber’in vefatından kendi hilafetinin başlangıcına kadar olan dönem.
4- İmam Ali’nin halifelik dönemi.
1- DOĞUMDAN İSLAM PEYGAMBERİNİN Bİ’SETİNE KADAR OLAN DÖNEM
Yukarıda da değindiğimiz gibi eğer imam Ali’nin (a.s) yaşamını beş bölüme ayıracak olursak, ilk bölümünü, Peygamber’in Bi’setinden önceki yaşamı oluşturmaktadır. İmam’ın bu bölümdeki yaşam süresi on yılı geçmektedir. Çünkü İmam Ali (a.s) dünyaya gözlerini açtığı zaman Peygamber Efendimiz daha otuz
yaşında idi. Peygamberimiz kırk yaşında peygamberlikle görevlendirildiğine göre; İmam Ali, Peygamber’in bi’seti sırasında on yaşın üstünde değildi.
PEYGAMBERİN YANINDA
İmam Ali (a.s) ruhsal ve kişilik yapısının olgunlaştığı ve her türlü terbiyeye yatkın olduğu bu hassas dönemi Hz. Muhammed’in (s.a.a) evinde ve onun eğitimi altında geçirdi. İslam tarihçileri bu konuda şöyle yazarlar:
Bir ara Mekke’de büyük bir kuraklık ve kıtlık baş gösterdi. O sırada Peygamberin amcası Ebu Talib kalabalık bir ailenin geçimini sağlaması gerektiğinden, masrafların ağır yükü altında ezilmekteydi. Resul-i Ekrem (s.a.a) Haşimoğullarının en zenginlerinden olan diğer amcası Abbas’a, her birimiz Ebu Talip oğullarından birini evimize götürüp bakımını üstlenelim ki Ebu Talib’in aile yükü azalsın, önerisinde bulundu. Abbas kabul edince birlikte Ebu Talib’in yanın gidip konuyu kendisine açtılar. Bu öneriyi Ebu Talib’de kabul etti. Sonuçta; Abbas “Cafer’i ve Hz. Muhammed’de (s.a.a) Ali’yi alıp evlerine götürdüler. Böylece İmam Ali (a.s) efendimizin evinde iken (hayatının ilk yıllarında) Allah, habibini peygamberlikle görevlendirdi. İmam Ali (a.s) ise onu hemen tasdik edip Peygameri izlemeye koyuldu.(1)
İslam Peygamberi (s.a.a) Ali’yi (a.s) himayesine aldıktan sonra: İşte ben Hz. Muhammed (s.a.a) Allah’ın benim için seçtiğini seçtim, diye buyurdu.(2)
Abdü’l-Muttalib’in vefatından sonra çocukluk dönemini amcası Ebu Talib’in evinde geçirip onun kefaleti altında büyüdüğünden, onun evlatlarından birini yetiştirmek suretiyle amcasının ve onun karısı Esed kızı Fatıma’nın zahmetini telafi etmek istiyordu. Dolayısıyla Ebu Talip oğulları içinde Ali’yi (a.s) himayesine almak istemişti.
Ali (a.s) kendi halifeliği döneminde, “Kasıâ” hutbesinde eğitim dönemine değinerek şöyle buyuruyor:
“Siz (Peygamber’in son sahabeleri) benim Resulullah’a olan yakın akrabalığımı ve onun nezdinde olan özel mevkimi bilmektesiniz. Yine biliyorsunuz ki; henüz bir çocuk iken o beni kucaklayıp göğsüne bastırıyor ve beni yatağında yatırıyordu; öyle ki, ben onun vücuduna dokunuyor, hoş kokusunu duyuyordum. O yemeği elleriyle benim ağzıma koyuyordu.
Ben, annesinin peşinden giden çocuk gibi her yere onunla birlikte yürüyordum. Her gün, üstün faziletli ahlaklarından birini bana öğretiyordu. Ve bana: “Onu izlememi emrediyordu.”(3)
ALİ (a.s) HİRA MAĞARASINDA
Hz Muhammed (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilmeden önce her yıl bir ay boyunca Hira(4) mağarasında ibadet ederdi. Bu süre içinde yanına bir yoksul uğrasa (efendimiz) gelir ve kendisine yemek verirdi. Evine gitmek istediği zaman ise önce Mescidü’l-Harama gidip yedi kere veya Allah ne kadar istese Allah’ın evini tavaf eder sonra evine dönerdi.(5)
Eldeki kanıtlar gösteriyor ki, Hz. Muhammed (s.a.a) Ali’ye (a.s) duyduğu aşırı inayetten dolayı (Hira mağarasında bulunduğu zamanlarda) bir ay içinde onu da kendisi ile birlikte Hira’ya götürüyordu.
Vahiy meleği ilk defa o mağarada efendimiz Hazretlerine nazil olup onu peygamberlik makamı ile şereflendirdiği zaman, Ali (a.s) da oradaydı. O gün, Hz. Muhammed’in (s.a.a) Hira dağında ibadetle meşgul olduğu ayın bir günü idi.
Ali (a.s) Kasiâ hutbesinde bu konuda şöyle buyuruyor:
“Peygamber her yıl Hira dağında ibadete koyulur ve onu benden başka kimse görmezdi... Hazretlerine vahiy indiği zaman şeytanın feryat sesini duydum; Allah’ın Resulü’ne, bu feryadın ne olduğunun sordum; Bu şeytanın feryadıdır, sebebi ise dünya yüzünde itaat edilmekten ümidini kesmesidir, Benim duyduğum sesi sen de duyuyorsun, benim gördüğümü sen de görüyorsun ama ne var ki sen Peygamber değilsin, (benim) hayır ve iyilik üzere vezirimsin, buyurdu”(6)
Gerçi bu sözler, Peygamberin Risalet görevini almasından sonra Hira’da ibadet ettiği dönemle ilgili gibi gözükmektedir. Fakat öncesi karineler ve Peygamberimizin genellikle Risalet görevinden önce Hira’da ibadet etmesinden, bu sözlerin İslam Peygamber’inin risaletinden önceki döneme ait olduğu anlaşılmaktadır. Her halükarda, Ali’nin (a.s) ruh temizliği ve Peygamber’in (s.a.a) yanında eğitim; çocukluğundan beri hassas bir kalp, etkili bir yüz ve duyarlı bir kulak ile normal insanların göremeyeceği şeyleri görmesine ve duyamayacağı sesleri duymasına sebep olmuştu.
Mûtezili İbni Ebi’l-Hadid Nehcü’l-Belağa şerhinde şöyle yazar:
“Sahih kitaplarında (kütübi sittede) rivayet edilmektedir ki; Cebrail ilk defa Peygambere nazil olup onu peygamberlik makamı ile şereflendirdiği zaman Ali’de (a.s) İslâm Peygamber’inin yanında idi.”(7)
İmam Cafer Sadık’ın (a.s) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
“İmam Ali (a.s) İslam Peygamberinin risaletinden önce Peygamberin yanında Nübüvvet nurunu görmekte ve meleğin sesini duymaktaydı. İslâm Peygamberi (s.a.a) kendisine: “Eğer ben peygamberlerin sonuncusu olmasaydım, sen peygamberlik makamına layıktın. Ama sen benim varisimsin, velilerin efendisi ve takvalıların liderisin” diye buyurmuştur.”(8)
2- Bİ’SETTEN PEYGAMBERİN HİCRETİNE KADAR
İmam Ali’nin (a.s) hayatının ikinci bölümünü Bi’set’ten Hicret’e kadar olan dönem oluşturmaktadır. Bu dönem on üç yıldan ibarettir. İmam Ali (a.s) bu dönemde İslam’ın ilerleme kaydetmesi için bir takım hizmetler sunmuştur. Parlak ve etkili çabaları, önemli girişimleri olmuş, büyük hizmetler sunmuştur. İslam tarihinden O’ndan başka kimseye nasip olmayan faziletleri vardır. Böyle yüce bir şeref, onu başkalarından ayırmaktadır.
İLK İMAN EDEN
İmam Ali (a.s) açısından bu dönemin önemi; herkesten önce İslam’ı kabul etmesi ve gönül verdiği dine ilk adımı atmış olmasıdır. Daha doğru bir değişle; eskiden beri içinde taşıdığı İslamı dışa vurması, dile getirmesidir. Çünkü Ali (a.s) çocukluğundan beri tek Allah’a ibadet etmekteydi.(9) İslamı kabul etmesi putperestlikten vazgeçmesi anlamına gelmiyordu. Zira o, hiçbir zaman putlara tapmamıştı. Fakat bildiğiniz gibi Peygamberimizin diğer sahabeleri böyle değildi.
İslamiyeti ilk kabul etmiş olmak, Kuran-ı Kerim’in üzerinde durduğu bir değerdir. İslamiyeti kabul etmede ön ayak olanların Allah katında üstün bir değere sahip olduğunu Kurân-ı Kerim şu sözleriyle beyan etmektedir: “... Ve bir de ileri geçenler ki herkesi geçmişlerdir, onlardır mabutlarına yaklaştırılanlar”(10)
Kurân-ı Kerim “İslam dinine diğerlerinden önce inanma” hususuna özel bir teveccüh göstermiştir. Hatta Mekke’nin fethinden önce iman edenleri, can ve mallarını Allah yolunda verenleri; Müslümanların Mekke’yi fethetmesinden sonra, iman edip cihat edenlerden üstün saymıştır. Hal böyle iken hicretten önce ve İslam’ın ortaya çıktığı ilk yıllarda Müslüman olanlar elbette ki çok daha üstündürler. Nitekim Kuran-ı Kerim şöyle buyurmaktadır:
“... Sizden, fetihten önce mallarını harcayan ve savaşan, başkalarıyla bir değildir; onların, fetihten sonra mallarını harcayan ve savaşanlara karşı, derece bakımından pek büyük üstünlükleri var; ve hepsine de Allah güzel mükâfatlar vaadetmiştir...” (11)
Müslümanların (Hicri sekizinci yılda vuku bulan) Mekke’nin fethinden önce iman etmelerinin daha üstün olmasının sebebi, şudur:
Mekke’de Müslüman olanlar; İslam dini, Arap yarımadasında gücünün doruğuna erişmeden, Mekke putperestlerin güçlü bir merkezi iken İslam dinini kabulenmişlerdi. Birçok tehlike her taraftan Müslümanların canlarına ve mallarına yönelmişken iman etmişlerdi. Elbette Müslümanlar Medine’ye hicret ettikten, Avs, Hazrec ve Medine çevresinden bazı kabilelerin İslamiyeti kabul etmesinden sonra nispeten daha güvende oldular ve İslamiyet daha süratli ilerlemeye başladı. Birçok savaşta galip oluyorlardı. Ama tehlike daha geçmemişti. Buna göre; böyle bir ortamda iman edip can ve malını feda etmenin özel bir değeri olmakla birlikte; Peygamberin ilk daveti sırasında güç Kureyş ve putperestlerin elinde iken (her an can ve mal tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyorken) iman etmenin çok daha üstün değeri olacağı kuşkusuzdur. Bu nedenle İslam dinini kabul etmede öne geçmiş olmak, Peygamber sahabeleri arasında önemli iftiharlardan biri sayılmaktaydı.
Bu açıklama ile İmam Ali’nin (a.s) İslam’ı izhar etmede öncü olmasının değer ölçüsü daha iyi anlaşılmaktadır.
İMAM ALİ’NİN (a.s) İLK MÜSLÜMAN OLDUĞUNA DAİR DELİLLERİ
İmam Ali’nin (a.s) İslâm’ı kabul eden ilk kişi olduğuna dair İslami kaynaklarda yer alan deliller, bu kitabımıza sığmayacak kadar çoktur. Örnek olarak sadece bir kaç tanesini zikredeceğiz.
1) Herkesten önce, İslam Peygamberi’nin (s.a.a) bizzat kendisi İmam Ali’nin (a.s) öncü olduğunu açıklamış ve bir grup ashabının yanında şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü Kevser havuzu başında bana ilk kavuşanınız, İslam’ı herkesten önce kabul eden Ali b. Ebu Talib olacaktır.”(12)
2) Alimler ve Muhaddisler şöyle aktarmışlardır:
Hz. Muhammed (s.a.a) pazartesi günü peygamberliğe seçildi. Ali (a.s) ertesi gün (Salı) günü Peygamberle birlikle namaz kıldı.(13)
3) İmam Ali (a.s) “kasıa” hutbesinde şöyle buyurmaktadır:
“O gün İslam, Peygamber ve Hatice’den başkasının yanında duyulmamıştı ben ise onların üçüncüsü idim Risalet ve vahiy nurunu görüyor ve Nübüvvet tortusunu alıyordum.”(14)
4) İmam Ali (a.s) İslam’da ilk oluşumu başka bir yerde şöyle dile getirmektedir:
“Allah’ım sana ilk dönen, mesajını ilk duyan ve Peygamberin davetine ilk icabet eden benim ve İslam Peygamber’i hariç benden önce namaz kılan olmamıştır.(15)
5) İmam Ali (a.s) buyuruyor ki:
“Ben Allah’ın kulu, Peygamber’in kardeşi ve Sıddık-ı Ekberim. Bu sözü benden sonra iftiracı yalancıdan başkası söylemez. Ben halktan yedi yıl önce Resulullah ile birlikte namaz kılıyordum.”(16)
6) Ufeyf b. Kaysi’nini Kendisi şöyle aktarıyor:
Ben cahiliyet döneminde ettar (esans tüccarı) idim. Bir seferinde ticaret için Mekke’ye gitmiş ve büyük Mekke Tacirlerinden olan Abbas’a misafir olmuştum. O sırada Mescidü’l Haram’da Abbas ile birlikte oturuyorken, güneşin doruğa yükseldiği bir vakitte yüzü ay gibi nurlu olan bir genç Mescid’e geldi. Gökyüzüne bakıp Kâbe’ye doğru durarak namaz kılmaya başladı. Hemen peşinden güzel yüzlü bir delikanlı kendisine yaklaşıp sağ tarafında durdu, sonra örtünmüş olan bir kadın gelip ikisinin arkasında yerini aldı. Her üçü birlikte namaza koyulup rüku ve secde etmeğe başladılar.
Ben (Putperest merkezinde üç kişinin putperestlik dışında başka bir dine inandıklarını görünce) şaşırdım. Abbas’a dönerek, büyük bir olay, Dedim. Bu sözü oda yineledi. Sonra ekledi; bu üç kişiyi tanımıyor musun? Hayır! dedim. İlk önce gelip ikisinin önünde duran kardeşimin Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir. İkincisi diğer kardeşimin Ebu Talib’in oğlu Ali’dir. Üçüncüsü ise Muhammed’in eşidir. O, dinin Allah’tan geldiğini iddia etmektedir. Yeryüzünde bu üçünden başka bu dine inanan yoktur.”(17)
Bu olaydan açıkça anlaşılmaktadır ki, İslam Peygamber’inin ilk daveti sırasında sadece Ali ve Hatice kendisine iman etmişlerdi.
PEYGAMBERİN AİLESİ VE KORUYUCUSU
İslam Peygamberi üç yıl boyunca genel davetten sakınıyordu. Sadece özel temaslarla, davet kabul edebileceklerini hissettiği kişileri İslam’a davet ediyordu.
Üç yıl sonra vahiy meleği nazil olarak, Peygamber’e, yakın akrabalarından başlayarak insanları Allah’ın dinine davet etmesi emrini iletti. Allah’ın emri şöyle idi:
“Ve en yakın hısımlarını (Allah’ın azabına karşı) korkut. İnananlardan sana uyanlara karşı (sevgi) kanadını indir, mütevazı ol, Sana isyan ederlerse (karşı gelirlerse) de ki: şüphe yok ki ben sizin yaptıklarınızdan uzağım”(18)
Genel davete, başlama noktası olarak yakın akrabalarını davet ederek başlamayı seçmesinin sebebi: İlahi veya beşeri bir liderin yakınları ona inanıp izlemezlerse, yabancılara karşı etkili olması çok güçtür. Zira yakınları onun sırlarını, iyi ve kötü yanlarını herkesten iyi bilmektedirler. Bu nedenle onların iman etmesi risaletinin (görevinin) doğruluğunun belirtisi sayılmaktadır. Bu nedenle İslam Peygamberi niye Ali’ye (a.s) Haşim oğullarının ileri gelenlerinden kırk beş kişiyi öyle yemeğine davet etmesini ve yemek olarak da etkili bir yemek ve süt hazırlamasını emretti?
Konuklar vakit gelince Peygamberin huzuruna vardılar. Yemek yenildikten sonra Peygamberin amcası “Ebu Leheb” kendine has tavrıyla toplantının seyrini değiştirdi ve sonuç alınmadan meclis dağıldı. Konuklar yemeklerini yiyip süt içtikten sonra Peygamberin evinden ayrıldılar Efendimiz ertesi gün yeniden yemekli bir toplandı yapmaya ve Ebu Leheb dışında hepsini davet etmeğe karar verdi. İmam Ali (a.s) yine Peygamber’in emriyle yemek ve süt hazırlatıp Haşimoğulları’nın ileri gelenlerini yemeğe ve Peygamber’i dinlemeğe davet etti. Tüm konuklar verilen zamanda hazır bulundular ve yemek yenildikten sonra efendimiz sözlerine şöyle başladı:
“Hiç kimse kendi halkına, benim size getirdiğimden daha iyisini getirmemiştir. Ben sizin için dünya ve ahiret iyiliğini getirdim. Allah bana, sizi, O’nun birliğine ve kendi peygamberliğime inanmaya davet etmemi emretmiştir. Sizden hanginiz bana bu yolda yardım ederse benim kardeşim, vezirim ve içinizdeki temsilcim olacaktır.”
Bu sözleri söyledikten sonra içlerinden hangisinin bu çağrıya uyup yanıt vereceğini görmek için bir süre sustu. Bu sırada meclis şaşkın bir sissizliğe gömülmüş, herkes başını öne eğmiş derin bir düşünceye dalmıştı.
O gün daha on beş yaşını doldurmamış olan Ali (sessizliğin içinden) aniden ayağa kalkarak Peygamber’e döndü:
“Ey Allah’ın Resulü ben bu yolda sana yardım edeceğim” diyerek fedakârlık antlaşmasını pekiştirmek için elini efendimize uzattı. Peygamber Ali’ye oturmasını emrederek sözlerini tekrarladı. Yine Ali ayağa kalkıp buna hazır olduğunu duyurdu.
Bu kez Peygamber yine oturmasını emretti. Peygamberin davetini üçüncü tekrarlayışında da yine Ali’den başka yanıtlayan olmadı. Sadece o, ayağa kalkıp Peygamber’in mukaddes hedefini desteklediğini İlan etti. Peygamber Ali’nin elini sıkarak Haşim oğullarına hitaben Ali hakkında tarihi sözünü buyurdu:
“Ey yakınlarım ve akrabalarım! Bundan sonra Ali kardeşim, vasim ve sizin içinizde halifemdir.”(19)
Böylece İslam Peygamber’inin ilk varisi, en son ilahi elçi tarafından, daha birkaç kişi risaletine iman ettiği bir zamanda tayin edilmiş oldu.
Peygamber’in en yakın akrabalarına; ben Allah’ın Resulüyüm diyerek peygamberliğini ilan ettiği gün, hemen peşinden Ali benim vasim ve halifemdir buyurarak Ali’nin imamlığını ilan etmesiyle, imametin İslam’daki makamı ve konumunu daha açık bir şekilde anlamış oluruz. Bundan da anlaşılmaktadır ki; bu iki makam birbirinden ayrı değildir ve imamet, risaletin tamamlayıcısıdır.
BÜYÜK FEDAKÂRLIK
Bi’set’in on üçüncü yılında Zilhicce ayının on üçünde Peygamber ve Yesrib halkı arasında bir anlaşma yapıldı. Buna göre Peygamber’i şehirlerine davet ettiler ve onu koruma ve destek sözü verdikler. Buna “İkinci Akabe Anlaşması” denir. O gecenin ertesi günü Müslümanlar yavaş yavaş Yesrib’e hicret etmeğe başladılar.
Kureyş’in ileri gelenleri, Yesrib’de İslam davetini yaymak için yeni bir karargâh oluşturulduğunu anlamışlardı. Bu nedenle tehlikede olduklarını hissediyorlardı. Çünkü onca yıl Peygamber ve izleyicilerine eziyet ettikten sonra Peygamber’in intikam alabileceğinden, savaşmasa bile, Kureyş’in Medine kenarından geçen Şam ticaret yolunu tehdit edebileceğinden korkuyorlardı. Böyle bir tehlikeyi önlemek için bi’set’in on dördünde sefer ayının sonunda “Daru’n-Nüd ve”de (Mekke şura Meclisi binası) toplanıp çareler düşünmeye koyuldular. Bu toplantıda bazıları, Peygamber’in sürgün edilmesi veya hapsedilmesini önerdiyseler de, bu öneri reddedildi. Sonunda onu öldürmeğe karar verdiler. Ama Peygamber’i öldürmek pek kolay değildi, Haşim oğulları sessiz kalmayıp intikam almaya kalkışabilirdi. Dolayısıyla her kabileden bir gencin seçilerek, gece Muhammed’in (s.a.a) evine baskın yapıp onun yatakta öldürülmesini karara verdiler. Bu durumda katil bir kişi olmayacağından, Haşim oğulları, bütün kabilelerle savaşmaya güçleri yetmeyeceği için mecburen kan parası almak zorunda kalacaklardı. Böylece İslâm macerası da son bulacaktı. Kureyş bu planı uygulamak için Rebiü’l-Evvel ayının ilk gecesini seçti.
Yüce Allah daha sonra onların her üç planını da hatırlatarak şöyle buyuruyor:
“Hani bir zamanlar, kâfir olanlar, seni bağlayıp hapsetmek, yahut öldürmek, yahut da yurdundan çıkarmak için düzenlere başvurmuşlardı, bu düzeni kurarken Allah’ta düzenlerini bozuyordu ve Allah hilekarları cezalandıranların en hayırlısıdır.”(20)
Kureyş’in bu kararından sonra, vahiy meleği Peygamber’i durumdan haberdar edip, Mekke’den Yesrib’e doğru hareket emrini iletti.
Burada Peygamber, düşman planını bozmak ve şehirden çıkabilmek için “iz kaybetme” yönteminden faydalandı. Bu nedenle, cesur ve fedakâr bir kişinin gece Peygamber’in yatağında yatması gerekiyordu. Düşman, evine saldırdığında Peygamber’in yatağında uyuduğunu sanarak evini gözetleyip, yolları kontrol etmezlerdi. Böyle bir kişi Ali’den başkası değildi.
Bunun üzerine Peygamber Kureyş ileri gelenlerinin planını Ali’ye anlatıp buyurdu ki:
“Bu gece benim yatağımda yat ve her gece üzerime örttüğüm yeşil örtüyü üzerine ört ki; benim yatağımda uyuduğumu sansınlar.”
İmam Ali (a.s) da öyle yaptı. Kureyş memurları, Peygamber’in evini akşamdan çembere aldılar. Sabah olduğunda kılıçlarını çekerek eve saldırdıklarında Peygamber’in yatağında Ali’yi buldular.
Planlarının yüz de yüz başarılı olacağını sananlar Ali’yi görünce şaşırıp kaldılar. Daha şaşkınlıklarını üzerlerinden atmadan, Muhammed nerede, diye sordular. Ali sakin bir şekilde: “Onu bana mı teslim etmiştiniz ki, bana soruyorsunuz, ona öyle davrandınız ki evini terketmek zorunda kaldı” dedi.
Bu sırada Ali’nin (a.s) üzerine saldırıp yakaladılar. Taberi’nin dediğine göre; Ali’ye eziyet ettiler. Sürükleyerek Mescidü’l-Haram’a götürdüler ve bir süre tuttuktan sonra da serbest bıraktılar.
Medine yönünde Peygamber’i izlemeğe koyuldular. O sırada Peygamber “Sur” mağarasında saklanıyordu.(21) Kuran-ı Kerim Ali’nin (a.s) bu büyük fedakârlığına ölümsüzlük bahşederek onu şu ayet-i şerife ile Allah yolunda canlarını feda edenlerden birisi olarak tanıtmıştır:
“İnsanların öylesi de var ki (Ali gibi Hicret gecesi, Peygamber’in yatağında yatmak suretiyle) Allah rızasına nail olmak için adeta kendisini satar, Allah rızasını alır. Allah kullarını pek esirger.”(22)
Müfessirler, bu ayetin İmam Ali’nin (a.s) bu büyük fedakârlığı hakkında Mebiyt (gecesi) nazil olduğunu söylerler.(23)
İmam Hazretlerinin kendisi de ikinci halifeden sonra, kurulan altı kişilik Şura da, Şura üyelerine karşı bu üstün faziletini öne sürerek şöyle buyuruyor:
“Sizi Allah’a yemin veriyorum söyleyin; Peygamber’in “Sur” mağarasına yöneldiği o tehlikeli gecede vücudunu belaya siper ederek (efendimizin) yatağında yatan benden başkası mıydı?”
Hepsi: Senden başkası değildi, dediler.(24)
3- HİCRETTEN PEYGAMBERİN VEFATINA KADAR
İmam Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) kardeşi:
İslami kardeşlik ve kardeşlik bağı İslam dininin sosyal ilkelerinden biridir. İslam Peygamber’i çeşitli zamanlarda bu bağı kurup sağlamlaştırmaya özen göstermiştir. Peygamberimiz Medine’ye geldikten sonra, ensar ile muhacirler arasında kardeşlik antlaşması yaptırdı. Bu amaçla, Müslümanlar’ın bir araya toplandığı bir gün ayağa kalkarak buyurdu ki:
- “Allah yolunda ikişer, ikişer kardeş olun!”
Bunun üzerine Müslümanlar ikişer, ikişer birbirlerinin kardeşi olarak el sıkıştılar ve böylece aralarındaki birlik ve bağlılık pekişmiş oldu.
Elbette bu antlaşmada, kişilerin birbiriyle uyumuna, iman, fazilet ve İslami şahsiyet açısından denkliklerine riayet edilmişti. Öyle ki birbiriyle kardeş olanlar göz önüne alındığında bu husus apaçık görülmektedir.
Hazırda bulunanların her birisi için kardeş belirlendikten sonra Ali (a.s) yalnız kalmıştı. Efendimize dönerek:
- Beni kimseyle kardeş etmedin, dedi.
Peygamber (s.a.a)efendimiz de şöyle buyurdu:
- Sen her iki dünyada benim kardeşimsin, buyurarak(25)) Ali ile kendisi arasında kardeşlik akdi okudu.(26)
Bu konu, İmam Ali’nin (a.s) fazilet ve azametinin ölçüsünü, açıkça göstermektedir. Ayrıca onun Resulullah’a ne kadar yakın olduğu da anlaşılmaktadır.
SAVAŞ CEPHELERİNDE
İmam Ali’nin (a.s) hicretten, Peygamber’in (s.a.a) vefatına kadar olan yaşamı; çok sayıda olayları, özellikle İmam’ın savaş cephelerinde gösterdiği büyük kahramanlıklar ve olağanüstü fedakarlıkları kapsamaktadır. İslam Peygamber’i Medine’ye hicret ettikten sonra, Yahudiler, müşrikler ve isyancılarla yirmi yedi “Gazve”si(27)) olmuştur. İmam Ali (a.s) bunlardan yirmi altısına katılmış, sadece “Tebük” gazvesine katılmayıp münafıkların Peygamber’in yokluğunda İslamı hükümeti merkezinde olay çıkaracakları korkusu olduğu için Peygamber’in emriyle Medine’de kalmıştı. Bu gazvelerin hepsini yazmaya kalkışırsak kitabımıza sığması mümkün değildir. Dolayısıyla sadece İmam Ali’nin (a.s) çok önemli kahramanlık sergilediği dört büyük cihadı örnek olarak aşağıda sunuyoruz:
A- Bedir Savaşında
Biliyoruz ki, Bedir savaşı Müslümanlarla müşrikler arasında vuku bulan tam teşekküllü bir savaştı. Bu nedenle taraflar arasında ilk askeri deneyimdi ve taraflardan birisinin savaşta zafer kazanması çok önemliydi.
Bu savaş hicretin ikinci yılında vuku buldu. İslam Peygamber’i o yıl, Kureyş ticaret kervanının İslam’ın en eski düşmanı Ebu Süfyan başkanlığında Şam’dan Mekke’ye dönmekte olduğunu haber almıştı. Kervan güzergâhı Medine yakınından geçtiği için, İslam Peygamber’i muhacirler ve ensardan oluşan 313 kişi ile Kervanı ele geçirmek için Bedir’e hareket etti.
Peygamberin bu hareketten amacı Kureyş’e; Kervan yolunun güçlü İslam kuvvetlerinin elinde olduğunun anlatmaktı. Onlar İslam’ın yayılmasını önleyecek ve Müslümanlar’ın özgürlüğünü kısıtlayacak olurlarsa, ekonomilerinin hayat damarı İslam birliklerince kesilecekti.
Diğer taraftan Ebu Süfyan Müslümanlar’ın hareketini haber alınca, kızıl deniz kıyılarından sapma bir yol seçerek kervanı tehlike bölgesinden uzaklaştırdı. Aynı zamanda da Mekke’deki Kureyş ileri gelenlerinden yardım istedi.
Ebu Süfyan’ın yardım istemesi üzerine, Kureyş Savaşçılarından 950 ila 1000 savaşçı Medine’ye doğru hareket etti. Ramazan ayının on yedisinde müşrikler, müslümanlarla karşı karşıya geldiler. Sayıları Müslümanlar’ın üç katı idi.
Savaşın başında; Kureyş silahşörlerinden, baştan ayağa silahlı “Utbe” (Ebu Süfyan’ın eşi Hinde’in babası). “Şeybe “ (Utbe’nin büyük kardeşi) ve “Velit” (Utbe’nin oğlu) isminde üç kişi, haykırışlarla savaş meydanının tam ortasına gelip kendilerine eş değer savaşçılar istediler. Ensardan üç silahşör onlarla savaşmak için meydana çıkıp kendilerini tanıttılar. Kureyş yiğitleri onlarla savaşmak istemeyip şöyle haykırdılar:
“Ey Muhammed! Kavmimizden Şanımıza uygun kişileri karşımıza gönder!”
Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), Ubeyde b. Haris b. Abdü’l-Muttalib, Hamza b. Abdü’l-Muttalib ve Ali’nin (a.s) bu üç kişinin karşısına çıkmalarını emretti. Üç yiğit mücahit, savaş meydanına çıkıp kendilerini tanıttılar. Hamza Şeybe ile, Ubeyde Utbe ile ve içlerinde en genci olan Ali Muaviye”nin dayısı Velit ile karşılaştı ve göğüs göğse savaş başladı. Hamza ve Ali rakiplerini hemen cehenneme vasıl ederek saf dışı bıraktılar. Ama Ubeyde ile Utbe civarında karşılıklı saldırılar devam ediyor hiç birisi diğerini yenemiyordu. Bu nedenle Ali ve Hamza rakiplerini saf dışı ettikten sonra Ubeyde’nin yardımına koşup Utbe’yi de cehenneme vasil ettiler.(28)
Ali (a.s) sonraları Muaviye’ye yazdığı bir mektup da bu olaya şöyle değinmiştir:
“... Bir savaşta deden Utbe’ye dayın Velit’e ve kardeşin Hanzele’ye indirdiğim kılıç şimdi yanımdadır.”(29)
Üç büyük İslam kahramanının, Kureyş silahşörlerini yenmesi, şirk ordusu komutanlarının ruhiyesini bozmuştu. Topyekûn savaş başladı ve şirk ordusunun ağır yenilgisiyle sonuçlandı. Öyle ki; yetmiş kişi esir oldu...
Bu savaşta öldürülenlerin yarısından fazlası Ali’nin kılıcı ile yere serilmişti.
Merhum Şeyh Müfid, el-İrşad kitabında, Bedir savaşında ölenlerden otuz altısını bizzat isimleriyle zikrederek: “Sünni ve Şia ravilerinin, bunların bizzat Ali b. Ebu Talib (a.s) tarafından öldürüldüklerinde ittifakı vardır. Veya Ali onların öldürülmesinde başkalarıyla birlikte şirket etmiştir.”(30)) demiştir.
B- Uhud Cephesinde Eşsiz Yiğitlik
Kureyş ruhiyesi, Bedir savaşında aldıkları yenilgiyle kötü bir şekilde bozulmuş, kaybettiklerinin intikamını almak ve bu yenilgiyi telafi etmek için güçlü ve mücahit bir orduyla Medine’ye saldırı kararı almıştı.
İslam Peygamber’i Kureyş’in kararından haberdar olunca, düşmana karşı koymak için “Askeri Şûra” oluşturdu. Müslümanlardan bazıları; İslam ordusunun Medine dışına çıkarak düşmanla şehir dışında savaşmalarının daha iyi olacağını önerdiler.
Peygamber bin kişi ile Medine’den ayrılarak şehrin kuzeyindeki Uhud dağına doğru yola çıktı. Meşhur münafık Abdullah b. Übeyy taraftarlarından üç yüz kişi, (Uhud’a doğru) hareket esnasında efendilerinin tahrikine kapılarak Medine’ye geri döndüler. Böylece, İslam kuvvetlerinin sayısı yedi yüz kişiye düştü. Hicretin üçüncü yılı Şevval ayının yedinci gününün sabahı, Uhud dağı eteklerinde iki ordu karşılıklı saf oluşturdular.
İslam Peygamber’i, savaş başlamadan önce, askeri açıdan savaş meydanını incelerken, savaş tam kızıştığı sırada düşmanın müslümanlara arkadan saldırabileceği stratejik bir noktayı farketti. Tedbir alarak, düşmanın o noktadan sızmasını önlemek için “Abdullah b. Cubeyr” adında bir savaşçısını, elli okçuyla bu stratejik tepeye yerleştirerek: Müslümanlar yense de yenilse de hiçbir şekilde bu hassas noktayı terk etmemelerini emretti.
Diğer taraftan, o zamanki savaşlarda bayrağı taşıyan kişinin önemli rolü vardı, bu nedenle bayrağı daima, yiğit ve güçlü kişilere teslim ederlerdi. Bayraktarın direnişi ve bayrağın savaş alanında dalgalanması savaşçılara cesaret veriyordu. Bayraktar ölüp de bayrak düşünce savaşçıların ruhunda büyük bir sarsıntı meydana geliyordu. Bu husus göz önüne alınarak, savaş başlamadan önce en yiğit savaşçılardan birkaçı, bayraktar olarak tayin ediliyordu.
Bu savaşta da Kureyş bu önemli hususu dikkate alarak yiğitlikleriyle tanınan “Beni Abdu’d-Der” kabilesinden birkaç kişiyi bayraktar olarak seçmişti. Ama savaş başladıktan sonra, bu bayraktarlar birbiri ardınca İmam Ali’nin (a.s) güçlü elleriyle öldürülüp, bayrak peş peşe yere düşünce, Kureyş ordusu ruhsal sarsıntıya uğramış kaçmaya başlamışlardı.
İmam Cafer Sadık’ın (a.s) bununla ilgili şöyle buyurduğu aktarılmıştır:
- “Uhud savaşında Şirk ordusunun bayraktarları dokuz kişiydi. Hepside Ali’nin (a.s) güçlü elleriyle helak oldular.”(31)
İbni Esir’de diyor ki:
- “Kureyş’in bayraktarlarını (yere sererek) yenen kişi Ali (a.s) idi.”(32)
Merhum Şeyh Sâduk’ın rivayetine göre: Halife Ömer’in, vefatından sonra halife seçmeleri için tayin ettiği altı kişilik şurada, Ali yaptığı konuşmalarda, bu konum üzerinde durarak şöyle buyurmuştur:
“... Allah aşkına söyleyin, içinizde benden başka (Uhud savaşında) Beni Abdu’d-Dar bayraktarlarından dokuz kişiyi öldüren birisi var mıdır?!...”
İmam sözlerini şöyle sürdürdü:
“... Bu kişi öldürüldükten sonra, pek büyük gövdesi olan “Sevâb” adındaki köleleri savaş alanına girerek, ağzından köpük saçıp, gözleri kan çanağına dönmüş bir halde: “Efendilerimin intikamı için Muhammed’den başkasını öldürmem, diye haykırırken, Sizler (korkudan) hemen çekilmediniz mi? Ama ben onunla savaştım, karşılıklı vuruştuk ve ona öyle bir darbe indirdim ki belinden ikiye ayrıldı.”
Şura üyeleri, Ali’nin (a.s) sözlerinin tamamını doğruladılar.(33)
Kureyş ordusu bozguna uğradı, Abdullah b. Ubeyr komutasındakiler bu durumu görünce ganimet toplamak amacıyla, tuttukları stratejik noktayı terketmek istediler. Abdullah, Peygamber’in açık emrini onlara (bağıra bağıra) hatırlattıysa da fayda etmedi. Kırk kişiden fazlası ganimet toplamak amacıyla tepeden uzaklaşırken, Abdullah on kişiden az bir kuvvetle orada kaldı.
Bu sırada okçu birliği ile pusuda bekleyen Halid b. Velit, bu fırsattan istifade ederek atağa geçti. Abdullah ve askerlerini öldürüp, arkadan saldırdı. Tam bu sırada, bayrakları “Amre b. Alkeme” adında Kureyşli bir kadının ellerinde yükseldi.
Bu kadın, Kureyş askerlerini teşvik ve tahrik etmek için savaş meydanına gelen kadınlardan biriydi.
Bu andan itibaren savaşın seyri tam tersine dönüştü. Müslümanların savaş düzeni bozulmuş, saflar dağılmış, askerlerin komutanlarıyla ilişkileri kesilmiş ve Müslümanlar yenilmişlerdi. Bu savaşla, aralarında Hamza b. Abdü’l Muttalib ve İslam ordusu bayraktarlarından Mus’ab b. Umeyr’inde bulunduğu yetmiş kişiden fazla Müslüman mücahit şehit oldu.
Diğer taraftan, savaş meydanında, düşman tarafından İslam Peygamber’inin öldürüldüğü haberi yayınlanmış, Müslümanlardan birçoğunun morali bozulmuş, ruhiyesi sarsılmış şirk ordusunun yeni bir askeri baskısıyla, Müslümanlar’ın tamamına yakını dağılarak geri çekilmişlerdi. Savaş alanında parmakla sayılacak kadar az bir kişi kalmıştı. Peygamberin çevresinde İslam tarihinde dönüm noktası sayılacak kritik anlar yaşanıyordu.
İşte burada Ali’nin (a.s) ne kadar önemli bir rol üstlendiği ortaya çıkmaktadır. O, eşsiz bir yiğitti ve cesaretle Peygamber’in yanı başında kılıç sallayarak, müşriklerin dalga dalga akınları karşısında yüce İslam Peygamberini koruyordu.
İbn-i esir tarihinde şöyle yazıyor:
“İslam Peygamber’i, saldırmak üzere olan bir müşrik grubu görünce Ali’ye: “Onlara saldır!” diye buyurdu. Ali Peygamberin emri gereği onlara saldırdı. Bir kaçını öldürerek bozguna uğrattı. Peygamber başka bir grubu gördü ve Ali’ye, “Saldır onlara!” diye emir verdi. Ali üzerlerine saldırıp bir kısmını öldürdü bir kısmını da devre dışı bıraktı. Bu sırada vahiy meleği, Peygambere: “Bu Ali’nin gösterdiği fedakârlıkların en üstünüdür, deyince, Resulullah: O benden, ben de ondanım, diye buyurdu. O anda gökten “Ali gibi kahraman, Zülfikar gibi kılıç yoktur!” nidası duyuluyordu”(34)
İbn-i Ebi’l-Hadid de şöyle yazıyor:
“Peygamber sahabelerinin çoğu (savaşlarından) kaçarken düşman birliklerinin Peygamber’e doğru akınları giderek artıyordu. “Beni Kenane” kabilesinden bir grup ve içlerinde, namlı dört kahraman bulunduran “Beni Abdü Menaf” kabilesinden bir grup Peygamber’e doğru saldırıya geçtiler. Peygamber: “Bunları defet!” buyurdu. Piyade olarak savaşan Ali (Toplam) elli kişi olan gruba saldırıp bozguna uğrattı. Onlar bir kaç kere toparlanıp saldırıya geçtiler, her defasında Ali, saldırılarını geri püskürtü. Bu saldırılarda ünlü dört kahraman ve on kişi daha Ali’nin güçlü elleriyle öldürüldü.
Cebrail, Resulullah’a: “Gerçekten Ali pek yiğitlik gösteriyor. Melekler onun yiğitliğine şaşmaktadırlar.” dedi. Resulullah (s.a.a): “Neden olmasın, o bendendir ben de ondanım” diye buyurdu. Cebrail de “Ben de sizdenim” dedi. O gün gök tarafından bir sesin devamlı:
“Ali gibi kahraman, Zülfikar gibi kılıç yoktur” diye sürekli nida verdiği duyuluyordu. Ama söyleyen görülmüyordu. Peygamberden bunu kimin söylediği sorulduğunda, Bu Cebrail’dir, diye buyurdular.”(35)
C- Ahzab (Hendek) Savaşında
Adından da anlaşılacağı gibi Ahzab (gruplar) savaşı, İslam’a düşman olan bütün kabile ve grupların “Genç İslamı” ezmek için birleşerek yürüttükleri bir savaştı. Bazı tarihçiler bu savaşta “Küfür” ordusunun sayısını onbinden fazla yazmışlardır. Oysa Müslümanlar’ın toplam sayısı ise sadece üç bindi.
Bu ordunun komutanlığını üstlenen Kureyş Liderleri, neferlerin ve savaş donanımlarının çokluğunu dikkate alarak kendi hayallerince Müslümanlar’ın işini tam olarak bitireceklerdi. Muhammed (s.a.a) ve adamlarının elinden ebedi olarak kurtulabilecekleri bir savaş planı hazırlamışlardı. Kureyş’in hareketliliği haberi Peygamber’e ulaşınca, Peygamberimiz derhal askeri Şûra kurdu. Bu Şûrada Selman-ı Farisi, Medine çevresinde, düşmanın nüfuz edebileceği bölgelere, düşman girişini önlemek için hendek kazmasını önerdi. Bu öneri kabul edilerek birkaç gün içinde Müslümanlar’ın gece gündüz çabaları sonucu hendek kazıldı. Hendek, düşman süvarilerinin atları ile sıçrayıp geçemeyecekleri genişlikte idi. Derinliği ise, içine düşen birisinin kolayca çıkmayacağı derinlikte idi.
Güçlü şirk ordusu, Yahudilerin işbirliği ile nihayet geliverdi. Onlar her zamanki gibi, Medine dışındaki çöllerde savaşacaklarını sanıyorlardı. Ama bu kez şehir dışında kimseyi göremeyip ilerlemelerini sürdürdüler. Medine kapılarına vardıklarında, nüfuz edebilecekleri tüm noktalara geniş ve derin hendek kazıldığını görünce şaşırıp kaldılar. Çünkü Arap savaşlarında hendek kullanmak görülmemiş şeydi. Mecburen hendeğin dışından şehri muhasaraya aldılar.
Bazı rivayetlere göre; Medine kuşatması yaklaşık bir ay kadar sürdü. Kureyş askerleri ne zaman hendeği geçme girişiminde bulunsalar hendeğin diğer tarafında kısa aralıklarla oluşturulan savunma siperlerinde nöbet tutan Müslümanlar’ın direnişi ile karşılaşıyorlardı. İslam ordusu, düşmanın her türlü tecavüz girişimini oklarla geri püskürtüyordu. Gece ve gündüz her iki taraf da karşılıklı oklaşıyor ama kimse galip gelemiyordu.
Diğer taraftan, Medine’nin böyle güçlü bir ordu tarafından muhafaza edilmesi Müslümanlardan birçoğunun ruhiyesini zayıflatıyordu. Özellikle Yahudi “Beni Kurayza” kabilesinin Müslümanlarla olan antlaşmalarını bozarak, müşriklere, hendeği geçtikleri takdirde içerden Müslümanlara saldıracakları sözünü verdikleri anlaşılınca, Müslümanlardaki endişe iyice artmıştı.
HASSAS VE KRİTİK GÜNLER
Kurân-ı Kerim, Müslümanlar’ın bu muhasara altındaki çok zor ve kritik durumlarını Ahzab suresinde pek iyi yansıtmaktadır:
“Ey insanlar, anın size Allah’ın nimetini, hani askerler saldırmıştı üstünüze de onlara bir yel ve görmediğiniz askerler göndermiştik ve Allah, sizin yaptıklarınızı görür.
Hani size hem üst tarafınızdan hücum etmişlerdi, Hem alt tarafınızdaki yerlerden ve hani gözler yılmıştı ve korkudan yürekler, ağızlara gelmişti ve Allah hakkında çeşitli zanlara kapılmıştınız.
İşte orda, inananlar, bir sınanmaya uğratılmışlardı ve adam akıllı da sarsılmışlardır.
Hani münafıklarla gönüllerinde hastalık alanlar, Allah ve Peygamber’i demişlerdi, bizi ancak aldattılar vaatlerinde aldatıştan başa bir şey yok.
Ve hani onların bir bölüğü, ey Yesribliler demişti, burada durmanıza imkân yok, dönün artık ve bir bölüğü de Peygamber’den, evlerimiz açık, sağlam değil diye izin istemişti, hâlbuki evleri açık değildi ve sağlamdı. Onlar ancak kaçmayı diliyorlardı.
Eğer şehrin etrafından girilip onların üstlerine varılsaydı da şirk koşmaları istenseydi hemen işe girişirler ve şehirde pek az bir müddet kalırlardı.”(36)
Ama Müslümanlar’ın zorda olmalarına rağmen, hendeğin Ahzab ordusunun geçişine engel oluşu nedeniyle onların bu durumunu sürdürmeleri çok daha zordu. Çünkü bir taraftan hava giderek soğuyordu. Diğer taraftan hazırladıkları yiyecek ve yem sadece Bedir ve Uhud savaşları gibi kısa süreli savaşlar için yeterliydi. Muhasaranın uzun sürmesiyle yemek ve yemin azlığı baskısını artırıyordu. Savaş ve kahramanlık heyecanı azalıyor ve tembelleşiyorlardı. Bu nedenle ordu komutanları bu duruma son vermek için, yiğit silahşörlerinin ne şekilde olursa olsun hendeği geçip savaşmalarından başka çare düşünemiyorlardı. Bu amaçla; Ahzab ordusunun namlı kahramanlarından beş kişi, atlarını son hızıyla koşturup on defa deneyerek hendeğin öte tarafına geçmeyi başardılar. Ve savaşmak için rakip istediler.
Bu silahşörlerden biri namlı, şanlı Arap kahraman “Amr b. Abduvedd” idi ki, Arap’ın en güçlü ve en yiğit silahşoru sayılmaktaydı. “Yelye” bölgesinde tek başına bir grup düşmanı yendiği için “Ferisi Yelyel” diye ün kazanmıştı. Amr Bedir savaşına katılıp yaralandığı için Uhud savaşına katılmamıştı. Ve şimdi Hendek savaşında gövde gösterisi yapmak için ortaya çıkmıştı.
Amr hendeği geçince “Yok mu benimle savaşacak” çığlıkları atmaya başladı. Müslümanlardan kimse karşısına çıkamadı. Daha da cesaretlenerek Müslümanlar’ın inançlarıyla alay etmeğe başladı:
“Siz ki, öldürülenlerinizin cennette ve bizden öldürülenlerin cehennemde olduğunu söylüyorsunuz, içinizden birisi yok mu ki, ben onu cennete göndereyim veya o beni cehenneme göndersin?!” Sonra şu anlamda hâmasî şiirleri okudu:
“Aranızda feryat edip savaşçı istemekten sesim tutuldu!”
Amr’ın peşpeşe savurduğu çığlıklar Müslümanlar’ın yüreğinde öyle korku yaratmıştı ki, yerlerine çivilenip hiç bir harekette veya tepkide bulunmuyorlardı.(37)
Amr ne zaman haykırıp savaşçı istese Ali (a.s) öne çıkıp meydana gitmek için Peygamber’den izin istiyordu, ama Peygamber onaylamıyordu. Bu durum üç kere tekrarlandı. Ali son kez savaş izin istediğinde, Peygamber: Bu Amr b. Abduvedd” dir, buyurdu Ali’de: “Bende Ali’yim”, dedi.(38)
Sonunda Peygamber (s.a.a) izin verdi, kendi kılıcını Ali’ye verip imamesini başına sardı ve kendisine dua etti.
Ali (a.s) savaş meydanına çıktığında Peygamber’imiz (s.a.a) buyurdu ki:
“İslâm’ın tamamı, küfrün tamamı karşısında karar kılmıştır”
Bu buyruktan da açıkça anlaşılmaktadır ki; bu ikisinden birinin galibiyetine göre; ya İslam küfrü yenecek veya küfür İslam’ı yenecekti. İslam ve şirkin geleceğini tayin edecek yazgıyı belirleyen bu çarpışma idi.
Ali (a.s) Amr’a doğru piyade olarak koştu, onun karşısında yerini alınca. Sen kendine; Kureyş’ten biri senden üç şey isterse kabul edeceğine dair söz vermiştin, dedi.
- Doğrudur.
- İlk isteğim, İslam dinini kabul etmendir.
- Bu isteğini geç.
- Gel bu savaştan vazgeç, buradan git ve Muhammed’in (s.a.a) işini başkasına bırak.
-Kureyş kadınları hiç bir zaman bunu konuşmayacaklardır. Ben nezretmişim, Muhammed’den intikam almadan kafama yağ sürmeyeceğim.
- O zaman savaşmak için atından in!
-Hiç bir Arap’ın benden böyle bir şey isteyeceğini sanmıyordum. Senin, ellerimde ölmüş olmanı istemiyorum. Çünkü babam benim dostumdu. Geri dön daha gençsin!
-Ama ben seni öldürmek istiyorum.
Ali’nin sözlerine karşı Amr öfkelendi kibirle atından inip, atının ayaklarını biçti ve İmam Ali’ye doğru saldırdı. İki silahşor şiddetle birbirine girdiler. Amr uygun bir fırsatını bulup Ali’nin başına şiddetli bir darbe indirdi. Ali, kalkanı ile kendini savundu kalkan ikiye bölünürken Ali’ye (a.s) bir şey olmadı. Tam bu sırada Ali düşmana aman vermeden karşı darbeyi indirdi ve devasa Amr’ı yere serdi. Ortalığı toz duman bürümüş ordular kimin ne yaptığını göremiyordu. Toz duman içinden Ali’nin (a.s) tekbir sesi yükseldi.
İslam ordusu sevinçle, çığlıklar atıyordu. Her kes Ali’nin (a.s) Arap kahramanını öldürdüğünü anlamıştı.(39)
Amr öldürülünce kendisiyle birlikte hendeği geçen ve Amr ile Ali’nin (a.s) savaşının sonucunu bekleyen diğer dört silahşor kaçmaya koyuldular, üçü hendeği atlamayı başardı. “Nuğen” adındaki kişi hendeği atlayamayıp içine düştü. Ali (a.s) de hendeğe atlayıp onu da orada öldürdü. Bu kahramanın ölümüyle Ahzab ordusu kendine güvenini tamamen kaybetti. Şehre saldırma umutlarını yitirdiler ve kabileler geldikleri yerlere geri dönmeye başladılar.
Yüce Allah son darbeyi, gönderdiği şiddetli fırtınalarla müşrik ordusuna indirdi. Arkalarına dahi bakmadan evlerinin yolunu tuttular.(40)) İslam Peygamber’i, Ali’nin bugün gösterdiği üstün cesaret ve kahramanlık için kendisine şöyle buyurdu.
Eğer senin bu günkü yaptığın işi, bütün ümmetimin amelleriyle mukayese edecek olsalar, onlardan üstün olacaktır. Çünkü Amr’ın öldürülmüş olmasıyla, müşrik evlerinden, zillet girmeyen ev yoktur. Ve Müslüman evlerinden izzet girmeyen ev kalmamıştır.”(41 )
- İbni Ebil-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belağa, 1. Baskı, Kahire, 1378 H. C. 13, S.262.
- Muhammed Hasan Muzaffer, Debi iki's-Sıdk, 2. Baskı Kum, 1395 H. C. 2, S. 80 Merhum Muzaffer; Salebi, Kunduzi ve Hakim gibi ünlü sünni alimlerin, bu ayetin İmam Ali (A7 hakkında nazil olduunu söylediktelirni kaydetmiştir.
Dipnotlar
--------------------------------------------
(1) Bakınız:
-İbni Esir, El-Kamilü Fi't-Tarih, Beyrut, Dar-ı Sadır, 1399 H. C2, S58
-İbni Hişam, Abtülmelik, Es-Siyretü'n-Nebeviyye, Kahire, 1355 H. C1, s262
-Taberi Muhammed b. Carir, Tarihü'l-Ümemi ve'l-Müluk, Beyrut Darü'l-Kamus-ül-Hadis C2, s 213
-İbni Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belağa 1. Baskı, Kahire, 1378 H. C 13, S 119
(2) Ebu'l Ferez İsfehani, Makatilu't-Taliyn, Necef-i Esref baskısı, Menşurati'l-Mektebeti'l-Hayderiyye S. 15
(3) Nehcü'l-Beleğa, Subhi Salih, 192. Hutbe.
(4) Hira Mekke kuzeyinde bir dağdır. Hira mağarası da bu dağda bulunmaktadır.
(5) İbni Hişam es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahire baskısı 1355 H. 31. S 252.
(6) Nehcü'l-Belağa, Subhi Salih, 192 Hutbe
(7) İbni Ebi'l- Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belağa, Kahire, 1. baskı 1378 H. C. 13, S. 208
(8) Ahteb Hazarezm, el-Menakib, Necef, el-Matbaatü'l-Heyderiyye 1385 H. S.18
(9) Ahtep hazerezm, el-Menaikik, Necef, el-matbaatü'l-Hayderiyye 1385 H. S. 18
(10) Vakıa, 10-11
(11) Hadid, 10
(12)- İbni Abdü'l-Birr, el-İstiab, 1. baskı, Beyrut, 1328 H. C3, S 28
-İbni Ebi'l-Hadid, Şerh-i Neccü'l-Belağa, 1. baskı, Kahire, 378 H. C. 13
- el- Hakim Nişaburi, el-Müstedrek eles'Sahiheyn, 1. Baskı, Beyrut,
Darü'l-Mârifet 1406 H. C3 S 17
(13) İbni Abdü'l-Birr, el-istiab, 1 baskı Beyrut 1328 H. C3, S 32.
-İbni Esir, el-Kamil-i Fit'Tarih, Beyrut, 1399 H. C2, S 57, Dar- ı Sadır yayınları.
-el-Hakim Nişaburi, el-Müstedrek, Tabkik Abdurahman el-Meraşi, 1 Baskı, Beyrut Darü'l-arifet, 1406 H. C3, S 112.
(14) Nehcü'l-Baleğa, Subhi Salih, 192. Hutbe.
(15) Nehcü'l-Belağa, Subhi Salih, 131, Hutbe
(16) Muhemmed b. carir Teberi, Tarihü’l-Ümemi ve'l-Mülak, Beyrut Darü't Kamus'ul-Hadis C2, S 312
- İbni Esir, el- Kamil-i fi’t-tarih, Dar-u Sadır, Beyrut, 1399 H. C2, S 57 ve aynı içerikte; el-Müstedrek, Talikik Abdurahman el-Meraşi 1 baskı, Beyrut Darü'l-Marifet 1406 H., C3, S112.
(17) Bakınız:
-ibni Ebi'l-hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belağa, 1 baskı, Kahire Tahkik m. Ebu'l-fazıl ibrahim, yayımlayan Darcün İhyaü'l-Kütüb-il Araliyye 1378 H. C 19. S 226.
-Muhammed B. Carir Taberi, Tarih-ül-Ümmi ve'l- Mühuk, Beyrut, Darül-Kamus-ul-Hadis, C2 S 212 (az bir cümle farklılığı ile).
(18) Şuera, 214-216
(19) Bakınız:
- M. b. Carir Taberi, Tarihü'l- Ümami ve'l-Müluk, Beyrut, C.2, S 217
- İbni Ebi'l-Hadid, Şerhi Nehcü'l-Belağa, 1. baskı Kahire 1376 H. C.13- S 211.
(20) Enfal, 30
(21) Bakınız:
Abdü'l-Melik b Hişam, es-Siretü'n-Nebeviyye, Kahlük; Mustafa es-Sekka, İbrahim el-Ebyari, Abdü'l-Hefiz Selebi, Kahire, 1355 H. C, 2, S. 124-128.
-İbni Esir el-Kamil-ü fit Tarih, Beyrut, C.2, S. 102 1399 Hicri.
-Muhammed b. Sâd, et-Tebekatü'l-Kübra Beyrut, C.1, S. 223.
-Şeyh Müid, el- İrşad, Kum baskısı, S. 30. Türkçe tercümesi mütercim Davud Duman, İstanbul baskısı 1996, S. 60.
-Hakim Nişaburi, el-Müstedrek olas'fahiheyn, Tah. Abdurrahman el-Meraşi 1 baskı, Beyrut, 1406 H. C.3, S.4.
(22) Bakara/207.
(23) Bakınız:
(24) Bakınız:
- Şeyh Sadık, el-Hisal, Tas. Ali Ekber Cafferi, Kum, 1403 H. C.2, S.560
- Tabesi, İhticac, Necef, 1350 H. C1, S 75
(25) Hakim Niişaburi, el-Müstedrek, 1. baskı, Beyrut, Darü'l-Marifet 1406 H. C.3, S.14
(26) İbni Abdü'l-Birr, El-istiab, 1 baskı, Beyrut, 1328 H. C.3, S35.
(27) Siyer yazarları İslam Peygamber’inin orduya bizzat komutan ederek yaptığı savaşlara "Gazve" diyorlar.
(28) Bakınız:
- İbni Hişam es,Siratü'n-Nebeviyye, Kahire, 1355 C.2, S.277.
- İbni Esir, el-Kamilü Fit-Tarih, Beyrut, 1399 H. C.2, S.125.
(29) Nehcü'l-Belağa, Subhi Salih, 64, Mektup, 28 Mektuptada bu konuya değinmiştir.
(30) el-İrşad, Şeyh Müfid, Orijinal nüshasında S.39, Türkçe tercümesinde; 1996 İstanbul 1 baskı, Mütercim D. Paman, S.70-71.
(31) el-İrşad, Şeyh Müfid, Orijinalinde S.47, Türkçe Tercümesi S.80
(32) İbni Esir, el-Kamil-ü fi'it-Tarih, Beyrut, 1399 H.C.2, S.145
(33) el-Hısal, Şeyh Sadık, Tashih A.Ekber Gafferi, Kum, 1403 H. S.560.
(34) İbni Esir, el-Kâmil-ü fi't-Tarih-Beyrut, 1399 H, C.2, S.154
(35) İbni Ebi'l-hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belağa, 1. Baskı, Kahire, 1378 H, C. 14, S. 253
(36) Ahzab, 9-15
(37) Vakıdi bu durumun "Sanki başlarına kuş konmuştu" cümlesiyel anlatıyor. el-megazi, M.b. Ömer b. Vakıdi, Beyrut, C.2 S. 470
(38) İbni Ebi'l-Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belağa, 1. Baskı Kahire, 1378 H. C.13, S. 248
(39) el-meğazi, M. B. Amer Vakıdi, Beyrut, C2, S471.
(40) Ali (a.s)’ın Amr b. Abduvedd ile savaşı önceki kaynaklara ek olarak aşağıdaki kitaplar da da zikretilmiştir:
-Biharv'l-Envar, Tahran, C.20, S.203-206.
-El-hısal, Kum, 1403 H, S.560.
-es'siretü'n-Nebeviyye, Kahire, 1355, H, C.3, S236.
-El-Kamil-ü fittarih, Beyrut, 1399 H, C2, S.181.
-el-İrşad, Şeyh Müfid, Orjinali S. 54, Türkçe tercümesi S. 83-91 İstanbul 1996 baskısı Mütercim D. Duman.
(41) Muhammed Bagır, Biharü'l-Envar, Tahran, Darü'l-kütübi't İslamiyye, C. 20, S. 216.