İmâm Ali (a.s) yârenleriyle birlikte Kufe’ye vardığında mescide gidip, orada toplanan halka bir hutbe irad ettiler. Minberde; “Allah’a hamd-ü senâ, Resûlullah’a ve soyuna salât-ü selâmdan” sonra sözlerine şöyle devam ettiler:
“Ey Kûfeliler, gerçekten de Müslümanlıkta üstünlüğünüz var; onu değiştirmediniz, bozmadınız. Sizi gerçeğe çağırdım, geldiniz; kötü işleri bırakıp iyiliğe koştunuz. Ancak hevâ ve hevesinize kapılmanızdan, elde edilmesi güç isteklere meyletmenizden korkuyorum. Hevâ ve hevese kapılmak, insanı gerçekten saptırır, olmayacak isteklere yönelmek adama âhireti unutturur. Bilin ki dünya, gittikçe elden çıkmaktadır; âhiret geldikçe yaklaşıp çatmaktadır. Her ikisinin de evlâdı var; siz âhiret evlâdı olun.“
“Bugün iyi işlerde bulunmaya fırsat var; sorgu-suâl yok. Yarın ise sorgu-suâl var; iyi işlerde bulunmaya fırsat yok. Hamdolsun Allah’a ki dostuna yardım etti; düşmanını alt etti. Gerçeğe yardım edenleri yüceltti, sözünden dönenleri alçalttı.“
“Allah’tan çekinin; Peygamberinizin «Ehl-i Beyt’in»den olup, Allah’a itaât edenlere itaât edin. Onlar Allah’a itaât ettikçe, itaât edilmeye herkesten fazla lâyıktır. Oysa ki halkın bir kısmı, şerefimizle şeref bulduğu halde emrimize karşı durdular, cezalarını da gördüler; daha da görecekler.“ “İçinizden bana yardımdan çekinenlerin, sözlerini tutmayın; onlarla görüşmeyin, görüşürseniz onları gerçeğe çağırınki Allah bölüğüne uysunlar.”
İmâm Ali (a.s) irad etmiş olduğu bu hutbe ile Kufe halkının İslâm’a olan teslimiyetlerini dile getirip onları övmüş ve bu bağlılıklarının devamı hususunda onlara nasihatlerde bulunup aldananlardan ve sırt dönenlerden olmamaları için uyarıda bulunmuştu. Ardından kendilerine ahireti hatırlatıp dünyanın geçici lezzetlerine kapılmamalarını salık vermiş. Bilâhare hak uğruna verilen mücadelenin nasıl zaferle sonuçlandığını belirtip batıl ehline karşı takınılması gereken tavrı hatırlatmış ve ardından Allah Resulü’nün (s.a.a) gerçek mümessili ve varisi olan Ehl-i Beyt’in velâyetini ve onların etrefında kenetlenilmesi gerektiğini vurgulamış bulunmaktadır.
İmâm Ali (a.s) yârenleriyle birlikte Kufe’ye yerleştikten ve Kufe halkı ile kaynaştıktan sonra hiç vakit kaybetmeden Muâviye’ye mektuplar yazıp elçiler gönderiyor. Bu girişimden amaçlanan, Muâviye’yi tutuşturmuş olduğu fitne ateşinden vazgeçirmek idi. Özellikle ilk mektupların oldukça yumuşak ve nasihat içerikli olduğunu müşâhede ediyoruz. İmâm‘ın (a.s) Muâviye’den istediği fitne ve nifak çıkarmaktan vazgeçmesi, işgal etmiş olduğu valilik makamını terk edip gelip kendisine biat etmesiydi.
Ancak Muâviye’yi makam hırsı ve dünya sevgisi öylesine kuşatmıştı ki bunlardan vazgeçmeye asla razı değildi. Kısacası İmâm’ın (a.s) nasihatleri ona fayda vermiyordu. Zira o, gasp etmiş olduğu valilik makamından öte “Arap İmparatorluğu“ sevdasına kapılmış; gözünü saltanat bürümüş, gönlünü ise Haşimî düşmanlığı sarmıştı.
Bunu Muâviye’nin İmâm’a (a.s) cevaben yazdığı mektuplarda görüyoruz. İmâm’ın (a.s) mektuplarındaki yumuşak uslûbuna, onca hüsnü niyetine ve barışçıl çabalarına rağmen Muâviye son derece küstahça ve meydan okuyucu bir tarzda cevabî mektuplar yazıp savaş çığırtkanlığı yapıyordu. Kısacası Muâviye çok geniş kapsamlı bir ordu hazırlayıp İmâm’ı (a.s) kendisiyle savaşmaya davet ediyordu.
Bütün uğraş ve çabalarından sonra savaşın kaçınılmaz olduğunu gören İmâm (a.s) Muâviye’ye haddini bildirmek için bir ordu hazırlayıp Sıffin’e doğru yola koyuluyor. Sıffin Fırat havzasında bulunan bir yerin adıdır. Savaş orada vuku bulduğu için bu isimle anılmaktadır. Diğer bir adı ise “Kasitin Savaşı“dır. Bu savaş dört ay sürmüş.
İmâm (a.s) ve ordusu Sıffin’e geldiklerinde belki vazgeçer diye Muâviye’ye tekrar elçiler gönderiyor. İmâm(a.s) ısrarla Muâviye’yi kıtâl fikrinden vazgeçirmeye çalışıyordu. Ancak buradaki çabaları da sonuçsuz kalmıştı. Artık çarpışmaktan başka çare kalmayınca İmâm’ın (a.s) aklına bir fikir geliyor ve bu düşüncesini Muâviye’ye bir teklif olarak sunuyor: “Ya Muâviye! İnsanların kanı akmasın, eğer cesaretin varsa karşıma çık ve kozumuzu paylaşalım!“
Savaş meydanlarında “Kerrâr“ olarak ün yapmış ve “Allah’ın arslanı“ olarak anılan Ali‘yi (a.s) çok iyi tanıyan Muâviye bu teklifi kabule yanaşmamış ve askerlerine hücum emri verip o kanlı savaşı başlatmıştı. İmâm’ın (a.s) askerleri genelde savunma pozisyonunda idi. Ve çatışmalar küçük gruplar halinde devam ediyordu.
Muâviye’nin ordusu Sıffin’e daha önce yerleşmiş olduğu için Fırat’ın suyunu zapt etmişlerdi. Ve İmâm’ın (a.s) askerlerinin Fırat’tan su almalarına mani oluyorlardı. Oysa Muaviye’nin bu tavrı Arap geleneklerine göre de namertçe bir tutumdu. İmâm Ali (a.s), Muâviye’nin bu namertliğine oldukça sinirlenip askerlerinin bir kısmını Fırat’ı tutanların üzerine hücum ettirmiş ve kısa bir çatışmadan sonra Fırat’ın kontrolü İmâm’ın (a.s) taraftarlarının eline geçmişti. Ancak İmâm (a.s), düşmanının yaptığı gibi karşı tarafın Fırat’tan su almasına engel olmamıştı…
Bu savaşta pespâyelik ve rezillik payesi Amr bin As’a nasip olmuştu! Yenilmelerine ramak kala Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırıp kalleşliğe ve entrikaya başvurmasından mâadâ bir de İmâm Ali’den (a.s) kaçma olayı var ki tam bir kepâzelik örneği! Şöyle ki, Amr çarpışma esnasında hep birilerinin arkasına sığınarak kalleşçe hamleler yapıyor. Yani canlı kalkan kullanarak çarpışıyor. Böyle bir durumda birden bire İmâm Ali (a.s) karşısında belirince Amr bin As öylesine panikliyor ki yüreği ağzına geliyor, dizlerinin bağı çözülüyor. Fakat o esnada aklına öyle bir şeytanlık geliyor ki tam bir kepâzelik, tam bir pespâyelik örneği sergiliyor! İnsan ancak bu derecede onurunu ayaklar altına alıp alçalabilir. Şu rezilin yaptığına bakın! İmâm Ali (a.s) ile göz göze geldiği o an ölümün sıcak nefesini ensesinde değil tüm bedeninde hissetmiş ki böylesi bir kepazeliğe tevessül ediyor! Kısacası Amr canını kurtarmak için bir hamlede anadan uryan soyunup kaçmaya başlıyor. Hayâ ve edep timsali İmâm (a.s) bu vaziyette elbette ki o rezilin peşinden koşacak değildi. Nitekim İmâm (a.s) o rezili bu halde görmemek için arkasını dönüp oradan uzaklaşıyor…
Savaş sürüp gittikçe her iki tarafa da takviye kuvvetleri geliyordu.
Rivayet edildiğine göre İbn-i Abbâs diyor ki:“ İmâm Ali (a.s) Sıffin savaşında; ‘Bana bugün, ölüm üzerine biat etmek için Kûfe tarafından şu kadar kişi gelecek‘ buyurdular. Onlar gelmeye, ben de saymaya başladım. Buyurdukları sayıdan bir kişi eksik çıktı. Ben düşünceye dalmıştım ki; aba giymiş, uzun boylu, güler yüzlü, elinde bir kılıç, başında keçeden bir külâh bulunan heybetli biri geldi. İmâm’a (a.s) selâm verip, ‘Elini uzat, biat edeyim‘ dedi. İmâm (a.s) ‘Ne üzerine biat edeceksin‘ diye sordular. ‘Emrini dinlemek, sana itâat etmek, şehit oluncaya, yahut Allah seni üst edinceye kadar savaşmak üzere‘ dedi.“
İmâm (a.s) bu yiğit insanın adını soruyor! “Veysel Karanî“ diye cavap aldığında İmâm (a.s) hayretâmiz bir şekilde “Allahu Ekber“ diyerek tekbir getiriyor ve ardından şu sözleri sarf ediyor:“Habibim Resûlullah’tan (s.a.a) işittim; Ümmetinden Veysel Karanî adlı birine ulaşacağımı, onun Allah’ın ve Resûl’ünün bölüğünden olduğunu, benim önümde şehit olacağını, Rabîa Mudar boylarına mensûb olanlar kadar çok kişinin, onun şefâatıyla cennete gireceğini bana bildirdiler.”
Bu ara ilginç bir gelişme daha yaşanıyor: Muâviye’nin ordusundan bir şahıs deveye binmiş bir vaziyette İmâm Ali (a.s) ve yârenlerine doğru yaklaşıp Veysel Karanî nin aralarında olup olmadığını soruyor. Aldığı cevap “evet“ olunca şu sözü söylüyor: “Resûlullah’tan (s.a.a) duydum; “Veysel Karanî, tâbilerin en hayırlısıdır“ buyurmuştu. “Bu söz benim için hüccettir, ben de Ali’ye (a.s) tâbi oluyorum“ deyip İmâm’ın saflarına katılıyor.
Veysel Karanî son derece takvâ ehli bir insandı. Hatta bu yönüyle Sünnî dünyada da oldukça meşhurdur. Onun ismi sık sık kaside ve menkibelerde geçer. Sünnî kardeşlerimiz onu tasavvuf erbabı sûfî bir Müslüman olarak bilir. İmâm Ali’nin (a.s) safında Muâviye’ye karşı savaşan ve orada şehid olan bir mücahid olduğunu ne yazık ki bilmez.
Öte yandan Ammâr’a bakıyoruz ilerlemiş yaşına rağmen diğer yüzlerce sahâbe gibi İmâm Ali’nin (a.s) safında Muâviye’ye karşı savaşıyor. Bilindiği üzere Ammâr Bedir Savaşı’nda da bulunmuş büyük bir sahâberdir. İlk şehid kadın Sümeyye validemizin biricik oğlu Ammâr Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) en çok sevdiği sahabelerindendi. Allah Resulü (s.a.a) bir gün ,“Ya Ammâr bir zaman gelecek seni asi ve zalim bir grup şehid edecek“ diye buyurmuştu. Nitekim bu mubârek sahâbe baği olan Muâviye’nin askerleri tarafından şehid ediliyor.
Ammâr recez okuyarak yiğitçe savaşırken bir fırsatını bulup onu yaralıyorlar. Yere düştüğünde ise İbn-i Cevn, mübârek başını kesip Muâviye’ye götürüyor. Amr bin As bu manzarayı görünce Allah Resulü’nün (s.a.a) Ammâr ile ilgili bir hadisini hatırlayıp Muâviye’ye aktarıyor: “Ammâr’ı öldüreni cehennemle müjdelerim.” Muâviye ise, “Onu biz öldürmedik ki, onu buraya getiren Ali öldürdü.” diye karşılık veriyor. Bilâhare İmâm Ali (a.s) Muâviye’nin bu sözünü duyunca, “O halde” Hz.Hamza’yı da Uhud Savaşı‘na götüren Allah Resulü (s.a.a) hâşâ öldürdü, öyle mi?”diye karşılık veriyor.
Ammâr’ın şehâdeti Resulullah‘ın (s.a.a) mucizevî olarak önceden haber vermiş olduğu bir hakikâti ortaya çıkarmıştı: Muâviye ve kendisine uyanlar zâlim ve isyâncılardan başkası değildi. Bu olay üzerine İmâm Ali (a.s) taraftarlarının mânevî kuvveti artıyor, karşısındakiler ise tereddüt ve şaşkınlık içerisinde bocalamaya başlıyorlar.
Bu minvâl üzere savaş sürüp gittikçe Muâviye’nin ordusu zayiat vermeye devam ediyordu. O gün özellikle Malik-i Eşter’in komutasında olan askerler Muâviye taraftarlarına darbe üzerine darbe indiriyordu. Bu ara gidişatın hezimete doğru olduğunu gören Muâviye kaçmaya teşebbüs ediyor. Muâviye’nin kaçmakta olduğunu gören Amr bin As’ın o an aklına şeytanî bir hile geliyor, atını mahmuzlayıp Muâviye’ye yetişiyor ve ona fikrini anlatıp kaçmasına engel oluyor.
Kurnazlığı ve hinliği ile meşhur olan Amr bin As Kur’an sahifelerinin mızrakların ucuna takılarak “aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun“ sözünün İmâm Ali (a.s) taraftarlarına doğru haykırılmasını ve ikna oldukları takdirde her iki taraftan birer hakem tespit edip müzakereye oturulmasını ve hakemlerin aldığı karara uyulması teklifini “plânladığı hile ile birlikte“ Muâviye’ye anlatıyor. Bu teklif Muâviye’ye son derece cazip geliyor. Ve hemen harekete geçiyorlar.
(İlâhî değerler paravan edilerek dine darbe vurma teşebbüsü bu olsa gerek!)
Muâviye’nin askerleri Kur’an sahifelerini mızraklarının ucuna takarak yüksek sesle başlıyorlar bağırmaya: “Aramızda Kur’an hakem olsun.“
İmâm Ali (a.s) bu işin hile olduğunu anlıyor ve kendisinin “Kur’an-ı nâtık“ olduğunu dile getirerek askerlerini aldanmamaları için uyarıyor. Ancak fitne ateşi İmâm’ın (a.s) askerleri arasına düşüyor ve başlıyor homurdanmalar. Bir kısım askerler ise iyi niyetle olaya yaklaşıp “nasıl olsa haklı olan taraf biziz, hakem olayında da biz haklı çıkarız“ düşüncesiyle karşı tarafın teklifinin kabul edilmesinde ısrar ediyorlar. İmâm (a.s) ise ısrarla bu işin bir hile olduğunu ve karşı tarafın hezimete uğramasına ramak kaldığını söylüyor. Dinlemiyorlar!
Hatta bu kargaşa ve bu hengâmede iş o raddeye varıyor ki, askerler İmâm’ın (a.s) hakem olayını kabul etmesinde son derece ısracı oluyorlar ve kabul etmediği takdirde İmâm’ı (a.s) ölümle tehdit ediyorlar. Özellikle daha sonra “Haricîler“ olarak anılacak kişiler İmâm’ı (a.s) ölümle tehdit etmekteydi. Bu noktada İmâm (a.s) için kaçınılmaz bir şekilde hayat tehlikesi söz konusuydu. Bir başka ifadeyle o hengâmede İmâm’ın (a.s) katledilmesi, bütün aile fertlerinin kılıçtan geçirilmesi ve ümmetin başsız kalması an meselesydi! İmâm (a.s) durumun vehametini ve ciddiyetini görünce kaçınılmaz olarak yani kerhen “hakem“ olayını kabul etmek zorunda kalıyor…
İmâm Ali (a.s) kendi tarafının hakemi Abdullah bin Abbas veya Malik-i Eşter’in olmasını önerince yine aynı muhalif grubun itirazıyla karşılaşıyor. Bahsi geçen itirazcı grup ısrarla Ebu Musa Eş‘ârî’nin hakem olmasını istiyor. Oysa Eş‘ârî yaşlı ve son derece naif ve geçmişte de İmâm’a (a.s) karşı vefasızlığı ile tanınan kişi olması hasebiyle hakemlik gibi basiret, dirâyet, ileri görüşlülük ve her şeyden önemlisi sadakatlilik isteyen bir işin üstesinden gelebilecek kapasiteye sahip değildi. Hele karşısında Amr bin As gibi kurnaz ve hilekâr biri olursa Eşârî’nin hiç şansı yoktu. Nitekim öyle oluyor.
Ebu Musa Eş’arî ile Amr Bin As karşılıklı oturup refakatçilerin huzurunda istişareye koyulurlar. Eş’arî kimin adına oturumda bulunduğunu belirtmek için andlaşmanın maddelerini yazacağı kâğıdın baş tarafına “Emir’ül Müminin Ali“ ibaresini yazınca karşı taraftan itiraz sesleri yükselmeye başlıyor. “Biz Ali‘nin Emir’ül Müminin olduğunu kabul etseydik onunla savaşmazdık“ diyerek ibarenin silinmesini söylüyorlar. Bu tavır İmâm Ali’ye (a.s) Hudeybiye Andlaşması‘nı hatırlatıyor. O gün de müşrikler andlaşma metninde yazılı olan “Allah’ın Resulü Muhammed“ ibaresine itirazda bulunup “Senin peygamberliğini kabul etseydik seninle savaşmaz, seni yurdumuzdan çıkarmazdık“ diyerek ibarenin silinmesini aksi takdirde andlaşmayı yapmayacaklarını söylemişlerdi. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) İmâm Ali‘ye (a.s) “Allah Resulü“ ibaresini silip yerine Abdullah oğlu Muhammed“ yazmasını söyleyince. İmâm (a.s) büyük bir kasvet ve üzüntü içerisinde “Ya Resulullah ben bunu yapamam, bunu benden isteme“ deyince Allah Resulü (s.a.a), “Ya Ali bir gün buna benzer bir olay senin de başına gelecek ve sana da böylesi bir itirazda bulunup imâmetini inkâr edecekler“ diye buyurdular…
İmâm Ali (a.s) buruk bir şekilde Hudeybiye gününü hatırladığında iç çekip hayıflanarak “Bugün ne kadar da Hudeybiye gününe benziyor“ diyerek bir başka gerçeği de izhar etmiş oluyordu. Daha açık bir ifadeyle İmâm (a.s) bu sözü sarfetmekle “safların-tarafların“ konumuna açıklık getirmiş oluyordu. Nasıl benzemesin ki? Bir tarafta Allah Resulü‘nün (s.a.a) henüz yeni kurmuş olduğu İslâm Devleti’ne karşı cephe alıp canla başla saldıran müşrikler, diğer tarafta bu devleti canla başla savunan Müslümanlar.
Velâyet güneşi İmâm Ali‘nin (a.s) durumuna bakıyoruz! Ortalığın toz duman olduğu bir kaos ortamında İlâhî yasaların hakimiyetini ve Müslümanların birliğini sağlamak için işbaşına geçiyor ancak azletmiş olduğu vali haydutlardan oluşturduğu bir ordu ile ayaklanıp İslâm Devleti’ne ve bu devletin başındaki Emir’el Müminin’e karşı savaş açıyor. Olay bundan ibarettir!
Bu saldırı olayı hiçbir şekilde tevil edilip mazur gösterilemez. Muâviye dünyevî ikbâl ve saltanat uğruna yaptığı bu savaşta on binlerce insanın ölümüne sebebiyet vermiştir. Ancak ne yazık ki, Sünnî kardeşlerimizden bir kesim “İşte efendim Muâviye suçludur, hatalıdır ancak ictihatta bulunmuştur, yanılmasına rağmen bir sevap kazanmıştır“ diyerek Muâviye’yi temize çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ne diyelim? Rabbimiz basiret versin böylelerine!
Biz yine o güne dönelim! Uzun süren münazaralardan sonra Amr bin As son atraksiyonunu yapmak için söze başlayıp adeta tarafsız bir tavır takınarak ve hatta Muâviye’yi saldırgan taraf olması hasebiyle suçlayıcı bir yaklaşım sergileyerek konuşmasına başlıyor. Ardından her iki tarafın da Müslüman olduğundan dem vurup, boşuna kan döküldüğünü ve böylesi bir savaşın anlamsız olduğunu dile getirir. Sonuçta son derece demagojik ifadelerle konuşmasını öyle bir raddeye getiriyor ki Muâviye’nin valilikten, İmâm Ali’nin (a.s) hilafetten azledilip, yeni bir halife seçilmesinin uygun olacağını dile getiriyor.
Kısacası Amr bin As kurnazca ve sinsice yaptığı mülâkat istediği sonucu vermiş ve Ebu Musa Eş’arî’yi teklifini kabul etmeye ikna etmiştir. Sıra alınan kararın ilânına geldiğinde Amr asıl maksadına ulaşmak için söz hakkını Eş’arî’ye verip İmâm Ali’yi (a.s) azletmesini ve kendisi de hemen akabinde Muâviye’yi azledeceğini söylüyor. Eş’arî ufak bir tereddüt geçirince Amr hemen hamle yapıp son derece saygılı ve nazik bir şekilde “Sen bizim büyüğümüzsün, söz hakkı senindir“ deyip önce onun azil ilânını yapmasını sağlıyor.
Aldanmaya teşne Ebu Musa Eş’arî İmâm Ali’yi (a.s) hilafet makamından azlettiğini ilân eder etmez Amr bin As söz alıp, “Boş kalan hilafet makamına Muâviye’yi atamış bulunmaktayım“ deyip hainliğine son noktayı koyuyor. O an kopan gürültü ve velvele ile “Anlaşmamız böyle değildi“ diyen Eş’arî’nin sesi adeta duyulmuyor bile. İmâm’ın (a.s) taraftarlarından bir grup, “Bu iki şahıs Kur’an hükmüyle hakemlik yapmadılar“ diye itirazda bulunmaya kalkışıyor ancak o hengâmede kimse kimseyi dinlemiyor. Sonuçta kargaşa ve niza içerisinde taraflar birbirlerinden ayrılıyorlar.