- İmâmiyye Şiilerinin On İkinci İmamlarının varlığının ispatı etrafındaki tartışma, tarih boyunca canlı olagelmiştir. Günümüzde de Ahmed el-Kâtib gibileri O’nun varlığını reddetmekte ve Dört Naip meselesini uyduruk saymaktadır. Bu makalede bu türden şüphelere cevap vermek hedeflenmektedir.
Ahmed el-Kâtib'in İmam Mehdi'nin varlığı hakkındaki ve Gaybet-i Suğra dönemindeki Vekâlet Kurumunun uydurulmuş olduğu yönündeki şüphelerinin reddi
Özet
İmâmiyye Şiilerinin On İkinci İmamlarının varlığının ispatı etrafındaki tartışma, tarih boyunca canlı olagelmiştir. Günümüzde de Ahmed el-Kâtib gibileri O'nun varlığını reddetmekte ve Dört Naip meselesini uyduruk saymaktadır. Bu makalede bu türden şüphelere cevap vermek hedeflenmektedir.
Bu metinde Küçük Gaybet (Gaybet-i Suğra) dönemindeki Vekâlet Makamının, vekillerin tanınması ve faaliyetlerinin mahiyetlerinin bilinerek incelenmesi suretiyle İmam-ı Zaman'ın varlığı kelâm ve hadis ilimleri yoluyla değil de tarihsel açıdan kanıtlanmaya çalışılmıştır.
Yazar ilk olarak Şia'nın kadim kaynaklarında Küçük Gaybet dönemindeki vekâlet sistemi hakkında tarihsel bilgilerin mevcut olup olmadığı konusunu ele almıştır. Bu kurumun kadim Şii kaynaklarındaki varlığını gösterdikten sonra bunun tarihsel gerçekliğini incelemeye yönelmiş, ardından da tarihsel verileri yan yana koyup analiz etmek suretiyle On İkinci İmam'ın varlığını vekâlet sisteminin mevcudiyeti üzerinden ispat etmiştir.
Anahtar Kavramlar
İmam Mehdi, İmam-ı Zaman'ın Vekilleri, Vekâlet Sistemi, Naipler.
Giriş
İmâmiyye Şiileri İmam Hasan Askerî'nin (a.s.) vefatıyla oğlunun İmamet makamının sorumluluğunu yüklendiğine inanmaktadırlar. Şiilerin bu bölüğü On İkinci İmamın varlığını ispatlama sadedinde tarihsel açıdan iki sorunla karşılaşmıştı:
A) Doğumunun ve varlığının ispatı
Zira İmam Hasan Askerî, oğlunun tevellüdünü gizli tutmuştu ve sadece çok az kişiden oluşan küçük bir grup insan bundan haberdardı.[1] Ayrıca İmam Askerî'nin (a.s.) annesine vasiyette bulunmuş olması[2] ve İmam'ın mirasını annesi ve erkek kardeşiyle paylaştırmış olması[3] böyle bir çocuğun yokluğu ihtimalini güçlendiriyordu.
B) On İkinci İmam'ın Mehdi oluşu
On İki İmamcı Şiiler bu dönemden önce Mehdilik iddiasında bulunan herkesi inkâr etmekteydiler, fakat artık halkın gözünden gizli olan kendi imamlarının Mehdevîliğini (Mehdi oluşunu) iddia ediyorlardı.
Tüm bu noktalar Şiilerin On Birinci İmamlarından sonra Hak yolun tanınmasında şaşkınlık ve hayrete düşmelerine yol açtı. Bu şaşkınlık öyle bir derecedeydi ki bazı Şia uleması Şiileri bu krizden kurtarmak ve doğru yolu göstererek On İkinci İmamı tanıtmak için kitaplar kaleme aldılar.[4]
Ali b. Babeveyh'in (Şeyh Saduk'un babası) el-İmame ve't-Tebsıre mine'l-Hayre, Şeyh Saduk'un Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, Numânî'nin ve Tusî'nin el-Ğaybe'leri, Şeyh Müfid'in el-Mesâilu'l-Aşer fi'l-Ğaybe ve el-Kâfî, el-İrşâd ve el-İhticâc gibi kitaplarının İmam-ı Zaman hakkındaki kısımlarının okunmasıyla Şii ulemasının kendi toplumlarına İmam Mehdi'yi tanıtmak için gösterdikleri çabayı idrak etmek mümkündür.
Son birkaç on yıldır İmâmiyye Şiası ve özellikle de İmam-ı Zaman hakkındaki konuların özel bir ilgi görmesi nedeniyle İmam-ı Asr'ın (a.s.) varlığı hakkındaki şüpheler de yoğunluk ve çeşitlilik kazanmıştır. Kesrevî'nin Behâyîgerî, Muhibiddin Hatib'in el-Hutûtu'l-Arîze, Kafârî'nin Usûlu Mezhebi'ş-Şîeti'l-İsnâ Aşeriyye ve Ahmed el-Kâtib'in Tatavvuru'l-Fikri's-Siyâsîyyi'ş-Şîî mine'ş-Şûrâ ilâ Velâyeti'l-Fekîh (Şia'da Siyasal Düşüncenin Gelişimi, Şuradan Velayet-i Fakihe) gibi kitaplarına ve bazı sitelere bakarak bu şüpheleri müşahede etmek mümkündür.
Öte yandan bu türden konulara, özellikle de Ahmed el-Kâtib'in şüphelerine cevap vermek amacıyla bazı kitaplar yazılmıştır. Biz burada sadece birkaçının isimlerini vermekle yetineceğiz:
1. Sami Bedrî'nin Şübehât ve Rudûd'u.
2. Der İntizar-i Kafnûs, Samir Haşim tarafından yazılıp Mehdi Alizâde tarafından Farsçaya çevrilmiş ve tahkik edilmiştir. (Bu kitap tarafımızca çevrilmekte olup Kevser Yayınları'ndan çıkacaktır, çev.)
3. Mevûdşinâsî ve Pasuh be Şubehât, Ali Asğar Rızvanî'nin eseridir.
4. Suferâu'l-Mehdî beyne'l-Hekâik ve'l-Evhâm (Rudûd alâ Ârâi Ahmed Emin ve'l-Medreseti'l-İctimâiyyeti Havle Suferâi'l-Mehdî) (Ziyauddin el-Hazrecî'nin eseri).
Mehdeviyetin muhaliflerinin kitaplarının ve şüphelerinin ve aynı şekilde bunların reddinde yazılan eserlerin okunmasıyla dikkati çeken nokta, birinci türe benzer şüphelerin çokça görülmesidir. İkinci türden kitaplarda da şüphelerin geneline cevap vermeye çalışılmaktadır.
Fakat kanımca şüpheler hangi temelden doğuyorsa onlara da aynı temelleri esas alarak cevap vermek gerekmektedir, yani bir grup insan benzer ve aynı kaynaktan doğan şüpheleri dillendirdiğinde tüm bu soruların kökeninin ardına düşülmeli ve bunları cevaplamak ve esastan reddetmek suretiyle şüpheleri kökünden kesmek gerekmektedir. Böylece şüphelerin dal ve saçakları kendi kendine ortadan kalkar ve yeni şekillerde ortaya çıkmaları imkânı doğmamış olur.
Bu makale Ahmed el-Kâtib'in Tatavvuru'l-Fikri's-Siyâsîyyi'ş-Şîî mine'ş-Şûrâ ilâ Velâyeti'l-Fekîh kitabındaki konular göz önüne alınarak yazıldı ve müellifin İmam Mehdi'nin (a.s.) varlığını inkârına ve Küçük Gaybet dönemindeki vekâlet makamı ve kurumunun uyduruk olduğu iddiasına yanıt vermeyi hedeflemektedir.
Şia tarihi boyunca İmam-ı Zaman'ın (a.s.) varlığını kanıtlamak amacıyla aşağıdaki yöntemlerden yararlanılmıştır:
Aklî yöntem: Bu yöntemde Hz. Rasulullah'tan (s.a.a.) sonra İmam'ın varlığının zorunluluğu, İmam Hasan Askerî'ye (a.s.) kadar devam eden İmamet silsilesi ve dolayısıyla On Birinci İmamın şehadetinin ardından da bir imamın mevcudiyetinin gerekli oluşu gibi mevzular ele alınmaktadır. Bu şekilde hedeflenen şey bir dizi aklî konunun ele alınması suretiyle İmam-ı Zaman'ın (a.s.) varlığını ispat etmektir.
Naklî yöntem: Rivayetlerden (ve ayetlerden) istifade etmek yoluyla On İkinci İmamın varlığı ispat etmeye çalışılmaktadır.
Bu makaledeyse İmam-ı Zaman'ın varlığı tarihsel verilerin analizi yoluyla, tarihsel yöntemle ispat edilmektedir.
Şia'nın kadim kaynaklarında Vekâlet Makamının varlığına işaret eden veriler
Usûlu Kâfî'deki bazı verilere göre Küçük Gaybet döneminde bazı kişiler İmam-ı Zaman tarafından vekâlet makamına atandıkları iddiasındaydılar. Bu aktarımlardan birinde zamanın iktidarının bu vekilleri tutuklamayı hedeflediği de belirtilmektedir.[5]
Tarihu Ehli'l-Beyt kitabında şu ifadeler geçmektedir:
Küçük Gaybet döneminde Ebu Amr Osman b. Said el-Amrî O'nun bâbıydı[6] ve onun dönemi bittiğinde O'nun emriyle oğlu Ebu Cafer Muhammed babasının makamına geçti ve yolunu sürdürdü. Muhammed'den sonra da Hüseyin b. Ruh Nevbahtî, Muhammed'in emriyle onun ardılı oldu. İbn Ruh'un vefatından sonraysa Ali b. Muhammed Semerrî, İbn Ruh'un emriyle onun yerine geçti.[7]
Hüseyin b. Hamdan Hasibî (ö. h. 358)[8] şöyle yazıyor:
Osman b. Said, İmam Askerî'nin vekili[9] idi ve İmam'dan sonra O'nun emriyle oğlu Mehdi'nin (a.s.) vekili oldu. Osman'dan sonra da oğlu Muhammed -İmam Askerî tarafından Mehdi'nin vekili olarak tanıtılmıştı- babasının halifesi oldu. Muhammed, Hüseyin b. Ruh'a vasiyette bulundu ve onu kendi yerine atadı. İbn Ruh Ali b. Muhammed Semerrî'yi kendi halifesi kıldı. Bunlar itminan duyulan, güvenilir vekiller idiler.[10]
Hicrî üçüncü ve dördüncü asrın ricâlinden Keşşî de kendi kitabında şunları nakleder:
Hafs[11] b. Amr, Ebu Muhammed'in (İmam Hasan Askerî) (a.s.) ve oğlu Muhammed de İmam Mehdi'nin (a.s.) vekiliydi ve tüm işler onun etrafında dönmekteydi.[12]
Numanî (ö. h. 360) kendi kitabında İmam-ı Zaman'ın gaybeti hakkında birkaç hadis naklettikten sonra şöyle yazıyor:
İlk gaybet, İmam ile halk arasında elçilerinin atandığı ve onların bilinen kişilikleriyle şahsen aşikâr bir şekilde insanlar arasında mevcut olduğu ve karışık ilmî ve fıkhî meselelerin onların eliyle çözüldüğü gaybettir ve…[13]
Şeyh Saduk (ö. h. 381) ise şöyle demektedir:
Osman b. Said İmam-ı Zaman'ın vekiliydi, vefatı esnasında oğlu Ebu Cafer Muhammed b. Osman'a vasiyette bulundu, Ebu Cafer de Ebu'l-Kasım Hüseyin b. Ruh'a vasiyet etti. Ebu'l-Kasım ise Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed Semerrî'yi vasi kıldı. Semerrî'nin vefatı yaklaştığında ona yerine kimi bıraktığını sordular. “Allah, emrini nihayete erdirecektir” diye cevap verdi.[14]
O aynı şekilde İmam-ı Zaman'ı gören kişilerin de isimlerini vermekte ve bazı kişileri de vekiller olarak tanıtmaktadır.[15]
Şeyh Müfid (ö. h. 413) Hz. Mehdi'yi gören kişilerin mevcut olup olmadığı şeklindeki bir soruyu da İmam ve Şiileri arasındaki vasıta şahısların isimlerini vererek cevaplamaktadır.[16]
Aynı şekilde el-İrşâd kitabında vekillerin varlığına işaret eden noktalar bulunmaktadır ve bu durum Vekâlet Kurumunun varlığını doğrulamaktadır.[17] Gaybet asrındaki vekiller konusunu en ayrıntılı şekilde ele alan kitap Şeyh Tusî'nin el-Ğaybe kitabıdır ve o kitabının gaybet döneminin övülen sefirleri tanıtan bölümünde[18] sırasıyla Osman b. Said, Muhammed b. Osman, Hüseyin b. Ruh ve Semerrî'nin her biri hakkında ayrıntılı bilgiler vermekte[19] ve Semerrî'nin ölümüyle sefirlik mevzusunu sonlanmış saymaktadır.
Tabersî'nin el-İhticâc kitabında da Tusî'nin Gaybet'inden alınmışa benzeyen kısımlar vardır ve orada da aynı sıralama gözükmektedir.[20]
Muhammed b. Cerir Taberî'ye (meşhur tarihçi değil, aynı isimli Şii bir âlim, çev.) nispet edilen Delâilu'l-İmâme kitabında Osman b. Said'in Nahiye-yi Mukaddese (İmam-ı Zaman'ın yüce makamı anlamında) tarafından vekilliğe ve naibliğe[21] atandığını iddia ettiği ve Şiilerin şerî vergilerini toplamakla görevlendirildiği kaydı mevcuttur.[22]
Tüm bunlar değerlendirildiğinde Vekâlet Makamının ilk dönem Şii kaynaklarındaki mevcudiyetini inkârın mümkün olmadığı anlaşılmaktadır.
Vekillerin sayısı
Küçük Gaybet dönemiyle ilgili yeterli bilgimiz olmadığından vekillerin tam sayısı hakkında kesin bir yargıda bulunmak mümkün değildir. Sazmân-ı Vekâlet kitabında bu vekillerin pek çoğunun isimleri geçmekle birlikte bu kişilerin bir bölümünün gerçekten de vekil oluşlarının delilleri tartışmalıdır.[23]
Eldeki malumatı göz önüne aldığımızda bu vekiller arasında Osman b. Said, Muhammed b. Osman, Hüseyin b. Ruh Nevbahtî ve Ali b. Muhammed Semerrî isimli dört kişinin daha fazla öne çıktığını ve bu kişilerin faaliyetlerinin kendilerini vekillerin baş sorumluları ve Şiilerin işlerinin asıl yetkilileri olarak değerlendirmemizi sağlayacak şekilde olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte İmam-ı Zaman ile irtibatın bu dört vekil dışındaki başka vekillerle de mümkün olduğu ihtimalini de yok sayamayız. Bu dört vekilin özel önemini gösteren delilleriyse şu şekilde sıralayabiliriz:
A) Vekile sorarak kendi ardılının tayin edilmesi
Bir şahsiyetin önemli bir makamı uhdesine alması durumunda, bu sorumluluğun devamı takdirinde o kişinin yolunu sürdürmek amacıyla kendi yerine birisini seçerek halef bırakması beklenir.
İmam Hasan Askerî (a.s.) tarafından güvenilirliği defalarca tasdik edilmiş olan Osman b. Said[24], İmam'ın irtihali sonrasında Şiilerin sorumluluğunu sırtlamakla görevlendirilmişti.[25] Oğlu Muhammed de İmam Hasan Askerî'nin oğlunun, vekâleti hakkındaki sözüyle teyit edilmiş olduğundan babasından sonra onun yerine geçti.[26] Muhammed'in hayatının son dönemlerinde yerine kimin geçeceği konusu gündem edildi.[27] İbn Ruh da Semerrî'yi kendi halifesi olarak tanıttı. Semerrî, her ne kadar vekâlet konusunun artık sonlandığı ve yerine birisini vekil bırakmaya hakkı olmadığını gösteren tevkîyi (İmam Mehdi'nin imzasını, mührünü taşıyan mektup, belge) Şiilere göstermiş olmasına rağmen yine de ardılın kim sorularına muhatap oldu[28], diğer vekiller için böyle bir durum söz konusu değildir.
B) Bu dört kişinin elinden tevkîâtın çıkması
Kaynaklarda belirtildiğine göre tevkîlerin çoğu bu dört kişinin kanalıyla Şiilerin eline ulaşmaktaydı.[29]
C) Şerî vücuhâtın (zekât ve humus gibi dinî vergiler) bu dört kişiye teslim edilmesi
Bu kişilerin vekâletlerinin diğerleri nezdindeki öneminin şahitlerinden biri de vekil olarak tanıtılan bazı şahısların bile şerî mallarını bu dört vekile teslim ediyor olmasıdır.[30]
D) Soru sorulan ve talepte bulunulan kişiler olmaları
Hüseyin b. Babeveyh Kummî[31], İshak b. Yakup[32], Muhammed b. Cafer Esedî[33] -ki vekiller arasındaydı[34]- kendilerine yöneltilen ilmî ve fıkhî soruları bu dört kişiye yönlendiriyorlardı (kendileri âlim olmalarına rağmen).
E) İtiraz ve tartışmaya konu olmaları
Yalancı iddiacılar bu dört kişiyle çok şiddetli bir şekilde tartışıyorlardı ve kaynaklarda diğer vekillerle bu düzeyde bir tartışma ve ihtilaf görülmemektedir.
Tüm bu delilleri yan yana koyduğumuzda bu dört vekilin daha fazla öne çıkan bir konum ve etkileri olduğu belirginlik kazanmaktadır.
Küçük Gaybet döneminde Vekâlet Makamının gerçekliği
Daha önce belirtildiği gibi Şia'nın kadim kaynaklarında Küçük Gaybet asrında vekâlet başlıklı bir makamdan bahsedilmektedir; şöyle ki o dönemdeki bir grup insan İmam-ı Zaman (a.s.) ile Şiileri arasında vasıta oldukları iddiasında bulunmuştu ve bu kişiler Şiilerin şerî vergilerini toplamakla meşgul idiler.
Evet, her ne kadar kaynaklarda bu konular mevcut ise de, acaba bu makamın kendisi uyduruk olamaz mı? Başka bir ifadeyle acaba bir grup insan gizli bir şekilde plan kurup bir program çizmiş ve bu yolla da Şia'nın o dönemdeki şaşkınlık ve başıboşluğundan istifade ederek toplumsal açıdan elverişli bu konumdan ve maddi çıkarlardan yararlanmayı hedeflemiş olamaz mı? Acaba ortada bir komplo mu var?
İmam-ı Zaman (a.s.) ve vekilleri, özellikle de bu dört kişi hakkındaki şüphelerin bir kısmı gerçekte bu türden sorulardan kaynaklanmaktadır.[35]
Bu türden sorulara cevap vermek için Küçük Gaybet dönemindeki Vekâlet Makamı olgusunu incelememiz gerekmektedir, ta ki böylelikle böylesi sorulara köklü ve ciddi bir şekilde, aydınlık bir cevap bulunabilsin ve vekâlet iddiasındakilerin bu argümanlarının doğruluk ya da yanlışlığı açıklığa kavuşsun.
Bu vekillerin şahsiyet ve faaliyetleri hakkındaki malumatı göz önüne alarak İmam-ı Zaman Hz. Mehdi (a.s.) tarafından vekâletle görevlendirildiklerine delalet eden deliller ikame etmek mümkündür.[36]
A) Dört vekilin şahsiyetleri
Bu vekillerin şahsiyetlerinin tanıtıldığı kaynakların hiçbirinde ahlakî ve kişiliksel bir zafiyete işaret edilmemiştir, aksine var olan tüm değinilerde övgü ve konumlarının yüceliğinden bahsedilmektedir.[37] Bu nedenledir ki sağlam bir delil ve belge sunmaksızın bu makamın kendilerince uydurulduğu töhmetinde bulunmak mümkün değildir.
B) Kendilerinden istekte bulunulan bir konumda olmak
Burada kastedilen şey Şiilerin inançsal, ilmî, fıkhî ve benzer sorularında bu kişilere yönelmeleri ve bu şahısların Şia'nın o dönemdeki sığınakları konumunda olmalarıdır. Örnek olarak şu hadiseleri gösterebiliriz:
a) Ahmed b. İshak Kummî, vekil Muhammed b. Osman'a bir mektup yazarak sorularını iletmişti.[38]
b) Muhammed b. Abdullah b. Cafer Himyerî -ki hem babası[39] hem de kendisi[40] Şia'nın Kum'daki seçkin uleması arasında yer almaktaydı ve pek çok eserin müellifiydi[41]- Muhammed b. Osman'a bir mektup yazarak onu Hz. Mehdi'ye arz etmesini istedi.[42]
c) Ali b. Hüseyin b. Babeveyh, İbn Ruh'tan (3. vekil) İmam-ı Zaman'ın huzuruna çıktığında çocuk sahibi olması için kendisine dua istemesini istedi. Aynı şekilde İbn Ruh'a bazı sorular da yöneltti.[43]
d) İshak b. Yakup, Muhammed b. Osman'dan sorularını İmam-ı Zaman'a (a.s.) arz etmesini ve cevaplarını kendisine ulaştırmasını istedi.[44]
Bu kişilerin âlim ve fakih olmaları ve vekillerin ise ilmî açıdan öne çıkan bir konumlarının yokluğu göz önüne alındığında, bu türden sorular bu âlimlerin vekillere olan güvenlerinin göstergesi olarak değerlendirilebilir.
C) Vekâlet Makamının esasının muhaliflerce inkâr edilmeyişi
Yalancı iddiacılar ve vekillerin muhalifleri[45] Dört Vekil tarafından lanetlenmelerinin ardından Vekâlet kurumunun kendisini inkâr yoluna gitmiyorlardı. Üstelik kendileri Şia'nın önde gelen şahsiyetleri arasında yer almaktaydılar ve bu kurumun herhangi bir temelinin bulunmayışı halinde bundan bir fayda sağlamaları mümkün değildi ve muhalifi oldukları vekillerle mücadeledeki en etkili yöntem vekâleti esastan inkâr etmek olurdu. Aksine onların sözleri Vekâlet kurumunu ve İmam Mehdi (a.s.) ile ilişkisini temelde kabul ettiklerini göstermektedir:
a) Ahmed b. Hilal, Osman b. Said'in vekâletini kabul ediyor ve “Ben Muhammed hakkında bir nass duymadım fakat babasının İmam-ı Zaman'ın vekili oluşunu reddetmiyorum” diyordu.[46]
b) Muhammed b. Ali b. Bilal bir mecliste Muhammed b. Osman'ın haklı olduğunu ve malların kendisine teslim edilmesi emrini aldığını itiraf etmişti.[47]
c) Şelmeğanî'nin el-Ğaybe kitabının başlarındaki sözlerinden -ki Şeyh Tusî bunun birkaç cümlesini nakletmiştir- onun Vekâlet Makamının varlığını kabul ettiği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde kendisinden nakledilen başka bazı sözlerden de bu makamı doğruladığı sonucu çıkıyor.[48]
D) Gaybî haberler
Bu örnekler dikkat çekicidir:
a) Muhammed b. Osman Semerî'nin kendi ölüm haberini vermesi[49]
b) Semerrî'nin kimse kendisine bu konuda soru yöneltmemişken Ali b. Hüseyin b. Babeveyh'in öleceğini söylemesi[50]
c) Bazı durumlarda kendilerine ulaştırılan mallar kabul edilmiyordu ve bunları gönderenlere kabul edilmeyişin nedenlerini ve bazen de malların özelliklerini haber veriyorlardı.[51]
Bu türden pek çok farklı gaybî haberin aktarımı, her birinin sıhhatini ayrı ayrı incelemeksizin bile vekillerin iddialarının haklılığını güçlendirmektedir.
E) Vekiller arasında özel bir rabıtanın olmayışı
Benzer iddialarda bulunan kişiler arasında ayrıca özel bir ilişki ve rabıtanın olması bunların iddialarının uydurukluğu ihtimalini güçlendirebilir, öte yandan bir makamın sorumluları arasında böylesi özel bir bağın yokluğu ise aksine onların iddialarının sıhhatine işarettir. Bu nedenle bu vekiller arasında (özellikle dört vekil) özel bir bağın olup olmadığını inceleyeceğiz.
a) Akrabalık bağı
Her ne kadar Osman b. Said ve Muhammed arasında baba oğul ilişkisi mevcut olsa da, İbn Ruh anne tarafından Nevbahtî ailesine mensuptu ve baba cihetinden hangi sülaleden olduğu çok net bilinmemektedir.[52] Semerrî'nin hangi kabileye ait olduğu da kesin değildir, onu Saymer ahalisinden ve Ali b. Muhammed b. Ziyad Saymerî'nin ailesinden sayan olmakla birlikte bu doğru değildir ve malumatın karışması sonucu söylenmiştir.[53]
Kendi dönemlerindeki vekâlet sisteminin başında bulunan bu dört kişinin hayatlarının okunması sonucunda aralarında özel bir akrabalık ilişkisine tanık olmak mümkün olmamaktadır. Akrabalık bağından kastımız kişinin vekâlet sorumluluğuna getirilecek şekilde seçilmesinde etkili olacak ve bu iddiaya delil gösterilebilecek türden bir ilişkidir, yoksa mutlak surette bir akrabalığın varlığını kastetmiyoruz.
b) Hizipsel bağ
Bu kişiler arasında ortak bir yönelim tasavvuruna delil olacak hizipsel bir ilişki de görünmemektedir. Şeyh Tusî'nin kitabında İbn Ruh'un Muhammed b. Osman'ın dostlarından olmasına rağmen aralarında öne çıkan bir konumu olmadığını gösteren malumatlar mevcuttur.[54] Hatta bir nakle göre Muhammed birine mallarını İbn Ruh'a teslim etmesi emri verdiğinde o başta şüphe etmiş ve bu malları İbn Ruh'a vermekte çekimser davranmıştır.[55] Aynı şekilde Ahmed b. Metîl ve oğlu Cafer gibi kişiler varken kimse İbn Ruh'un vekâletine ihtimal vermemekteydi.[56]
Sonuçta Kuleynî ve İbrahim b. Haşim gibi şahsiyetler mevcutken Semerrî seçiliyor ve elimizde Semerrî ve önceki vekiller arasında kendisini İbn Ruh'tan sonra ardıl kılacak hadde bir bağ olduğunu gösteren malumat da bulunmuyor.
F) Mümtaz bir ilmî ve fıkhî konuma sahip olmamak
Acaba bu vekiller ilmî açıdan İmamet hakkında baş gösteren kelâmî tartışmalarda ve diğer fıkhî meseleleri cevaplamada o dönemin Şii toplumunu tek başlarına hidayet edecek seviyede miydiler? Gerçekte, eldeki bilgiler göz önüne alındığında Dört Vekil için özel bir ilmî makama kail olmak mümkün gözükmemektedir. Osman b. Said ve Muhammed b. Osman için İmam Hadî ve İmam Askerî'nin (a.s.) huzurunu derk etmeleri nedeniyle hadis naklinde bir hisselerinin olduğu değerlendirmesinde bulunmak mümkündür. Mesela Muhammed'in fıkhî bir kitap yazmaya giriştiği[57] söylenmiştir, fakat İbn Ruh ve Semerrî için onları Şii ulema ve fukahası arasında saymamıza el verecek bir bilgiye sahip değiliz. İbn Ruh hakkında et-Tedib isimli kitabı tasdik ettirmek amacıyla Kum ulemasına yolladığı kaydedilmiştir.[58] Elbette bu onların ilim ve fıkhî meselelerden hiçbir şekilde haberdar olmadıkları anlamına gelmemektedir. Nitekim bazıları onların ilmî ve fıkhî sahada yer almayışlarını çok gizli bir takiyye içersinde olmalarına bağlamıştır.[59] Her halükarda bu vekiller Şiiler nezdinde özel bir ilmî konuma sahip değilmişler gibi gözükmektedir.
Bununla birlikte Ahmed b. İshak Kummî, Muhammed b. Abdullah b. Cafer Himyerî, İbn Babeveyh ve İshak b. Yakup gibi şahsiyetler ilmî ve fıkhî sorularını bu vekillere yönlendirmekteydiler. Acaba bu durum onların bu dört kişiye olan güvenlerinin ve onların İmam Mehdi (a.s.) ile rabıtası olduğuna delil değil midir?
G) Şia nezdindeki makbul şahsiyetlerin Dört Vekile itaat etmeleri
Akıl, bir grup insanın herhangi bir ekol ve mezhebe bidat sokmak istemesi durumunda, bu mektebin sorumlularının halkın inançlarını sömürmek isteyen bu bidatçı yalancılarla mücadeleye girişeceği ve aleyhlerinde sert tepki gösteren bir konum alacağına hükmeder.
Vekâlet Makamının vücuda getirilmesi uyduruk bir temele dayalı olsaydı o döneme dek her bidat karşısında boy gösteren ve Şia mezhebini korumada öncülük eden makbul Şii uleması ve fakihlerinin olumsuz bir tavır takınmaları gerekirdi. Aşağıdaki kanıtlar ise aksine vekillerin teyidi yönünde davranıldığını göstermektedir:
a) Ebu Sehl Nevbahtî'ye “Muhammed b. Osman'ın yerine vekil olarak niçin sen seçilmedin?” diye sorulduğunda, İbn Ruh'un doğru seçim olduğunu doğrulayan şu cevabı vermişti:
“Ben muhaliflerle münazaralarımda kendimi tutamaz ve İmam Mehdi'nin yerini ifşa edebilirdim. Fakat İmam, İbn Ruh'un gömleğinin altında gizlense ve onu makasla parça parça da etseler asla O'nun yerini söylemez.”[60]
b) İbn Babeveyh, Muhammed b. Abdullah Himyerî, Ahmed b. İshak ve diğerlerinin vekillere yazdıkları mektuplar, onlara yönelttikleri sorular ve kendilerinden talepte bulunmaları vekillerin teyid edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
c) Kum ulemasından olan Abdullah b. Cafer Himyerî şöyle diyor:
“Ebu Amr vefat ettiğinde bize daha önce kendisiyle yazıştığımız el yazısına sahip ve halefi olarak Ebu Cafer'in vekilliğinden bahseden mektup geldi.”[61] Bu söz Muhammed'in iddiasının kabulünün göstergesidir.
Bu türden deliller Ebu Sehl Nevbahtî ve İbn Babeveyh Kummî'nin Hüseyin b. Mansur Hallac'ın vekâlet iddiasına şiddetle karşı çıkıp kavga etmeleri ve onu halkın huzurunda rezil etmeye dek varan tepkiler göstermeleri ile birlikte değerlendirilmelidir.[62] Bu türden himayeler ve teyitler ne anlama gelebilir? Ahmed b. Hilal, Muhammed b. Ali b. Bilal ve Şelmeğanî gibi Şiî ricâlinden şahsiyetlerin bu vekillerle niçin kavga ettikleri sorulursa bunun cevabı bahsi geçen konuların çerçevesinde aşikâr olacaktır. Zira onların bu muhalefetleri Vekâlet kurumun aslına değil, o makama getirilen şahıslar çerçevesindeydi.
H) Gaybet Asrının sonlarına doğru Şia'nın durumu
Vekâlet kurumu ne gibi sonuçlar doğurdu? Acaba onların Şia'ya önderlik etmeleri Şiilerin birliğine mi yol açtı yoksa aksi mi gerçekleşti?
1. Şiilerin insicamının sonlanışı
On Birinci İmamın şehadetinin ardından ve Küçük Gaybet Asrının ilk yıllarında Hazret'in Şiileri farklı gruplara bölündüler.[63] Şaşkınlık içerisindeki Şiiler vekillerin ve diğer Şia ulemasının gayretleri sayesinde geçen zaman içerisinde hakikat yolunu bulabildiler, her ne kadar bazı Şii grupların şaşkınlığı ve kafa karışıklığı uzun yıllar devam etse ve bu vaziyet el-İmâme ve't-Tebsire mine'l-Hayre, Gaybet-i Numanî ve Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime gibi kitapların yazılmasına neden olsa da.[64] Bununla birlikte Gaybet'in ilk yılları geride bırakıldıkça ilk yıllardaki fırkalaşma da artık söz konusu olmadı.[65]
2. Haklılıklarını ispatta muhalifler karşısında galip gelmeleri
Yalancı iddiacılar Muhammed b. Osman döneminde ve İbn Ruh'un vekâletinin ilk yıllarında çok etkindiler ve muhalefetin çoğu da bu dönemde gerçekleşmişti.[66] Fakat Hüseyin b. Ruh'un vekâletinin son yıllarında ve Semerrî döneminde bu türden bir muhalefetin kaydına sahip değiliz ve bunun bir örneği olsa da Muhammed döneminin ve İbn Ruh'un ilk yıllarının itirazlarının kuvvetinde değildir. Başka bir ifadeyle zaman geçtikçe Vekâlet'in muhalifleri ve Dört Vekilin aleyhinde faaliyet yürütenlerin sayısı giderek azaldı ve Gaybet-i Suğra'nın son dönemlerinde en zayıf duruma vardılar. Muhalefetin en güçlü olduğu dönemde bile bu muhaliflerin Muhammed b. Osman'ın vekâletine zarar verilmesine razı olmadıklarına işaret eden tarihsel aktarımlar da mevcuttur.[67]
Toplamda ne vekillerin muhalifleri ne de yalancı iddiacılar vekillerin önderliğine zarar verebildiler, aksine geçen zamanla birlikte onların toplumu hidayetlerinin ve önderliklerinin etkisi giderek varlıksal etkisini ve gücünü gösterdi.[68]
I) Dört Vekil arasındaki ihtilaf yokluğu
Vekiller arasında hiçbiri bir önceki vekille çelişkiye düşmüyor, onun söz ve davranışlarını hata saymıyordu. Tam aksine yöntemlerinin birbiriyle uyumlu olduğunu gösteren delillere sahibiz. Örnek olarak İbn Ruh döneminde bazı yalancı iddiacıların lanetlenmesi yönünde sadır olan bazı tevkîlerde önceki dönemin yalancı iddiacılarının da lanetlendiğini görüyoruz.[69]
Özetle Dört Vekil hakkındaki okumalarda kendi aralarında ihtilafa, önceki vekilin söz ve amellerinin reddine işaret eden bir bilgiye rastlamamaktayız.
J) Tevkîler
Tevkîâtın çoğunun Dört Vekil döneminde sadır olması[70], bunların bir önceki vekilin döneminin çizgisiyle uyumlu olmaları[71], tevkîlerde bazı gaybî meselelerin mevcudiyeti[72] ve vekillerin kendi ilmî birikim ve makamlarının çok üstündeki soruları cevaplandırmaları; tüm bunlar yan yana geldiğinde tevkilerin doğduğu kaynağın başka bir insan (İmam Mehdi) olduğu belli olmaktadır.
Tüm bu karineleri yan yana getirdiğimizde Küçük Gaybet döneminde Vekâlet başlıklı bir kurumun mevcut olduğu ve bu makamın o dönemin İmâmî Şii toplumunca kabul gördüğü sonucunu çıkarabiliriz. Bu nedenle bu makamı uyduruk ve realiteye aykırı sayan kişi ikna edici belge ve delillerini sunmak zorundadır ve bunlar ikame edilen delillerin reddine yetecek sağlamlıkta olmalıdır. Yoksa sadece iddiada bulunup şüphe ileri sürmek insaflı okuyucuyu hakikat yolundan çıkarmayacaktır. Bazıları bir süreliğine hakikat güneşinin önüne perde çekmeyi başarsalar da, güneş her zaman bulutların arkasında saklı kalacak değildir.
İmam-ı Zaman'ın varlığının vekiller (özellikle Dört Vekil) yoluyla ispatı
Açıklandığı üzere İmam Mehdi'nin (a.s.) doğumu bazı sebeplere binaen toplumun genelinin gözünden gizli kalmıştır. İmam Hasan Askerî'nin (a.s.) şehadetinden sonra imamın kardeşi imamet iddiasında bulunmuştu[73] ve onun karşısında Osman b. Said gibi kişiler ise Şiileri İmam Askeri'nin gözlerden gizli oğlunun imametine davet etmekteydiler.
On Birinci İmamın oğlunun gizli bir şekilde dünyaya gelmesi ve gizli bir şekilde yaşaması Şia'yı ciddi bir sorunla yüz yüze getirdi, zira artık gizli bir doğumun nasıl mümkün olduğu ve bu gizliliğin nedenleri tartışmalarının faslı açılmıştı. Böylesi bir insan varlığının ispatı meselesi Şia tarihinde asırlar boyunca sürekli gündemde olmuştur. Son birkaç on yıl boyunca ilmî ve özellikle de dinî meselelerin tartışılmasının özel bir önem kazanması nedeniyle bir grup insan O'nun varlığının inkârına ve karşısındaki topluluk da bu şüpheleri cevaplandırmak suretiyle varlığını ispat etmek çabasına girişti.[74]
Acaba vekillerin faaliyetlerini okumak suretiyle bu kişilerin işlerini yürüttükleri kişinin tarihsel varlığı ispat edilebilir mi?
Vekiller hakkında elimizde bulunan malumatı göz önüne aldığımızda bu kişilerin vekâletini üstlendikleri başka birisiyle rabıtaları olduğuna delil gösterebiliriz.
Elimizdeki deliller şu şekildedir:
A) Vekillerden isteklerde bulunulması
Nasıl oluyordu da kendileri Şia'nın en önde gelen ulema ve fakihlerinden olan kişiler, kendilerine yöneltilen ilmî soruları, kendilerinden ilmen daha yüksek konumda olmadığı kesin olan insanlara, yani bu dört vekile yönlendirmekteydiler?
Örnek olarak şu noktalara dikkat edilmelidir:
1. Ali b. Hüseyin b. Babeveyh, Ali b. Esved'den İbn Ruh'a rica ederek İmam-ı Zaman'dan kendisinin çocuk sahibi olması için dua etmesini dilemiştir.[75]
2. Kasım b. Alâ, Yüce Allah kendisine bir erkek çocuk inayet ettiğinde mektup yazarak dua istiyor,[76]
3. Ahmed b. İshak, Muhammed b. Abdullah Himyerî, İbn Babeveyh, İshak b. Yakub vs. gibi ilmî alanda temayüz etmiş kişilerin ilmî ve fıkhî soruları; bu kişilerin âlimliği, soruların yöneltildiği vekillerin ise ilmî bir konumlarının bulunmayışı,
Acaba bu kişiler hangi ümit ve arzuyla kendi ilmî hacetlerini bu kişilere yöneltmekteydiler? Vekillerin bu hacetleri yerine getirecek bir kaynağa ulaşma imkânına sahip olmamaları durumunda acaba bu makul bir hareket sayılabilir miydi?
B) Dört Vekilin seçiliş tarzı ve İmâmiyye toplumunun önderliğinin bu kişilerce yürütülmesi
İmam Hasan Askerî (a.s.) zamanında vekâlet ve idare tecrübesine sahip olan Osman b. Said dışında Dört Vekilin hiçbiri bağımsız olarak ve hiçbir güce dayanmadan İmâmiyye toplumuna önderlik kudretine sahip değildi. Muhammed b. Osman ve İbn Ruh, daha önce bahsi geçtiği üzere Şia'nın önde gelen bazı şahsiyetlerinin muhalefetine maruz kalmıştı. Şelmağanî kendi döneminin büyük ve önemli ricâli arasında yer almaktaydı. Peki İbn Ruh hangi güce dayanarak onunla mücadeleye tutuşmuştu? Ahmed b. Hilal, Muhammed b. Ali b. Bilal, Muhammed b. Nusayr Şia'nın büyüklerindendiler ve o dönemki İmâmiyye toplumunda özel bir konuma sahiptiler.[77] Muhammed b. Osman hangi güce yaslanmak suretiyle onlarla tartışmaya girişti ve onları lanetleyerek camiadan uzaklaştırdı? Bu türden ünlü şahısların lanetlenmesi gibi -ki henüz bunlardan bazılarının gerçek çehreleri Şia nezdinde malum değildi- hassas durumlarda sadır olan ve Şiilerce kabul gören tevkîler, kimin tarafından gönderiliyordu? Öte yandan vekiller arasında hizip ve akrabalık bağlarının bulunmayışı ve bu kişilerin seçilmelerine ihtimal verilmeyen kişiler olmaları[78] ve seçilmelerinin Şia'nın makbul şahıslarınca kabul ve himaye görmesi[79]; acaba tüm bunlar bu kişilerin başka birisi (İmam Mehdi) tarafından atandığını ve herkesin perde arkasındaki bir şahsın onayına baktığını göstermiyor mu?
C) Şia'nın makbul ulema, ricâl ve fakihlerinin Dört Vekil ile zıtlığa düşmemeleri ve onlara tabi olmaları
Açıklandığı üzere bir dinin mütevellileri onun içindeki bidatçı ve suistifadecilere karşı çıkanların ilk safında yer alırlar. Bir dinin makbul ricâlinin genelinin[80] özel bir iddiası olan bir topluluğa uyup onlara hiç itiraz etmemesi ve hatta amel ve sözleriyle onları doğrulamaları halinde bu neyi gösterir peki?
Sözlerimize kanıt olarak aşağıdaki örnekleri verebiliriz:
1. İbn Ruh seçildiğinde Ebu Sehl Nevbahtî onun seçim için en uygun kişi olduğunu vurgulamıştır.[81]
2. Muhammed b. Osman'ın yerine vekil seçilme ihtimali olan Ahmed b. Metîl ve oğlu Cafer, İbn Ruh seçildiğinde ona hiç itiraz etmeyip kendisine itaat ettiler.[82]
Bu tabi oluşlar Ebu Sehl Nevbahtî ve İbn Babeveyh'in Hüseyin b. Mansur Hallac'ın naiplik iddiasına olan itirazları ve mücadeleleri ve bu durumun topluluk içinde onu rezil etmelerine kadar varması[83] ile birlikte değerlendirilmelidir. Bu türden hareketler onların vekâletlerinin kabul edilmesinden başka bir şeye delalet etmemektedir. Bu vekâlet kimden kaynaklanmaktadır ki Şia büyükleri O'nun karşısında bu denli itaatkâr davranmaktadır?
D) Vekâlet Makamının muhaliflerce bile kabul edilmesi
Bir konunun gerçekliğini kavramanın yollarından biri de muhaliflerin sözlerini incelemektir. Muhaliflerin maceranın içerisinde yer alan, hadiselerin ayrıntılarından haberdar kişiler olmaları halinde onların sözleri hakikati aydınlatabilir. Elbette bu durum, sırf onların muhalefetleri nedeniyle başka bir hakikatin önüne perde çekmemiş olmamız halinde doğruluk kazanacaktır.
Kaynaklarda yer aldığına göre Şia ricâli içerisinden çok küçük bir grup Dört Vekil karşısında cephe almıştır, fakat burada da birkaç nokta dikkat çekmektedir:
1. Bu muhalefetin bir bölümü sadece dönemin sorumlusuna karşı çıkma haddindeydi, ne tüm sorumlulara ve ne de bu makamın aslına yönelik bir inkâr ve karşı çıkış söz konusuydu. Ahmed b. Hilal'e Muhammed b. Osman'ı niçin kabul etmediği sorulunca “Ben onun hakkında bir nass duymadım ve Muhammed b. Osman'ı vekili saymak suretiyle İmam Mehdi'nin makamı karşısında böyle bir cürette bulunamam. Babasının vekâletini ise inkâr etmiyorum”[84] demişti.
2. Bazılarıysa vekille tartışma esnasında onun hakkaniyetini itiraf ettiler. Elinde bir miktar humus ve zekât malı bulunan ve bunları Muhammed b. Osman'a teslim etmek istemeyen Muhammed b. Ali b. Bilal, Muhammed'in haklı olduğunu ve kendisine malları Muhammed'e geri verme emri verildiğini itiraf etmiştir.[85]
3. Bazı muhaliflerin itirazı da kendilerini o makamın sahibi ve gerçek vekil olarak göstermek şeklindeydi. Bu grupta yer alan Şelmeğanî, On İkinci İmamın varlığını kabul ediyor ve kendisini O'nun tarafından seçilmiş gösteriyordu.[86]
Muhaliflerin ve yalancı iddiacıların ahvali okunduğunda Vekâlet Kurumunun aslına yapılmış tek bir itiraza bile işaret eden bir belgeye rastlanmıyor, aksine bu kişilerin konuşmalarında İmam-ı Zaman tarafından önderlik edilen vekâlet makamının varlığı doğrulanmaktadır. Ve bu kişilerin bazı sözlerinde bu makamın İmam-ı Zaman Hz. Mehdi'ye (a.s.) bağlı olduğu açıkça belirtilmiştir. Acaba bu türden deliller söz konusuyken insaflı birisi sırf muhalefetin mevcudiyeti nedeniyle bu makamın aslını inkâr edebilir mi?[87]
Bahsi geçtiği üzere muhalifler vekâlet kurumunun aslını kabul ediyorlardı, ihtilaf bu makamda olması gereken kişi hakkındaydı. Bununla birlikte gördüğümüz gibi yine de bu kişilerin sözlerinden İmam-ı Zaman'ın vekâleti olgusunun kabul gördüğü anlaşılmaktadır.
Sonuç
Küçük Gaybet döneminde vekâlet adı verilen bir makam mevcuttu ve bu vekiller On İkinci İmam (a.s.) ile Şiiler arasında irtibat kurdukları iddiasındaydılar. Tarihsel açıdan belli olmaktadır ki İmâmî Şii camiası, özellikle de ulema gibi önde gelen Şia ricâli ve hatta vekillerin muhalifleri, bu vekillere perde gerisinden önderlik ve hidayet eden bir şahsın varlığını kabul etmişti. Gerçekte bu kişi nedeniyle vekillere -özellikle de Dört Vekile- ittiba ediyorlardı. İmam-ı Zaman (a.s.) tarafından bir vasıta olarak değerlendirilmeyen kişilerin o dönem Şiilerinin yaşadığı Bağdat, Rey, Nişabur, Kum vs. gibi geniş bir coğrafyanın Şia ulemasının, fakih ve ricâlinin onayı, desteğini ve tabiiyetini celp etmesi mümkün gözükmemektedir. Bu nedenle İmam Mehdi'nin vekâleti iddiası bizi İmam'ın varlığını ispat noktasına götürmektedir.
Hüseyin Gazihanî
Meşrik-i Mevud, Bahar, 1388, sayı 9
Çev: Ozan Kemal Sarıalioğlu
.....................................................................................................
[1] Muhammed b. Ali b. İbrahim Saduk, Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 384 ve 435, İntişârât-i İslamî, Kum, h. 1416.
[2] Muhammed b. Muhammed b. Numan Müfid, el-Mesâilu'l-Aşer fi'l-Ğaybe, s. 63, İntişârâtü Merkezi'd-Dirâsâti'l-Tehassüsiyye fi'l-İmâmi'l-Mehdî, Kum, ş. 1384.
[3] Sa'd b. Abdullah Eşarî, el-Mekâlât ve'l-Firak, s. 102, İntişarât-i İlmî ve Ferhengî, Tahran, 1361 şemsî.
[4] Ali b. Hüseyin İbn Babeveyh, el-İmâme ve't-Tebsıra mine'l-Hayre, s. 9, İntişarât-i İslamî, Kum, ş. 1416; Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, önsöz, s. 2; Muhammed b. İbrahim b. Cafer Numânî, el-Ğaybe, s. 30, Tahran, ş. 1376.
[5] Muhammed b. Yakub Kuleynî, Usûlu Kâfî, c. 2, s. 456, 461 ve 467, İntişârât-i Gulgeşt, Tahran, ş. 1375.
[6] “Bâb” sözlükte evin giriş kapısı ya da mekânı anlamına gelmektedir. “Bâb” tanımlaması Muntehebu'l-Envâr ve Tarihu Ehli'l-Beyt gibi bazı kitaplarda Masumlarla özel bir rabıtası olan İmamların bazı has yaranı için kullanılmıştır.
[7] Muhaddis ve tarihçilerin büyüklerinin rivayeti, Tarihu Ehli'l-Beyt, s. 150-151, İntişârâtu Âli'l-Beyt li-İhyâit-Turâs, Kum, h. 1410. Bu kitabın müellifi hakkında ihtilaf olmakla birlikte farklı râvilerin rivayetlerinden oluşmuş bir esere benzemektedir (bkz. kitabın önsözü).
[8] Mezhebi ve akidesi hakkında farkı görüşler mevcut olsa da bu sözleri muteber kaynaklarda da nakledildiği için bu aktarımını referans almak mümkündür.
[9] Vekil “bir iş kendisine bırakılmış” demektir. Bu yazıda “vekil”, İmam Mehdi tarafından, Şiiler ile kendisi arasındaki işlerin icrası için görevlendirilmiş ve atanmış kişi anlamındadır.
[10] Hüseyin b. Hamdan Hasibî, el-Hidâye (el yazması nüsha, istinsah tarihi h. 1351), s. 131-133, İntişârâtu Merkezi İhyâi't-Turâsi'l-İslamî, Kum.
[11] Diğer kaynaklarda gerçek ismi Osman b. Said olarak geçmektedir ve bu ismi sadece Keşşî nakletmiştir.
[12] Muhammed b. Hasan Tusî, İhtiyâru Marifeti'r-Ricâl, s. 577, İntişârât-i Vezaret-i Ferheng ve İrşâd-i İslamî, Tahran, ş. 1382.
[13] el-Ğaybe (Numanî), s. 248.
[14] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 432.
[15] A.g.e., s. 442.
[16] el-Mesâilu'l-Aşer fi'l-Ğaybe, s. 72.
[17] Muhammed b. Muhammed b. Numan Müfid, el-İrşâd, s. 681, 686 ve 687, İntişârât-i İslamiyye, Tahran, ş. 1380.
[18] “Sefir”, süpürmek anlamındaki “sefaret” mastarından gelmektedir ve iki grubun arasını ıslah etmek anlamındadır. Sefir iki taraf arasındaki ıslahçıdır ve tarafların kalplerindeki kirin giderilmesine neden olur. (Mucemu'l-Vesit, s. 433; Tâcu'l-Arûs, c. 6, s. 527). Vekiller için “sefir” tabirini kullanan ilk kişi Şeyh Tusî (ö. h. 460) gözükmektedir.
[19] Muhammed b. Hasan Tusî, el-Ğaybe, s. 353-393, İntişârâtu Müesseseti'l-Meârifi'l-İslamiyye, Kum, h. 1417.
[20] Ahmed b. Ali b. Tabersî, el-İhticâc, c. 2, s. 555-556, İntişârâtu'l-Usve, h. 1413.
[21] “Nâib” yakınlaşma anlamındadır ve bu anlamla uyumlu olarak ıstılahta da halife, kaim makam anlamında kullanılmaktadır. (Mucemu'l-Vesit, s. 1054-1055; Tâcu'l-Arûs, c. 2, s. 453-454).
[22] Muhammed b. Cerir b. Rüstem Taberî, Delâilu'l-İmame, s. 521, İntişârâtü'l-Bi'se, Kum, h. 1413.
[23] Bkz. Seyyid Hasan Fatımî ve Muhammed Rıza Cebbarî, “Nekd-i Kitab-i Sazmân-i Vekalet ve Pasuh-i Nekd”, Tarih der Âyine-yi Pejuhiş dergisi, no: 12, s. 153-154.
[24] el-Ğaybe (Tusî), s. 355-356.
[25]Usûlu Kâfî, c. 2, s. 120-121; el-Ğaybe (Tusî), s. 354.
[26] el-Hidâye, s. 131; el-Ğaybe (Tusî), s. 356.
[27] el-Ğaybe (Tusî), s. 371.
[28] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 517; el-Ğaybe (Tusî), s. 396.
[29] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 484; el-Ğaybe (Tusî), s. 310 ve 373; el-İhticâc, c. 2, s. 552.
[30] İhtiyaru Marifeti'r-Ricâl, s. 577; Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 501-502 ve 517-519.
[31] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 503.
[32] A.g.e., s. 483-484.
[33] A.g.e., s. 520.
[34] el-Ğaybe (Tusî), s. 415.
[35] Nasır b. Abdullah b. Ali el-Kafarî, Usûlu Mezhebi'ş-Şîeti'l-İsnâ Aşeriyye; Arz ve Nakd, s. 892-893, ikinci baskı, h. 1415; Ahmed el-Katib, Tatavvuru'l-Fikri's-Siyasiyi'ş-Şîî, s. 231, İntişârâtu Dari'l-Cedid, Beyrut, 1998; Ahmed Kesrevî, Behâyîgerî, s. 9-10, İntişarat-i Ferhi, Tahran, h. 1344.
[36] Elimizdeki malumat daha çok Dört Vekil hakkında olduğundan ve diğer vekiller hakkında çok az bilgimiz bulunduğundan delil ve şahitlerimiz bu dört vekil etrafında olacaktır.
[37] Bu kişiler hakkında genel bir malumat için bkz. Muhammed Rıza Cebbarî, Sazmân-ı Vekâlet ve Nekş-i An der Asr-i Eimme, s. 450-482, İntişarat-i Müessese-yi İmam Humeyni, Kum, ş. 1382.
[38] el-Ğaybe (Tusî), s. 287, 290.
[39] Muhammed b. Hasan Tusî, Ricâl, s. 432, İntişârâtu Dâri'z-Zehâir, Kum, h. 1416; Ahmed b. Muhammed Berkî, el-Tabekât, s. 143, Kum, h. 1428.
[40] Ahmed b. Ali Necaşî, Ricâl, s. 354-355, İntişarat-i İslamî, Kum, h. 1416.
[41] A.g.e.
[42] el-Ğaybe (Tusî), s. 374 ve 383.
[43] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 503; el-Ğaybe (Tusî), s. 308, 309 ve 320.
[44] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 483-484; el-Ğaybe (Tusî), s. 290-292.
[45] Yalancı iddiacılar hakkında bkz. el-Ğaybe (Tusî), yalancı ve mazmum iddiacılar bölümü, s. 397. Muhalifler hakkında ciddi çalışmalar yapmak gerekmektedir. Bunların tamamı yalancı iddiacılar başlığı altında toplanmıştır, fakat bu kişilerin muhalefet türlerinin belirlenmesi için ayrıca çalışmak gerekiyor.
[46] el-Ğaybe (Tusî), s. 399.
[47] A.g.e., s. 400-401.
[48] A.g.e., s. 391-392.
[49] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 502-503; el-Ğaybe (Tusî), s. 365, 366 ve 394.
[50] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 514; el-Ğaybe (Tusî), s. 394-396.
[51] Usûlu Kâfî, c. 2, s. 456 ve 466; Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 48, 509, 516, 517 ve 519.
[52] Abbas İkbal Aştiyanî, Hanedan-i Nevbahtî, s. 214, İntişarat-i Rüşdiyye, Tahran, ş. 1345.
[53] “Nekd-i Kitab-i Sazmân-i Vekalet ve Pasuh-i Nekd”, Tarih der Âyine-yi Pejuhiş, sayı 12, s. 154-155. Ali b. Muhammed Semerrî ile Ali b. Muhammed b. Ziyad Saymerî'nin bilgileri birbirine karıştırılmaktadır.
[54] el-Ğaybe (Tusî), s. 369.
[55] A.g.e., s. 368.
[56] A.g.e., s. 369.
[57] A.g.e., s. 363.
[58] A.g.e., s. 390.
[59] Casim Hüseyin, Tarih-i Siyasi-i Asr-i Ğaybet-i İmam-i Devazdehum, s. 149, İntişarat-i Emir Kebir, ş. 1377.
[60] el-Ğaybe (Tusî), s. 391.
[61] A.g.e., s. 362.
[62] A.g.e., s. 401, 403; Ricâl (Necaşî), s. 23; Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 53-56; Handan-i Nevbehtî, s. 116
[63] Hasan b. Musa Nevbehtî, Firaku'ş-Şîa, s. 96, İntişârâtu Mektebu'l-Murtezaviyye, Necef, h. 1355; el-Mekâlâtu ve'l-Firak, s. 102-116.
[64] Aynı kitapların önsözlerinde bu konulara değinilmiştir.
[65] Fırka ve mezhepler tarihi kitaplarından anlaşılan budur.
[66] Ahmed b. Hilal, Muhammed b. Ali b. Bilal ve Muhammed b. Nusayr, Muhammed dönemine; Şelmeğanî ve Hallac ve Ebu Bekir Bağdadî İbn Ruh'un ilk ve orta dönemlerine rastlamaktadır. Tüm bu itirazların hepsinin aynı düzeyde olmayıp hepsinin nedenlerinin farklı olduğuna dikkat edilmelidir.
[67] el-Ğaybe (Tusî), s. 356 ve 363.
[68] Bu kişilerin gücü, Nemirî ve Şelmeğanî gibi etkili kişilerle olan mücadelelerinden belli olmaktadır.
[69] el-Ğaybe (Tusî), s. 373; el-İhticâc, c. 2, s. 557.
[70] el-Ğaybe (Tusî), s. 356 ve 363.
[71] A.g.e.
[72] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 516; el-Ğaybe (Tusî), s. 395.
[73] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 442.
[74] Önsözde bu kitapların ve şahısların bir bölümüne işaret edildi.
[75] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 503.
[76] Usûlu Kâfî, c. 2, s. 457.
[77] Bunların çoğu önceki İmamların dostlarından ve Şia'nın önde gelen şahsiyetlerindendir (bkz. Sazmân-ı Vekâlet, s. 660-678).
[78] Ahmed b. Metîl ve oğlu Cafer ve Ebu Sehl Nevbahtî gibi öne çıkan şahsiyetlerin varlığına rağmen İbn Ruh ve Kuleynî sağken de İbrahim b. Haşim Semerrî seçilmişti.
[79] el-Ğaybe (Tusî), s. 367, 368, 370-371 ve 391.
[80] Şia'nın bazı önde gelen kişilerinin bu vekillere itiraz ettikleri söylenebilir. Bunun cevabı ilerde ele alınacak.
[81] el-Ğaybe (Tusî), s. 391.
[82] Kemâlu'd-Din ve Temâmu'n-Nime, s. 501; el-Ğaybe (Tusî), s. 367-368.
[83] Bkz. el-Ğaybe, s. 401-403; Sazmân-ı Vekâlet, s. 703-704.
[84] el-Ğaybe (Tusî), s. 399.
[85] A.g.e., s. 400-401.
[86] A.g.e., s. 359, 391-392.
[87] Ahmed el-Kâtib'in bahsi geçen kitabında Vekalet Makamını inkarı için gösterdiği delillerden biri de bu makamın muhaliflerin mevcudiyetidir. O, sadece bir grup insanın Dört Vekile olan itirazları üzerinden bu makamın aslını şüphe altında bırakmak istiyor, fakat bunu yaparken muhalefetin ölçüsü ve cinsinde gaflet gösteriyor.