Turkish
Monday 11th of November 2024
0
نفر 0

Medine'de İslam Devleti

Medine'de İslam Devleti

İKİNCİ BÖLÜM


Resulullah (s.a.a)'in Medine'de ki Hayatı Ve İslam Hükümetinin Teşkili

Medine'de İslam Devleti

Şekillenmeye başlayan İslam dini Resul-i Ekrem'in Medine'ye hicretinden sonra yeni bir merhaleye girdi. Bu merhalede tüm Müslümanların gönlü alınmalı ve İslami bir toplum için gerekli tüm müesseselerin kurulması gerekirdi. İslami toplumun yaratılmasında atılan ilk adım Mescidi Nebinin inşa edilmesi oldu. Resulullah (s.a.a)'in mescidi devesinin yattığı yerde yapıldı. Resul-i Ekrem mescidin kurulduğu arsayı Amr'ın oğulları olan Sehl ve Suheyl'den satın alarak Mescidi Nebiyi oraya inşa ettirdi. Muhacirlerin evi ise mescidin etrafına yapıldı.

Mescidi Nebi ve Muhacirlerin evleri hem malzeme açısından hem de plan açısından oldukça sade bir şekilde bina edildi. Mescit büyük bir alanı kapsamıştı. Mescidin etrafındaki duvarlar çamur ve tuğlayla yapılmıştı. Mescidin sadece bir kısmı hurma ağacı dalları ile kapatılmıştı. Mescidin büyük bir kısmı ise tavana sahip değildi. Elbette tavana sahip olan bölümden bir kısım kimsesiz müminlere ayrılmıştı. (Daha sonraları bu şahıslar Ashabı Suffa diye meşhur oldular.)

Mescidi Nebi ışıklandırılmamıştı. Sadece yatsı namazı için ağaç yakma suretiyle mescit aydınlatılıyordu.
Peygamberin evi de ışık ve sadelik açısından Mescidi-i Nebi ile farklılık göstermemekteydi. Resul-i Ekrem (s.a.a) -geçmiş bölümde de söylendiği gibi- Mescit ve kendi evi yapılana kadar Ebu Eyyüb Ensari'nin evinde kaldı. İnşaat sona erince kendi evine geçti.

Resulü Ekrem'in Medine'de her şeyden önce mescit inşa etmesi şu gerçeği açıklamaktadır ki, İslami yaşantının temel esasını Allah'a tapma ve ibadet oluşturmaktadır. Bunun sebebi ise dua ve ibadet esası üzerine bina edilen her eser devamlılık ve gücünü ondan almaktadır.

Peygamber (s.a.a) mescidi yaptırdıktan sonra hükümet işleri için hiçbir yeri belirlemedi. Bilakis mescidi ibadet, toplantı, meşveret, yönetim, mahkeme, askeri programlar vb. şeylere yer olarak tayin etmişti. Resul-i Ekrem'in bu ders verici hareketi bu gerçeğe delildir ki toplumun yönetimi ile ilgili olan her türlü iş ve davranış ibadettir. Zira kullanılan bu direktiflerin tümü ilahi emir ve yasakların uygulama merhalesine aktarılmasıdır. Resul-i Ekrem bu emir, yasak ve hükümler sayesinde hakim, kadı, eğitmen, önder ve... gibi makamları aldı.

İslam toplumu tamamiyle Allah'a kulluk ve ilahi hükümlere uyma esaslarından teşkil olmuştur.


KARDEŞLİK AKDİ VE ONUN ESASINA GÖRE YAŞANTI


İslam Peygamberi, kendi davetine kabile reislerinin, maslahat eğilimlerinin ve birbirine ters görüşlerin param parça ettiği bir toplumda kendi davetine başlamıştı... Medine de yaşayan en meşhur gruplar şunlardan ibarettir.

1- Müslümanlar: Müslümanlar Ensar ve Muhacir olmak üzere iki gruptu. Resul-i Ekrem (s.a.a) Medine halkı arasından Evs ve Hazrec kabilelerine Ensar adını vermişlerdi. Evs ve Hazrec'e Ensar denilmesinin sebebi ise Peygambere yardım etmekte, din ve mektebi korumakta öncülük etmelerinden dolayı idi.
Evs ve Hazrec neseb itibari ile Yemen'li Haris b. Sa'lebe'nin iki oğlu Evs ve Hazrec'e ulaşmaktadırlar.

Anneleri ise Kahil'in kızı Kıyla'dır. Evs ve Hazrec Seba ehlini perakende eden ve onların meşhur setlerini yerle bir eden sel olayından sonra Yemen'den göç ederek beraberindekilerle birlikte Yesrib'e yerleştiler.

Yesrib yöresi çiftçilik için oldukça elverişli idi. İşte bu yüzden Evs ve Hazrec ziraat ile uğraşmaya başladılar. Kısa bir müddet içerisinde mali durumları oldukça düzelmişti. Bundan dolayı Yahudiler onları sömürerek kendi boyundurukları altına aldılar.
Birkaç asır ve neslin geçmesiyle Evs ve Hazrec'in evlatları arasında anlaşmazlıklar ve çekişmeler baş gösterdi. Bütün bu düşmanlıkların genelinde kişisel yönler mevcuttu. Ama gitgide kan davası her iki tarafta da şiddetlendi. Savaş ateşi onların arasında alevlenmişti. Her iki taraf bazen galip, bazende mağlup oluyorlardı.

Evs ve Hazrec arasındaki en meşhur savaşlar şunlardan ibarettir: "Yevm'ul Rabi, Yevm'ul Baki, el-Ficar'ul Evvel, el-Ficar'us Sani ve Yevm'u Bu'as." Yevm'u Bu'as Evs ve Hazrec arasında meydana gelen son savaştı. Zira bu savaştan sonra Peygamber (s.a.a) Medine'ye hicret etti. Elbette aralarında olan savaştan oldukça yorgun düşen Evs ve Hazrec kabileleri Yevm'u Bu'as savaşından sonra Abdullah b. Ubeyi kendilerine hakem yapmayı ve aynen padişahlar gibi taç koymayı kararlaştırmışlardı.

Taç koyma töreninden kısa bir müddet sonra Resul-i Ekrem'in kutlu hicretleri gerçekleşti...
Muhacirler ise Peygamberin davetine uyarak İslam dinini kabul eden ilk müminlerdi. Onlar, müşriklerin baskı ve işkencelerine tahammül ettikten sonra din ve imanlarını düşmandan korumak için Mekke'yi terk etmişlerdi. Medine halkı İslam'a ve ilahi hidayete kucak açtıktan sonra Muhacirler Medine'de ikamet ettiler. Şüphesiz Mekke Muhacirleri varlarını yoklarını, akrabalarını, evlerini ve kısacası her şeylerini kendi inanç ve akideleri için geride bırakmışlardı.

İslam'ın meydana getirdiği tarihi değişiklik yüzünden yeni birtakım taktik ve stratejiler belirlenmiştir. Bu konuda hicret güzel bir örnektir. Çünkü Peygamberin dikkatli incelemesi, Ensar ve Muhacirin kardeşçe yaşamı üzerine bıraktığı olumlu etkiyi göz önüne alarak bu hicreti gerçekleştirdiği bir gerçektir. Diğer bir örnek ise "Kardeşlik akdidir." Fıtri olan İslam dini, cahiliyet dönemi insanlarının haberdar bile olmadığı yeni bir ilişkinin icadı ile yüce bir makama ulaştı. Bu gerçeğin görünümü dini kardeşlik meselesidir. Bu kardeşlik ciddi ve derin özellikle de genel bir strateji olarak yaygınlaştırıldı. Kur'an-ı Kerim dini kardeşliği şöyle aksettiriyor:

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, Ondan en çok korkanınızdır."
Resul-i Ekrem (s.a.a) bu ayetin yüce mefhumunu açıklarken şöyle buyuruyor:

"Şüphesiz Allah, cahiliyet dönemi ayıp ve eksikliklerini, bana ve geçmişe yapılan gururlanmaları sizden kaldırmıştır. Müminler takvalı, facirler ise isyankar kimselerdir. Hepiniz Adem'in evlatlarısınız, Adem ise topraktan yaratılmıştır."
Hayat bağışlayan bu açıklamayla cahiliyet dönemi örf ve adetlerini her yönüyle İslam toplumundan sürmüş ve İslami yaşantıda bireysel ölçü kaynağının takva olduğu açıklanmıştır. Takva dini şahsiyetin göstergesi olarak kabul edilmiştir.

Peygamber (s.a.a)'in ve Muhacirlerin hicretinden sonra dini kardeşlik mefhumu pratik hayata döküldü. Zira Ensar ve Muhacirler arasında kardeşlik akdi okuma şeriat tarafından ortaya atıldı. İcra merhalesinde ise bir Ensar'ın Muhacirlerden birisini kardeş olarak seçmesi emri Peygamber tarafından verildi. Bu emir gereğince Ensar'ın hayatının tüm aşamalarında pratik olarak onun eserlerine uyması zorunluluk kazanacaktı. Çünkü bu kardeşlik dini ve hukuki bir kardeşlikti.

Şöyle söylemesi yerinde olacaktır: "Peygamber ve Ensar ve Muhacir kardeşlik ilan etme hükmünün beyanından ve bu hükmün Ensar ve Muhacir arasında icrasından sonra Hz. Ali (a s) 'ı kendisine kardeş olarak seçti."
Ona hitaben şöyle buyurdu:

" Sen /dünya ve ahirette benim kardeşimsin."
İşte böyle tarihte bir eşine daha rastlanmayan dini ve islami kardeşlik gerçekleşmiş oldu...
Bu kardeşliğin derinliğinde ve öneminde konuşacak olursak şu yeterlidir ki Ensar'lı birisi öldüğü zaman Muhacirlerden olan kardeşi onun varisi oluyordu. Onun yakın akrabaları bu hakka sahip değillerdi. Bu durum, Bedir savaşından sonra nazil olan bir ayetin hükmü gelene dek devam etti. Ayet şöyledir:

"Allah'ın kitabına göre akrabalar bir birlerlerine (varis olmaya) daha uygundur..."
Dini kardeşlik öyle sağlam bir şekilde topluma yerleşmişti ki Ensar, Muhacirlerden bir kardeş bulabilmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Durum öyle bir yere ulaştı ki aralarında dargınlık bile meydana geldi.

Muhacirden bir kardeş bulabilmek için Ensar kendi arasında kur'a çekiyordu. Aynı şekilde Ensar'iden bazıları tüm mal varlığının yarısını kendisine bağışlıyordu. Eğer tarihte Ensar'ın yaptığı fedakarlıklarda, Muhacir kardeşin, Ensar'lı birisinin eşlerinden birisini istemesi sonucu O hanımını boşayıp idde beklemesinden sonra Muhacir kardeşi ile evlendirmesini okumak hiçte şaşırtıcı değildir.

Bu kadar fedakarlık şunu göstermektedir ki kardeşlik meselesi Muhacir ve Ensar arasında eşine rastlanmayan bir bağlılık meydana getirmiştir. Öyle ki onun için bir örnek dahi bulunamaz. İşte bu samimi ilişki Muhacirlerin hicret sebebi ile karşı karşıya kaldıkları ekonomik sorunu çok kolay bir şekilde halletmiş oldu.

Şunu da söylemek gerekir ki Muhacirlerde kendi sıraları gelince Ensar'dan olan kardeşlerinin fedakarlıklarını görmezlikten gelmemişlerdir. Ensar'ın tüm yardımlarına rağmen yaşantılarını kendi alın terlerinin emeği ile devam ettirmeye çalıştılar. Onlardan bir çoğu emek sahibi ve hünerli kişilerdi. Ticaret vb. gibi karlı işlerde oldukça tecrübeli kimselerdirler.

Bundan dolayı, Muhacirlerin mali durumları kötü bir duruma düşmeden önce mevcut şartları göz önüne alarak kendilerine münasip bir gelir kaynağı buldular. Onlardan bazıları ticaret ile bazıları ise çiftçilik ile meşgul olmaya başladılar. Zira her iki işin ortamı Medine'de mevcuttu.

Müslümanlar arasından az bir grup işsizdi. Onlar ise Muhacirlerden değil bilakis Ensar'dan sayılmaktaydılar. İşsiz olmalarının ana delili ise hiç bir işte maharetlerinin sahip olmadıklarından dolayı Resul-i Ekrem (s.a.a) mescitten "Soffa" denilen yeri onlara mahsus kılmıştı. Onlar "Ashabı Soffa" diye tanındılar. Nafakalarını ise tüm Müslümanlar üstlenmişti. Şöyle ki onların yaşantıları Beyt'ul mal tarafından temin edilmekteydi.
İşte böyle Resul-i Ekrem İslam toplumunu imanlı şahıslardan teşkil etti.

2- Yahudiler
Medine'deki Yahudiler dört gruptu:
a) Ben-i Kaynuka: Şehirde yaşamaktaydılar.
b) Ben-i Nezir.
c) Hayber Yahudileri.
d) Ben-i Kureyze.
Yahudi fertleri, İslam toplumu ile din, hedef ve sıfatlarda oldukça farklı bir toplumu oluşturmaktaydılar. Yukarıda zikredilen gruplara Medine Yahudileri ve özellikle de Ben-i Kaynuka kabilesi şehrin içerisinde yaşamasına rağmen yinede sosyal açıdan Medine toplumundan ayrı bir halde idiler.
Resul-i Ekrem (s.a.a) sözü geçen tüm gruplarla kendi kurduğu devletin sağlamlaşması, hak davetinin genişlemesi ve kamuoyunda İslami akidenin sağlamlaşması için barış içerisinde yaşamaktaydı. İslami devletin hemen başlangıcında geniş ve dikkate değer bir takım kararları onlara mahsus kıldı. Bu kararlardan sadece birkaç tanesini nakletmekle yetiniyoruz.

1- Kureyşli, Medineli veya onlara katılan tüm Müslümanlar veya onlarla cihada giden herkes bir tek ümmettir.
2- Allah'ın hükmü birdir ve herkese karşı eşittir. Allah'ın hükmü gereğince iman sahiplerinden bazıları diğerlerinin varisleridirler. Bu işte diğerlerinin hiçbir hakkı yoktur.

3- Ben-i Afv Yahudileri İslam toplumuna katılmış ve onlardan sayılmıştır. Nasıl İslam dini Müslümanlar için muhterem ise Yahudilik de onlar için muhteremdir. Kim zulmü reva görürse ve bir günah işlerse sadece kendisi ve ailesi cezalandırılacaktır.
4- Müslüman ve Yahudilerin her bir ferdinin gideri kendi sorumlulukları altındadır. Bu antlaşmanın taraflarından herhangi birisinin karşısına dikilen bir gruba yardımcı olanlar onlarla işbirlikçileridir.

5- Bu antlaşmanın tarafları arasında herhangi bir ihtilaf veya anlaşmazlık çıkarsa bu durum Allah'ın veya Allah Resulüne müracaat edilerek halledilir.
6- Medine'de kalan herkes ya oradan çıkmalıdır yada güvende olmalıdır. Bir günah veya zulüm reva görenler hariç.
Bu, İslam devletinin, Müslümanların birbiriyle özellikle de çeşitli kabilelerden oluşan Yahudilerle bir arada barış içerisinde yaşaması için Peygamberin direktiflerinden meydana gelen kanunlarıydı. Bu konuda daha fazla bilgi isteyenler İbn-i Hişam'ın Sire-i Peygamber adlı eserine bakabilirler.

3- Münafıklar
Bunlar, Medine'nin İslam dinini kabul eden halkından bir gruptu. İslam dinini kabul etmelerine rağmen Onun hakkaniyetine karşı kötümserlerdi. Münafıkların İslam'a eğilim göstermelerinin nedeni ise İslam'ın yüceliği ve günden güne genişlemesi idi. Bu yüzden dilde Müslüman olduklarını söylediler. Ama İslam'a karşı olan küfür ve nifaklarını sakladılar.

Elbette münafıkların (veya münafıklardan olanların) hedefi farklıydı. Onlardan bazıları bir takım maddi menfaatlerini hiçbir inanca sahip olmadan İslam'ı kabul etmekte gördüler. Bir grup ise İslam'ı meramları olan putperestlik için bir tehlike olarak görüyorlardı. Bu yüzden müşrikane meramlarını korumak için Müslüman olduklarını söylediler. Diğer bir grup ise Resul-i Ekrem (s.a.a) karşısında şüphe yaymakta olan Yahudilerin etkisinde kalmışlardı. Müslüman olduklarını söylemelerine rağmen İslam'ı semavi bir din olarak kabullenmiyorlardı. Diğer bir grupta olaya coğrafi açıdan bakıyor, Muhacirin Medine'de kalmasına tahammül edemiyor bunu ise garip bir şey olarak algılıyorlardı.

Ama aynı zamanda sözü geçen tüm gruplar görünüşte Müslüman olduklarını söylüyorlardı. Müslümanlarla beraber namaz kılıyor ve oruç tutuyorlardı. Durum böyle olmasına rağmen gizlice İslam ve İslam Peygamberine olan kinlerini icraya döküyorlardı.

Münafıkların en çok kullandıkları yol yalan haber yaymak, Yahudileri Müslümanların aleyhine kışkırtmak ve... gibi konulardı. Ama sevinç vericidir ki onların bu çalışmaları gitgide zayıflamaya ve yenilgiye mahkum oldu. Çünkü Kur'an-ı Kerim onların nifak ve oyunlarından esrar perdesini kaldırmıştı. Sonuçta münafıkların metotları Müslümanlar yanında açığa çıkmış oldu. İkinci olarak; İslam'ın genişlemesi ve nüfus sahibi olması onların İslam karşısına dikilmesine engel oldu. Bu nedenle Müslümanların ruhuyesini kıramıyorlardı.

Öyleydi ki münafıklar, vahiy ve Kur'an tarafından tanıtıldıktan sonra güçsüz unsurlar haline dönüştüler. Peygamberin boydan boya iftiharla dolu olan yaşantıları boyunca kendi tahriklerine devam ettiler ve devamlı olarak orada burada Allah'ın Peygamberine (s.a.a) eziyet etmelerine sebep oldular.
4- Müşrikler

Müşriklerin Medine'deki sayıları diğer gruplardan daha azdı. İslam'ın yeni ama kuvvetli bu hareketi Medine'de faal bir görünüm alınca müşriklerin tesirleri en alt düzeye indi. İşte bundan dolayı müşrikler ve onlardan geri kalanlar Medine'ye hakim olan havanın etkisinde olumsuz bir rol oynayamıyordu.


Peygamberin Askeri Siyaseti


Resul-i Ekrem davetlerinin daha ilk günlerinde halkın yaşantısında derin bir değişiklik meydana getirmek için pratik ve münasip metotları kullandı. Bazen işlerini gizli yürütüyor. Bir evi, toplumun çekirdeğini yani ilk Müslümanları fikirsel ve kültürel açıdan yetiştirmeye ayırıyordu. Bir zamanlar kendi yakınlarına yöneliyor ve "Yakın akrabalarını korkut..." ayeti gereğince sadece onları İslam dinini kabul etmeye davet ediyordu. Daha sonraları davetinin dairesini genişleterek tüm halkı İslam dinine davet etmeye başladı.

Kâbe'nin kenarında davetini Kureyşlilere açıkladı. Daha sonra davetini yaymak için daha münasip yöre ve gönüller aramaya koyuldu. Müslümanların Habeşe'ye hicret etmelerini düzenledi. Mekke'nin dışında birçok değişik kabilelerle ilişki kurdu. Bu konuyla ilgili olarak Taife gitti. Bir ay orada kaldı. Bu arada kendi davetini sunmaktaydı. Kabile reislerinden yardım istiyordu.

Mekke'ye hac amellerini yerine getirmek için gelen Yesriblilerle görüşmeler yaptı. Nihayet bu görüşmeler sonuç vermeye başladı. Yesrib halkı Allah'ın dinini kabul etti. Bunun sonucu olarak Peygamber ve diğer müminler Yesrib'e hicret ettiler. Bu hicret İslam hareketine birçok imkanat sağlamış onlara azılı düşmanlarına karşı koymayı ve onları darmadağın etme gücü bağışladı.

İşte böyle, İslam'ı hükümet Peygamberin rehberliği ile şekil aldı. Bu, Peygamberin Medine'ye olan tarihi hicretlerinin ilk semeresi idi.
İslam hükümetinin teşkili başlı başına ayrı ve özel bir askeri siyaseti gerektirmekteydi.

Zira böyle bir siyasetin hazırlanması için her şey hazırdı. Bu askeri siyaset İslam mesajını susamış canlara ve cehalet zincirlerine vurulmuş insanlara ulaştırma görevini üstlenmişti. Hedefi ise onları kula kul olmaktan ve cehaletin karanlığından kurtarmaktı. İslam'ın askeri siyasetinin üzerinde biraz dikkat edecek olursak Allah'ın mesajını halka tebliğ etmek için bir fırsat peşinde olduğu görülecektir.

Bundan dolayı İslam devletinde askeri siyaset engellerin ortadan kaldırılmasında kullanılan bir vesileden başka bir şey değildir. Bu engeller ilahi nurun insana ulaşmasına mani olmaktadır. İşte sadece bu yüce hedef genel komutanlık ve silahlı kuvvetlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır.
Müslüman bir asker ve İran toprakları fatihlerinden olan Amir b. Rabi'i İran ordusu komutanına şöyle hitap ediyor:

"Şüphesiz Allah bizleri seçerek, onları kula kulluktan kurtarmamız, Allah'a tapmaya ve itaate, dünyanın baskı ve sıkıntılarından dışarı çıkarmamız, tahrif olmuş dinlerin zülümünden İslam'ın adaletine geçirmemiz için bizi halka gönderdi. Bizleri, kendi dini meşalesi ile mahluklarını Onun dinine çağırmamız için gönderdi. Kim Allah'ın dinine teslim olursa kabul eder. Ona dokunmaz ve topraklarını olduğu gibi geri veririz. Ama kim kabul etmezse Allah rızası için onunla kanımızın son damlasına dek savaşırız.

Bunlara ilave olarak; İslam devletinin askeri siyaseti devamlı olarak bir ölçüde değildir. Bilakis iki şekilde işlem görmektedir.
a) Hücum Siyaseti

İslam'ın tebliğ edilmesinin gerekliliği böyle bir askeri siyaseti zorunluluk haline getirmektedir. Çünkü İslam yeryüzünde yaşayan kullara gönderilen ilahi bir risalettir. Bütün bunlara ve engellemelere rağmen Onun tebliğ edilmesinden başka bir çare yoktur. Bu engel veya maniler, bireyler, devletler hatta silahlı kuvvetler dahi olabilir. Bu engeller İslam'ın tebliği yolunda yer alıp da mani olunca tebliğin gerekliliği bu engellerin bertaraf edilmesini zorunlu hale getirir.

b) Resul-i Ekrem'in Savunma Siyaseti
Askeri savunma siyaseti, İslam'ı korumanın farz oluşu, İslam devletini ve Müslümanlara komplolar hazırlayan veya fiili olarak İslam ve Müslümanları tehdit eden herkese karşı konulmuş bir siyasettir.

Buna göre yukarıda ki iki askeri siyaset bir stratejiyi ve hedefi takip etmektedir. Yani tebliğ yolundaki mevcut engelleri ortadan kaldırmak ve İslam'ı yaymak, şu gerçeği açıklamaktadır ki sözü geçen iki metot, savaşları, zaferleri, davranış ve askeri hareketi tam anlamıyla bir birinden ayırmaktadır. Bundan dolayı şöyle söylenebilir:
Bedir, Mekke ve Huneyn savaşları şüphesiz hücum siyasetini gütmekteydi. Ama Uhud, Hendek ve... savunma olarak hesaplanmaktaydı. Şimdi her iki metottan da kesitler sunuyoruz.

a) Bedir Savaşı
Yüce İslam dini davetin ilk gününden hicretin sekizinci yılına kadar Mekke onun karşısında azılı bir düşman gibi dikilip durdu. Olayları kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışan ileri gelenler mevcut ortama sahip cahilce durumu olduğu gibi ayakta tutmak için tüm imkanlarını kullandılar. Onlar gerçekte kendi menfaatlerini istemekteydiler. Onlar, cahil halkın verdiği anlamsız imtiyazlar sonucu mal yığmaya ve kudret nimetine sahip olmayı arzuluyorlardı.

İşte bundan dolayı Kureyş'in ileri gelenleri İslam'ın yayılmasını önlemek, sesini susturmak ve nuraniyetini yok etmeye çalıştılar. Bu hedefin gerçeklemesi yönünde iman sahibi kişilere işkenceler ettiler, bütün etraflarını çevreleyerek balalarla bocalamalarına sebep oldular. Bu hareketlerle Resul-i Ekrem'in meydana getirdiği bu yüce hareketi sindirebileceklerini zannediyorlardı...

Daha sonra Peygamberin Yesrib'e hicreti gerçekleşti. Böylece İslam'ın ilahi risaleti en büyük ve tarihi galibiyetine ulaştır. Ama Mekke henüz kendi mevzisinde diretip duruyor en küçük bir yumuşama bile göstermiyordu. Mekke'nin ileri gelenleri hatta davranışlarındaki zalimce hareketleri değiştirmeyi düşünmüyorlardı.

İşte bu yüzden ilahi davet daha ilk günlerden itibaren böylesine inatçı ve düşmanca tavırlarla karşı karşıya kalmıştır. Şimdi onlara kesin ve ezici bir cevabın verilmesi gerekiyordu. Zira Mekkelilerin yaptıkları haddini aşmıştır. (ilahi davetin karşısında durma kudretine sahip olmasına... rağmen) Ticaret malı ve yollarından başka hiçbir şeyleri yoktu. Mekke eşrafını ilahi davetle karşı karşıya gelmesinin ve mevcut cahiliyeti hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan himaye etmelerinin sebebi ticaret kervanlarından elde ettikleri servetten başka bir şey değildi. Bu esasa dayalı olarak Resul-i Ekrem Kureyş'in Ticaret kervanlarına saldırmayı, onların önemli ve stratejik yolların güvensizlik meydana getirmeyi ve bu yolla ekonomik ambargo koymaya planladı.

Bu kararın alınmasında sonra Resul-i Ekrem (s.a.a) daha hicretin ilk yıllarında öncü kuvvetler göndererek Kureyş'i tehdit etmeye başladı. Öncü kuvvetler sadece ticaret kervanlarını tehditle kalmayıp Kureyşlileri hatta Mekke'de dahi sıkıştırıyordu.

Sadece bir yıl içerisinde bir çok seferler düzenlenmiştir. Bu seferlerden birisinin komutasını Peygamberin amcası Hamza, diğerini Ubeyde b. Haris ve diğer birini de Peygamberin kendisi üstlenmiştir. Dördüncü seferin komutası ise Abdullah b. Çahş'ın elindeydi... bu çatışmalar hiç bir askeri zafer elde etmemiştir. Bir sefer hariç diğer seferlerin hiç birisinde çatışma olmadığını söylemek daha doğru olacaktır. Buna rağmen düşmanı korkunç bir şekilde korkutmuş ve ekonomik sıkıntı meydana getirmişti.

Eğer ticaret kervanlarını Mekke'yi besleyen ve ayakta tutan ana damara benzetirsek sayılı ve sınırlı sayıdaki kervan seferlerinden korku, endişe ve ekonomik sıkıntının ne ölçüde olduğu daha iyi bilinecektir... Diğer taraftan ise Müslümanların öncü gruptaki çeviklik, çalışkanlık ve zaferlerle kendi izzet, yücelik ve güçlerine olan güvenleri daha da arttı...

Hicri ikinci yıl ramazan ayında Kureyş'in, Ebu Süfyan önderliğinde bir ticaret kervanı tertiplediği haberi ulaştı. Bundan dolayı Resul-i Ekrem (s.a.a) üç yüz kişiden oluşan küçük bir ordu düzenledi. Üç yüz kişilik bu oldu da sadece yetmiş deve vardı. Her bir deveden iki, üç bazen de dört kişi sırasıyla yararlanıyordu.

Resul-i Ekrem'in bir orduyla kervana saldırmak istediği bu Süfyan'a ulaştı. Ebu Süfyan bu haberi alır almaz kervanı ve ticaret mallarını saldırıdan korumak amacı ile yolunu değiştirdi ve aynı zamanda çok acele bir şekilde Kureyş'ten yardım istedi. Kureyş de kendi ticaret kervanlarını korumak için hazırlık yapmaya başladı. Kureyş'in düzenlediği ordu İslam ordusunun üç katıydı.

Bu yüzden mesele daha değişik bir şekil aldı. Müslümanlar sadece bir ticaret kervanı karşısında olmadıklarını bilakis karşılarında yer Kureyş olduğunu gördü. Bundan dolayı işe girişip girişmemekte tereddüde kapıldılar. Müslümanların beklediği şey değişti. Resul-i Ekrem (s.a.a) üstlendikleri görevin gerçek yüzünü ve mevcut şarların ne kadar hassas olduğunu anlatmak için onlarla meşveret toplantısı düzenledi.

Miktad b. Amr şöyle seslendi: "...Allah'a andolsun ki! Eğer alevler üzerinde veya sahranın dikenleri üzerinde sürünmemizi istersen bile senin safında kalacağız. Allah'a andolsun ki! Biz seninle, Ben-i İsrail'in Hz. Musa ile konuştuğu gibi koşmayacağız. Onlar Hz. Musa'ya: "Sen ve Allah'ın gidin savaşın biz burada bekliyoruz" dediler. Ama biz onların tam tersini söylüyoruz. Allah'ım emrini yerine getir.

Biz de senin yanında savaşacağız."
Sa'd b. Muaz Ensar'ın sözcüsü olarak konuşmaya başladı: "...bize neyi istersen emret. Varlığımızdan neyi istersen al... Allah'a andolsun ki! Eğer denize gömülmemizi istersen, gömüleceğiz. Sana ettiğimiz biata bağlıyız. İnşallah Allah senin sevinme vesileni hazırlar. Bizleri Allah'ın rahmet ve bereketine doğru götür."

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.a) konuşmaya başladı:
"Allah'ın bereketinin genişlemesi yolunda yürüyün. Şüphesiz Allah iki zaferden birisini bana vaadetmiştir. Allah hiç bir zaman vaadinin aksine hareket etmez. Allah'a andolsun ki Ebu Cehl'in, Utbe'nin, Şeybe'nin, o filan ve filanın helak doluğunu görür gibiyim. İşte o onda Bedir tarafına doğru hareket emri verdi.


Bedirde iki ordu karşı karşıya geldi.


Peygamber ve Müslümanlar dua etmeye başladılar.
Sonuçta Allah (c.c) gaybi yardımlarla onlara yardım etti. "Hatırlayın ki, siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, ben peş peşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim, diyerek duanızı kabul buyurdu." İşte Allah, Peygamber ve müminlere böyle yardım etti. Kureyş telafisi mümkün olmayan zararlar gördü. İslam savaşçıları Kureyş'in yalanı izzet maskesini kaldırmış gerçek ve hor çehrelerini açığa çıkardı. Savaş meydanı şirk ve sapıklığın önde gelen şahıslarının rezil olduğuna şahit olmuştu.

b) Handek Savaşı

Bedir savaşı, Resul-i Ekrem'in askeri hücum siyasetinden bir örnektir. Ama Hendek savaşı askeri savunma siyasetinden bir örnektir. Resul-i Ekrem daha yeni yeni yerleşmeye başlayan risaletinin ve askeri kuvvetlerinin korunması için belli bir zaman içerisinde savunma siyasetini uygulamaya soktu. Hicretin beşinci yılında Yahudilerin reislerinden bir grup Mekke'ye gitti. Bu yolculukta Yahudiler müşrikleri Müslümanlarla savaşmak için tahrik ettiler. Ebu Sufyan bir fikri ve öneriyi oldukça olumlu karşıladı.

Zira Kureyş, Ebu Sufyan'ın önderliğinde İslam davetine son vermek için diğer kabilelerden de yardım alma fikrini planlamıştır. Kureyş'in ileri gelenlerinden bir grup kendi kafalarındaki düşünceye dalmış ve "Muhammed kendi ilahi davetinde hak üzere midir? Yıllardır kendi risaletini korumuş ve kuvvetlenmemiş midir? Sorusunu sorup durmaktaydılar. Bu konuyu Yahudilere söylemeyi uygun gördüler. Yahudileri ilk kitap ehli olarak bildikleri için Kureyşlilerin sözcüsü onlara hitaben şöyle söyledi: "Ey Yahudi topluğu! Siz ilk kitap ehli olanlarsınız. Muhammed ile aramızda olan ihtilafı da çok iyi biliyorsunuz. Bizim meramımız onun dininden daha iyi değil midir?...

Yahudiler cevaben: "Evet! Sizin meramınız onun dininden daha iyidir. Sizler hakka ondan daha layıksınız."
İşte böyle Yahudiler bağışlanmayan bir günah işlediler. Zira şirki, tevhide tercih etmişlerdi. Bu yolla Kureyş'i Müslümanlara karşı savaşmak için kışkırtmak istiyorlardı. Bundan dolayı Nisa suresi 5. Ayet onlar hakkında nazil olmuştur.
"Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve batıla (tanrılara) iman ediyorlar, sonra da kafirler için: "Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar!"

Yahudi komplocuları değişik Arap kabilelerine giderek onları İslam aleyhine ayaklanmaya teşvik etme işlerine devam ettiler. Sonuçta Ben-i Fezare, Ben-i Esed ve... kabilelerini kandırmayı becerdiler. Neticede İslam ve Müslümanlarla savaşmak üzere Ebu Süfyan'ın komutası altında on bin savaşçı toplandı. Küfür ordusu Medine'ye doğru yola koyuldu. Ama ordu Medine'ye varmadan önce Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) olaydan haberdar oldu. Fazla kan dökülmesini önlemek için Medine'nin etrafını düşman ordusuna kapatmaları emrini verdi.

Peygamberin hicretinden sonra ismi Medine olarak değiştirilen Yesrib Şehri doğu ve batı tarafından tamamen mahsurdu. Sanki iki büyük tümsek onu araya almıştır. Peygamber (s.a.a) ile anlaşma imzalayan Ben-i Kurayza Medine'nin güney doğusunda ikamet etmekteydiler. Sadece Medine'nin kuzeyi düşman saldırısında güvende değildi. Peygamber (s.a.a) Medine'nin kuzeyi hakkında kendi ashabı ile meşveret etti... Peygamberin ashabı arasından Salmanı Farsi şöyle dedi: "Biz Fars!ta (İran'da) muhasara edildiğimiz vakit kendi etrafımıza hendek kazarız. Medine'nin saldırıya açık kuzey tarafından handek kazılmasını önerdi. Hz. Peygamber Selman'ın fikrini beğendi ve bir an önce hendeğin tamamlanması için Peygamberin kendisi ve Müslümanlar hendek kazmaya başladılar.

Aynı şekilde, düşmanın ok meydanında bulunan evler boşaltıldı, kadınlar ve çocuklar güvenilir ve emin yerlere götürüldü. Peygamber (s.a.a) üç bin kişilik bir ordu ile hendeğin yanına karargah kurdu. Öyle ki hendeği karargahın tam karşısında kalıyordu.

Kureyş ordusu Medine'ye ulaştı. Arap savaşları tarihinde bir eşine dahi rastlanmayan hendeği görünce dehşete kapıldılar. Kureyşlilerde hendeğe yakın bir yerde karargahlarını kurdular. Hendek saldırı niyetinde olan ordu için oldukça garipti. Hava çok soğuktu, aralıksız olarak şiddetli rüzgar esmekteydi. Bütün bunlar düşman ordusunda gevşeme, tereddüt ve sıkıntılara sebep oldu.

Yahudiler, Kureyşlilerin hendeği görmesiyle düştükleri korku yüzünden geri çekilme fikrinde olduğunu hissetmiştir. Bundan dolayı Kureyş'in zaafını telafi etmek istediler. Onlara Ben-i Kurayza kabilesinin Peygamberle yaptığı antlaşmayı bozacaklarını vaadederek teşvik etmeye çalıştılar. Böyle yaparak savaşı müşriklerin lehine çevirmek istiyorlardı. Ben-i Kurayza'nın antlaşmayı bozmaları Müslümanların savunma stratejilerini gevşeteceği ve orduya gelen takviyenin kesileceği kesindi. Bu durumda İslam ordusunda gevşemeler meydana gelecek ve ordu dağılacaktı.

Yahudi olan Hayy b. Ahtab Ben-i Kurayza'ya gitti. Ama Ka'b. Esed kalenin kapısını açmadı. Hayy ısrarla yalvararak şimdi Müslümanlardan intikam almanın tam sırası olduğunu söyleyip duruyordu. O, Ka'b b. Esed'i kandırmak için olayı abartarak şöyle dedi: Medine'yi muhasara eden bu büyük ordu Muhammed ve ona tabi olanlara galip olacaktır ve zafere ulaşacaktır...

Sonuçta Ben-i Kurayza Müslümanların yenileceklerine inandılar. Peygamberle yapmış oldukları anlaşmayı tek taraflı olarak bozdular. Resul-i Ekrem, beni Kurayza'nın antlaşmayı bozduğundan haberdar oldu. Bir grubu onların yanına gönderdi. Ama esef vericidir ki onlar hoşa gitmeyen bu davranışlarını dışarı vurdular. Peygamberin gönderdiği heyet Ben-i Kurayza'dan aralarında olan anlaşmaya uymalarını isteyince onlar utanmazca, Peygamber tarafından sürülen Beni-i Nezir kabilesinin Medine'ye geri dönmelerini istediler. İşte tam o sırada Peygamberin şahsına hakaret etmeye başladılar... Görüşmeler sonuçsuz kalmıştır. Peygamberin gönderdiği heyet durumu açıklamak üzere onun yanına geri döndü.

Müslümanlar üzüntüye kapılmış ve kötümser olmuşlardı. Kur'an-ı Kerim'in de söylediği gibi canlar boğaza yığılmıştı. Diğer taraftan ise Ben-i Kurayza bazı Müslümanların evlerine saldırmayı ve bir konvoy meydana getirerek müşrikler için bir köprü yapmayı planlıyordu...
Amr b. Abduved'din (düşman ordusu cengaverlerinden birisi) bir kişiyle beraber hendekten geçmesi ile düşmanın Müslümanlara hücumları başlamış oldu. Onlar Müslümanları Medine'de, kendi evlerinde tehdit ediyorlardı. Hz. Ali (a.s) düşmanın yeni bir hareketini önlemek için bir kaç kişiyle beraber Amr'ın hendekten geçtiği yere gitti.

Amr Müslümanları tehdit etmeye başladı. Onlara yok olmakla tehdit ediyor kendi cesareti ile övünüp duruyordu. Müslümanlardan kendisiyle savaşacak bir eş istiyor. Ve şöyle haykırıyordu: "Benimle karşılaşacak birisi var mı?" Hz. Ali (a.s) yerinden kalkarak: "Ya Resulullah! Ben onun eşiyim" dedi.
Resul-i Ekrem (s.a.a): "Otur Ya Ali! O, Amr'dır" dedi.
Amr sözlerini tekrar etti. Müslümanlarla alay ederek şöyle dedi:

"Hayali cennetiniz nerede? Nerede, sizden kim ölürse gideceği cennetiniz? Benimle karşılaşacak birisini göndermiyor musunuz?"
Yine Hz. Ali (a.s) yerinden kalkarak: "Ya Resulullah ben onun eşiyim ve onunla karşılaşabilirim."
Resul-i Ekrem: "Ya Ali otur! O Amr'dır!" dedi.
Hz. Ali (a.s) karşısındaki düşmanın kim olduğuna aldırış etmeden Resul-i Ekrem (s.a.a)'e hitaben şöyle dedi:
Amr olsun!

Tam bu sırada Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali'ye, Amr ile karşılaşma izni verdi. Kendi kılıcı olan Zülfikarı Hz. Ali'ye verdi, kendi zırhını Ona giydirdi ve mübarek imamesini Hz. Ali'nin başına koyarak şöyle dua etti:
"İlahi! Bu kardeşim ve amcamın oğludur. Beni yalnız bırakma. Sen en iyi varissin."
Ali (a.s) meydana doğru yola koyuldu. Amr'a hitaben şöyle buyurdu: Ey Amr! Sen Allah'ına Kureyş'ten birisi seni iyi iki özellikten birisine davet ederse kabul edeceğine dair yenim ettin mi? Amr olumlu cevap verinde Hz. Ali (a.s) şöyle devam etti:
"Beni seni Allah'ı, Peygamberini ve İslam dinini kabul etmeye davet ediyorum."
Amr: "Benim onlara ihtiyacım yoktur" dedi.

Hz. Ali (a.s) buyurdu: "Seni savaşa davet ediyorum."
Amr: "Ben senin kanını dökmek istemiyorum. Zira baban benim dostumdu" dedi.
Hz. Ali (a.s) Amr'ın sözünü reddederek şöyle buyurdu: "Allah'a Andolsun ki beni seni öldürmekten zevk alırım" diye buyurdu. Amr sinirlenerek korkusuzca Hz. Ali (a.s)'a saldırdı. Hz. Ali (a.s) her zaman ki cesaret ve çevikliği ile bu hamleyi savurdu. Kısa bir müddet sonra onun cansız bedenini savaş meydanın serdi! Sonuçta düşmanı çökerten "Allah-u Ekber" ve "La ilahe illallah" sesi yükseldi.

Hz. Ali (a.s) savaş meydanından zaferle döndü. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) onu karşılayarak şanından şöyle buyurdu: "Ali'nin Hendek günü vurduğu bir kılıç darbesi ümmetimin kıyamet gününe kadar yapacağı amellerden daha faziletlidir.

Amr'ın katlinden sonra çatışma kendisine yeni bir şekil aldı. Düşman Medine'nin muhasara halkasını daha da daralttı. Öğlen vaktinden gece yarısına kadar çatışmalar şiddetle devam etti... Savaş esansında Naim b. Mes'ud Resul-i Ekrem'e ulaşarak kabilesinden habersiz olarak Müslüman oldu. Resul-i Ekrem onun Müslüman olduğundan kimsenin haberdar olmadığını biliyordu. Bu yüzden Katfan kabilesinden olan ve herkesin saygı gösterdiği birisi olduğundan ondan faydalanmak istedi... Bundan dolayı Naim b. Mes'ud Ben-i Kurayza kabilesine gitti.

Zira onlarla sağlam bir ilişkiye sahipti. Aralarında olan ilişkisinin önemine değinerek şöyle söyledi: "Biliniz ki Kureyş ve Katfan uzun süre dayanamayacak ve kısa bir müddet sonra Medine'yi terk edeceklerdir. Ama siz Medine'de kalacaksınız. Daha sonra Muhammed sizi sıkacaktır. En iyisi siz Kureyş'ten rehine isteyin bundan dolayı Kureyş ve Katfan zor günleriniz de sizi yalnız bırakmasınlar." Ben-i Kurayza Naim'in fikrini beğendi ve sonuçta uygulamaya koydu.

O aynı şekilde Kureyş'in yanına giderek şöyle söyledi: Ben-i Kurayza anlaşmayı bozduğuna çok pişman bir yolla Muhammed'i razı etme niyetindeler. Kısa bir müddet sonra Kureyş'ten söylediklerinin bir benzerini söyledi.

Diğer taraftan Ebu Süfyan Ben-i Kurayza'ya gitti. Onlardan yarın Müslümanlara hamle etmelerini istedi. Ertesi gün Cumartesi idi. Bu gün Yahudileri için kutsaldı. Bu yüzden Yahudiler saldırıya geçemeyeceklerini söylediler. Ebu Süfyan her ne kadar ısrar ettiyse de Ben-i Kurayza kabul etmedi. Bu arada rehine isteğinde bulundular. Ebu Süfyan Naim b. Mes'ud'un sözlerinin doğru olduğuna kanaat getirdi. Ebu Süfyan Katfan kabilesinin yanına gittiği vakit onları da tereddütlü gördü.

Akşam vakti soğuk ve şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Rüzgar o kadar kuvvetli idi ki kazanları deviriyor, çadırları söküp atıyordu. Ocaklardaki ateş sönmüştü. Dehşet ve korku müşrikleri sarmıştır. Titrek bir şekilde kendi yurtlarına doğru yola koyuldular...
Sabah saatlerinde Müslümanlar müşriklerin o kalabalık ordusundan bir şahsı dahi görmediler. İman ve Allah'ın gaybi yardımları Müslümanların vücudunu doldurmuştur...


Bu Resul-i Ekrem'in savunma siyasetinden sadece bir örnekti.


c) Hudeybiye Barışı
Ahzap (Hendek) savaşı Kureyş'in İslam ve İslam Peygamberi aleyhine giriştikleri son savaş olarak sayılmaktadır. Zira ondan sonra Kureyş'in, Resul-i Ekrem'den korkma dönemi başladı. Ben-i Kurayza Yahudileri de Medine muhasarasının kaldırılmasından on beş gün sonra yapmış oldukları ihanet yüzünden yok olmaya yüz tuttu.

Resul-i Ekrem (s.a.a) bu olayın bitmesinden sonra İslam devletini takviye etmek, temellerini sağlamlaştırmak, büyük bir ihtimalle Ahzap ordusundan sayı ve teçhizat bakımından kat kat üstün olan diğer ordularla savaşmak, kendi mektebini daha geniş bir gölgeye yaymak ve... için yeni metotlar icat emek istedi. Bu esnada Kureyşlilerle Hayber Yahudileri arasında gizli görüşmelerin olduğu haberi Resul-i Ekrem'e ulaştı. Onlar Müslümanlarla savaşmak için teşkilatlanma halindeydiler. Aşağıdaki iki nokta yüzünden Resul-i Ekrem'in Kureyşlilerle barış yapması için iyi bir fırsattı.
a) Onlar Yahudilerden ayrılacaktı.

b) Bu sebeple İslam'a davet Kureyş'ten ayrı kabileler arasına çekilecekti.
Haç mevsimi barış yapılması için münasip bir zamandı. Ortam hazırlanıyordu. Zira Kureyş, hatta tüm Araplar haram aylar için özle bir ihtiram gösteriyorlardı.

Haç mevsimi gelip çattı. Resul-i Ekrem ashabından bin beş yüz kişiyle Mekke'ye doğru yola koyuldu. Zu'l Huleyfe veya Mescid-i Secere'den itibaren Telbiye (Lebbeyk) feryatları yükselmiştir. Resul-i Ekrem ve ashabı telbiyeyi şöyle söylüyorlardı:
"Lebbeyk, Allahumme lebbeyk, İnnel Hamde ve'n ni'mete leke ve'l mülk. La şerike leke lebbeyk..."

Resul-i Ekrem (s.a.a) ve ashabı, herkese haç amellerini yerine getirmek için Medine'den çıktıklarını anlatmak için telbiye söylüyorlardı. Yine savaş kastını taşımadıklarını anlatmak istemişlerdi. Kılıçlar kılıflarında onlarda ashabın omuzları üzerindeydiler. Aynı şekilde Resul-i Ekrem (s.a.a) Kureyş hariç tüm kabilelere hac merasimi için çıktıklarını ilan etmiş onlarında hacca gitmelerini söylemiştir. Bu hareket Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hac için yola çıktığını vurgulamak içindi. Zira eğer savaş kastı olsaydı teşkilatlı bir orduyla hareket etmeliydi. Resul-i Ekrem halkı -her ne kadar onun ve davetinin düşmanı dahi olsalar- bıktırmak ve nefret ettirmek istemiyorlardı.

Elbette Resul-i Ekrem (s.a.a)'in diğer kabileleri hacca davet etmesi ve kendi ibadi hareketinin ilan edilmesi kamuoyunu Kureyş'in aleyhine bir hareket olarak algılamak mümkündür. Zira Kureyş Resul-i Ekrem (s.a.a)'i Mekke ve Kabe'ye girmekten men etmiştir. Kureyş Resul-i Ekrem (s.a.a)'in Mekke'ye doğru hareket ettiğini duyunca titremeye başladı. Kureyş ileri gelenleri olayın ardında bir oyunun olmasından korkuyordu... Bu yüzden Halid b. Velid'in komutası altında büyük bir ordu hazırladılar. Amaç Peygamber (s.a.a)'in Mekke'ye girmesini önlemekti. Ordu hareket ederek şehrin birkaç mil dışına çıktı. Orada konaklayarak Müslümanlarla yüz yüze gelmeyi beklediler.

Resul-i Ekrem (s.a.a) Kureyş'in düşmanca bu hareketinden haberdar oldu. Aynı zamanda barışçı hareket siyasetini vurgulayıp duruyordu. Bundan dolayı Resulullah (s.a.a) yolunu değiştirerek patika bir yoldan Mekke'ye ulaştı. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve ashabı şehrin aşağısından Mekke'ye girerek Hudeybiye'de durakladılar. Halid b. Velid olayı duyunca korkudan titreyen ordusuna geri çekilme emri verdi. Mekke'yi Hz. Muhammed ve ashabına karşı savunmak için Mekke'ye girdi!

Hatırlatılmalıdır ki müşrikler hangi metotla olursa olsun Müslümanların Mekke'ye girmelerine engel olmakta ısrarlı idiler.
Kureyş'in ileri gelenleri panik içerisinde, Peygamberle müzakere yapmak ve onun hedefini öğrenmek üzere bir heyet gönderdi.
Kureyş heyeti kısa bir diyalogdan sonra Peygamber ve ashabının Mekke'ye gelmekteki hedeflerinin haç merasimini yerine getirmekten başka bir şey olmadığı konusunda görüş birliğine vardı. Heyet geri dönerek kendi görüşlerini Kureyş'e bildirdi. Ama Kureyş tarafından, ihanet ve Resul-i Ekrem (s.a.a)'i savunmakla suçlandılar.

Kureyş, Seyyid'ul Ahabiş başkanlığında diğer bir heyet gönderdi ve onlardan, görüşmelerin sonuçsuz kalması durumunda Müslümanları Mekke'den çıkıp Medine'ye geri dönmeleri hususunda teşvik etmelerini istedi. Yeni heyetin hareketi Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ulaşınca ashabına kurbanlıklarını çölde serbest bırakmalarını söyledi... Heyet başkanı çıngıraklı kurbanlıkları; Arap geleneklerine göre hac için getirilen kurbanlıkların boynuna bir seri çıngırak asılırdı.

Müslümanları ihram giymiş, yorgunluk eserleri yüzlerinde görünürken dudaklarındaki zikirleri duyunca Resul-i Ekrem (s.a.a)'e ihtiramından dolayı onunla konuşmandan Kureyş'e geri döndü, Kureyş'e hitaben şöyle söyledi: "Allah'a andolsun ki Allah'a ibadet etmek için Kabe'ye doğru gelen kimselerin Allah'ın evini ziyaret etmelerini engellemek için sizinle beraber olmayacağım." Daha sonra Resul-i Ekrem'e hac amellerini yerine getirmeleri için fırsat verilmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle söyledi: "Aksi taktirde savaşmak zorunda kalacaksınız."
Kureyş üçüncü kez Urve b. Mesud Sakafi'yi gönderdi...

buna göre Resul-i Ekrem (s.a.a) ona savaş amacı ile gelmediklerini bilakis amaçlarının ziyaret olduğunu anlattı. Müslümanların Peygambere olan şiddetli sevgileri ve onun sözlerine harfiyen itaat etmeleri Urve'yi derin bir şekilde etkiledi. Zira geri döndüğünde Kureyş'e hitaben şöyle söyledi: "Ey Kureyş! Allah'a andolsun ki ben bir çok şahın huzuruna vardım. Ama etrafındakilerin hiç bir şahı. Muhammed'in etrafındakilerin ona saygı gösterdiği gibi bulmadım. O yarenlerinden bir iş yapmalarını istediği vakit onlar adeta yarışıyorlar.

Abdest aldığı vakit abdest suyundan teberrük almak için birbirlerini eziyorlar. Onun yanında konuşurken seslerini kısıyorlar. Duydukları saygı yüzünden onun yüzüne bön bön bakmazlar. Ey Kureyş! Şüphesiz önünüzde rüşt ve ilerleme yolları açılmıştır. Benim öğütlerimi dinleyin ve onlara uyun."
Bu arada Resul-i Ekrem (s.a.a) kendi tarafından Kureyş'e bir vekil gönderdi. Ama Kureyş kabul etmedi. Onu takip ederek öldürmek istediler fakat Seyyid'ul Ahabiş onu kurtardı.

Resul-i Ekrem ikinci defa Osman b. Affan'ı onlara gönderdi. Osman, amcası oğlu Aban b. Said b. As'tan güvence alarak Mekke'ye girdi. Kureyş ile yaptığı görüşmede Resul-i Ekrem (s.a.a)'in hac amellerini yerine getirmekten başka bir hedefi olmadığın anlattı. Ama Kureyş kendi fikirlerinde ısrar etti ve Osman'ı üç gün hapse attılar. Bu arada Osman'ın öldürüldüğü haberi Müslümanlara ulaştı. Bundan dolayı Resul-i Ekrem (s.a.a) ashabını savaş için biat etmeye davet etti. Ashab biat için yarışıyordu. Herkes savaş elbisesi giyerek savaşa hazırlandı. İşte böylece "Biat-ı Rızvan" meydana geldi. Allah(c.c) bu biata katılanları överek şöyle buyurmuştur:
"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir."

Müslümanların, canlarını Allah ve Resulüne sattıkları Rızvan biatı haberi Kureyşlilere ulaştı. Bu durum onların işlerinin kötü sonucundan dolayı korkuya düşürdü. Zira Rızvan biatı savaş için fiili bir hareket olarak sayılmaktaydı. Kureyş, geçmişteki savaşların tecrübesi nedeni ile Müslümanların savaştaki sabır ve direnişlerinden oldukça haberdardılar. Bu yüzden Suheyl b. Amr başkanlığında iyi niyetli bir heyet Resul-i Ekrem'le görüşme yapmak üzere gönderildi. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Suheyl arasındaki uzun görüşmeler sonucu barış antlaşması imzalanması kararlaştırıldı.
Bu karardan sonra Resulullah (s.a.a) Hz. Ali (a.s)'a anlaşmanın metnini yazmasını emretti. Anlaşmanın şartlarını Resulullah söylüyor Hz. Ali (a.s) ise yazıyordu. Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu:

Bismillahirrahmanirrahim.


Suheyl itiraz ederek: Dur! Ben rahman ve rahimi tanımıyorum. Onun yerine:
Bi-ismike Allahumme yaz dedi.

Resul-i Ekrem (s.a.a): yaz; bu antlaşma Allah'ın Peygamberi Muhammed ile Suheyl b. Amr arasından yazılmıştır. Dedi. Suheyl: Dur! Eğer senin Peygamberliğini kabul etseydim seninle savaşmazdım! Allah'ın peygamberi Muhammed yerine kendi adınız ve babanızın adını söyleyin. Dedi.
Peygamber: Tamam; bu antlaşma Muhammed b. Abdullah ile Suheyl b. Amr arasında yazılmıştır... dedi. Yapılan antlaşmanın bazı şartları şunlardan ibarettir:

0
0% (نفر 0)
 
نظر شما در مورد این مطلب ؟
 
امتیاز شما به این مطلب ؟
اشتراک گذاری در شبکه های اجتماعی:

latest article

Hayat Hicret'tir
GÜNAHIN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Zehra Sevgisi Peygamberliğin Ücretidir
İslâm'da Kız Çocuğunun Değeri
Allah’a Yolculuk…
İmam Askeri'nin (a.s) Azameti
Fatıma nın Anlamı
İmam Hasan Askeri (as)-2
İmam Hüseyin'in (a.s) Kıyam Tarzının Hikmeti (Birinci Bölüm)
TARİH AYNASINA GÖRE İMAM HÜSEYİN (A.)

 
user comment